S
ultan Abdulhamid Han bütün Müslüman ve gayrimüslim tebasına şefkat ve merhamet gösterirdi. Ancak Türk milletine olan güven ve itimadı çok fazlaydı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in bu iki tespitini aşağıda sunuyoruz.
Karakeçili Aşiretinden Muhafaza Bölüğü
Devlet iradesini eline alan ve Yıldız tepelerinde şahsiyetini bir hisarla çevirip orada kurduğu merkezden vatanını iç ve dış tehlikelere karşı korumaya çalışan İkinci Abdülhamid Han, o günün tedbiri olarak bu merkeziyetçi usûle başvurduğu için zemmedilmek yerine, hudutsuz medh ve takdir olunmaya layıktır.
Vatanını koruyabilmek için evvela nefsini emniyete almak zorundaki Padişah, Yıldız hisarı içinde teşkilâtlandırdığı iş şubelerini sımsıkı şekilde nefsine bağlar, kimsede şu veya bu türlü keyfi hareket imkanı bırakmazken, hükmettiği Türk, Arap, Arnavut, Çerkez ve daha nice milliyetleri bir arada barındırıp kaynaştırmak ve hepsinin üstünde Türk unsurunu en büyük çapta kıymetlendirmek siyasetini güdüyordu.
Bunun en büyük delili Yıldız'da teşkilâtlandırdığı Söğütlü Maiyet Suvari Bölüğüdür. Tüfekçilerin büyük kısımlarıyla Arnavud, bazı kıtaların da Arap olmasına karşılık Söğütlü Bölüğü saf Türktür ve kıymet kendisinde değil, devlet iradesini eline aldıktan sonra Pâdişahın teşkilâtlandırma fikrindeki ana ölçüdedir.
Bu Söğütlü Maiyet Suvari Bölüğü Abdülhamid Han'ın tam kıvamını bulmuş milliyetçiliğine en büyük şahittir. Altı asır evvel Anadolu'nun Bilecik ve Söğüt taraflarına yerleşen Karakeçili Oymağından devşirilme Söğüt Bölüğü, saf, temiz, lekelenmemiş, mert, cesur ve sadık Türk kanının en güzel nûmunesi olarak Abdülhamid tarafından keşfedilmiş ve bir fikrin heykelleştirilmesi gayesiyle, cicili bicili üniformalar içinde saray vitrininin içine alınmıştır. Bu vitrinde Söğütlü Bölüğünün mânası, «Zat-ı Şahane»nin millet ve milliyetçilik ölçüsünü pırıldatmaktadır.
Hepsi genç, tüvânâ, dev yapılı ve pırlanta ruhlu saffet tiplerinden bu 200 kişilik bölük "Zat-ı Şahane"nin, hiçbir maddi menfaat gütmediğinden emin bulunduğu yegâne birlikti. Astragan kalpakları, kırmızı ceketleri, zarif çizmeleri, eğerlerinde kılıçları ve ellerinde mızraklarıyla, at üstünde "Zat-ı Şâhane"nin arabasını takip ederler ve Sultanın hususi dairesini beklerler; yatak odası önünde yatarlardı. Hayatının korunmasını bunlara teslim etmiş olan Sultan, Söğütlü Bölüğü hakkında şöyle derdi:
—Onlar benim öz hemşerilerimdir.
İşte binbir çeşit içinde Abdülhamid Han’ın gerçek çeşidi ve Türkçü görüşü... Ulu Hakan üzerindeki, zulüm, adaletsizlik, müstebitlik gibi ithamlar hususî fasıllarda cevaplarını aldılar. Şimdi bu ithamlardan bir kısımını da, bu toplayıcı bahiste hülasa ettikten sonra büyük insanın sayısız müsbet taraflarından birkaçını ele alabiliriz:
Ben de Türk'üm...
Evet, Abdülhamid Han, milliyetçi bir Padişahtı ve bu duygusunun, esas bildiği ümmetçilik ruhunu örselemeksizin, aynı ruha tabi kılarak muhafaza etmenin sırrına ermişti. Onun gözünde her şey ruhi muhtevadan yani iman ve İslamdan ibaretti; kavimcilik de ancak bu ruhî muhtevaya liyakat, riayet ve hizmet belirttiği nispette tutunabilirdi.
Bu gâyeyledir ki, idaresi altındaki koca imparatorluğun, Arnavut, Arap, Çerkez, Laz. Boşnak, Tatar, Gürcü, Türk'e, yakın veya uzak bütün unsurlarını Hassa Ordusunda ve muhafız birliklerinde toplamış, bu arada ana vatan unsuru Mehmedcikler yatağı Anadolu ve Anadolulu'ya da daima aynı ölçünün emri altında, o ölçüye ehliyet bakımından hususi bir kıymet vermiş ve saf Anadolu çocuklarından bazı birlikler kurdurtmuştu.
Fakat, İslâmi gâyeye tabi bu milliyetçiliğini asla açığa vurmuyor ve bu nazik yol üzerinde bir ayrılık çıkmasından, daimi vehmi sayesinde kaygı duyuyordu. Bir vak'a, onun, bu milliyetçi cephesini pek canlı olarak gösterir. Kendisi daima bir demir karyola üzerinde sürdüğü gayet sade hayat planı içinde, bir sabah penceresini açıp bahçeyi seyretmeye başlar. 0 sırada Anadolulu bir bahçıvan çiçekleri ve tarhlan sulamaktadır ve Padişahtan haberi yoktur.
Bahçıvan'ın yanına yine Padişahtan haberi olmayan bir genç Arnavut subay gelir. Bahçıvan birdenbire farkına varamadığı bu subayın üzerine su mu sıçratır, ne olur, şu veya bu sebepten öfkelenen subay, bahçıvana :
—Pis Türk! Diye haykırır.
Ve işte o zaman, Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın pencereden sesini duyarlar:
—Unutmayınız ki, ben de bir Türküm!
Arnavut subay, Padişahı görünce donup kalır ve korkusundan hemen oracığa düşüp bayılır.
Abdülhamid, pencereye doğru koşanlara:
—Kaldırın şu patavatsızı buradan!..
Diye hitap eder ve gözden kaybolur.