S
ultan Abdülhamid Han, iyi bir aile reisi; ince ruhlu, çok şefkatli, merhametli bir padişah idi. Tahttan indirildikten sonra Selanik’te gözaltında bulundurulduğu sıralarda muhafızına anlattığı, bu hususları teyid eden iki vakayı aşağıda okuyacaksınız.
Kuşlara Merhamet:
...Abdülhamid Han durdu. Uzaktan gelen silâh seslerine kulak kabartarak:
— İşitiyor musunuz? Avcılar, muttasıl (aralıksız) atıyor. Demek ki kuşlar, dağlarda yiyecek bulamıyarak ovaya inmişler. Fakat bunlar, hep küçük kuşlardır. Bunlara silâh atmak, vahşettir. İstanbul’da Rum çocukları, bunları ökse ile tutarlar, kafalarını koparıp bir ipe dizerek satarlardı. Bilmem, burada da yapıyorlar mı? İslâm çocukları bunu yapmaz.
Hiç unutmam, bir gün Alman sefiri Baron Marşal'ın madaması saraya geldi. Kadının halinde bir hüzün, bir teessür vardı. Onu bu halde görünce sordum:
— Ne o... bir kederiniz mi var, Madam la Baron?
Kadıncağız gözleri sulanarak cevap verdi:
— Şevketmeap! Bugün size, bilhassa bir ricaya geldim. Biliyorsunuz ki küçük kuşlar, dünyanın en sevimli hayvanlarıdır. Sonra, bunlar muzur (zararlı) böcekleri de tarlalardan, ağaçlardan toplayarak yedikleri için pek faydalıdır. Görüyorum ki, bunları tutuyor ve öldürüyorlar, Almanya'da, bu memnudur (yasaktır). Sizden rica ediyorum. Burada da menediniz.
Bu merhametli kadının, bu samimi ricası kalbime dokundu. Ben de küçük kuşlara pek acırım. Fakat nasılsa bunu hatırlayamamıştım. Hemen madamı teskin ettim (yatıştırdım):
— Şimdi Babıali'ye haber gönderirim. Menederler, dedim.
Tesadüf, o esnada Sadrazamın saraya geldiğini haber verdiler. Derhal huzura çağırttım. Madamın yanında tembih ettim. Küçük kuşların itlâf edilmesini (öldürülmesini) menettirdim. Bilmem, şimdi bu memnuiyet baki mi, değil mi (yasak devam ediyor mu)?
Evlat Acısı:
...Dünyada kahır çekmiyen, keder görmiyen insan yoktur. İhtimal ki birçok kimseler, beni başka türlü tanırlar. Bütün hayatta hiçbir elem ve ıstırap duymamış, müddeti ömründe bir kuş gibi kafesinde oturmuş bir adam zannederler. Hâlbuki benim de hayatımda ne facilar vardır, bilseniz…
Durdu. Bir cigara daha yaktı, sözüne devama başladı:
– Efendilik (şehzadelik) zamanımda idi. Bir gün Çengelköyü’ne giderek biraderim Selim Efendi’nin deniz hamamında yıkanıyordum. Adamlarımdan biri geldi. Küçük kızımın biraz hastalandığından bahsederek acele saraya avdet etmemi söyledi. Derhal denizden çıktım. Acele giyindim. Kayıkçılara sıkı kürek çektirerek Dolmabahçe Sarayı’na geldim. Beni uzaktan görünce, saray halkından birçokları rıhtıma toplandı. Bu hali görünce benim merakım büsbütün arttı.
Kendimi rıhtıma attım. Saraya girmek için davrandım. Fakat oradakiler, önüme geçerek mâni oldular. Mani olanları, ite kaka saraya girerken, Doktor Marko Paşa önüme çıktı. Beni zapt etmek isteyenleri, “Bırakın, doğrusunu söyliyelim.” diye çıkıştı. Ve sonra bana dönerek: “Efendim, kızınız bir kazaya uğradı, vücudunun bazı yerleri, tehlikeli surette yandı. Doktorlukça lâzım gelenleri yaptık. Şifa, Allah’ın inayetine kalmıştır.” dedi. Ben bunu işitir işitmez, sanki o koca saray, başıma yıkıldı. Düşmüş, bayılmışım. Neden sonra, kendime gelmişim. Hemen kızımın odasına koştum. Zavallı yavrumu, yatağına yatırmışlar. Her tarafını pamuklara sarmışlardı. Yüzünün bir kısmı açıktı.
Yatağının yanına oturdum. Açık kalan yüzünden, gözünden öptüm. Sanki zavallı yavrum, ölmek için beni bekliyormuş. Gözlerini açtı. Beni gördü. Bir kere gülümsedi. Sonra, o anda teslimi ruh etti. Bu hali görür görmez ben derhal oraya yıkılmış, kalmışım… Gözlerimi açtığım vakit, kendimi, başka dairede buldum. Meğer amcam Sultan Aziz, Valde Sultan’ı göndermiş, oda beni oraya kaltırtmış.
Merak ederek sordum:
– Af buyurmanızı istirham ederim efendim. Sultan Hazretleri nasıl bir kazaya uğramışlar?
Tekrar, derin derin içini çektikten sonra anlattı:
– Validesi, bir şeyle meşgulmüş. Çocuğun yanında da kimse yokmuş. Nasılsa eline kibrit kutusu geçmiş. O zamanki kibritler, şimdiki gibi emniyetli değildi. Ufak bir tazyik ve yahut temasla derhal tutuşurdu. Kim bilir. Çocuk ne yaptı ki kutu birdenbire ateş almış arkasında, ipekli tülden elbise varmış, ateş hemen elbiseye sirayet ederek yavrucak bir anda ateşler içinde kalmış. Feryadına en evvel validesi koşmuş. Söndüreceğim diye uğraşmış, fakat elleri yanmış. Başkaları gelip de alevi söndürünceye kadar iş işten geçmiş. Çocuğun vücudu, kavrulmuş bir mısır koçanına dönmüş.
Derin bir cigara nefesi daha çektikten sonra:
– Şişli’deki "Etfal Hastanesi"ni, bu yavrumla, difteriden vefat eden diğer küçük kızımın, ruhları şad olsun diye yaptırdım.
Durdu... Cigaradan emdiği dumanları, avurdunda toplıyarak dudaklarının arasından yavaş yavaş havaya savurdu…
Kaynak: Sultan Hamid’in Son Günleri – Ziya Şakir