A
bdülhamid Han çok gezen çok okuyan bir şehzadeydi. Yüzücüydü, atıcıydı, biniciydi. Kedi, papağan beslerdi. Gözünü karartıp ticarete atıldı ve Avrupa borsalarından hayli para kazandı.
Kitap kurduydu, tarihten yoruldu mu polis romanlarına dalar. Victor Hugo ve Conan Doyle'u orijinalinden okurdu. Yabancı neşriyatı takip eder, gelişmeleri izlerdi.
Elbiselerini yerli kumaştan diktirir, sade ve zarif giyinir, güzel kokuyu severdi.
Alaturka yer, kaymaklı kadayıfa, muhallebiye, soğanlı yumurtaya hayır diyemezdi. Kahve tiryakisiydi.
En büyük eğlencesi marangoz atölyesinde oyalanmaktı, birinci sınıf bir sanatkârdı, tahtayı damarından okur, mobilyaya yakıştırırdı.
Padişahlığı getirmiyordu aklına, bir de baktı ateşten gömleği geçirmişler sırtına.
O günlerde ipler Mithat Paşa’nın elindeydi, “sen gösterdiklerimizi imzala yeter” demişlerdi.
Önceleri izliyordu, meşrutiyet anlatıldığı gibi “hürriyet, müsavat, uhuvvet” değil; kaos ve kargaşa getirmişti. Mebusların sadece %40’ı Türk asıllıydı, kararlar yabancıların istediği gibi çıkıyordu.
Hele Ruslarla girişilen savaş pek manasız gelmişti, çok kayıp verilmiş, adamlar kapıya dayanmış, yüklü tazminat istemişlerdi. Balkanların çivisi çıkmıştı bu arada. Kanuni Esasi mütedeyyin müminleri darıltmıştı, Araplar “Şeriat-i Muhammediye yetmiyor muydu” demiş gönül koymuşlardı açıkça.
Sarayda Yapayalnız
Abdülhamid Han baktı her geçen gün durum kötüye gidiyor, ağırlığını koyup dizginleri ele aldı. Hayatında bir kere savaş kararı verdi onda da ordumuz Atina’ya girdi, Dömeke’den zaferle döndü. Bu gerekliydi, Yunanistan meselesine şimdilik sünger çekildi.
Abdülhamid Han sultanlığa hazırlanmadığı için adam yetiştirmemiş, kadro hazırlamamış, çevre edinememişti.
Monşerler, bürokratlar, alayı karşısındaydı. Sömürgeci İngiltere, İtalya, Fransa karşısındaydı, hırslı Almanya ile Avusturya karşısında, yılların hasmı Rusya yine karşısında.
Balkanlar barut fıçısı olmuş, Sırpı, Bulgarı, Yunanı, Makedonu, Hırvatı karşısında… Asırlardır birlikte yaşadığımız Ermeniler, Rumlar karşısında. Kurduğu mektepler ittihatçıların kontrolüne girmiş, Harbiyelisi, Tıbbiyelisi, Bahriyelisi karşısında.
İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Ziya Gökalp… Matbuat tamamen karşısında. Ali Suavi, Cemaleddin Efgani karşısında. Talat, Enver, Cemal paşalar, Yakup Cemiller, Resneli Niyaziler zaten malum… Hatta Said Nursi, Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi karşısında.
Peki bu kadar nefreti üzerine çekecek ne gibi bir suç işlemişti acaba? Herkese güvenmedi, sabırla takip ettirdi. Kimin eli kimin cebinde öğrendi, bir hamle sonrasını hissetti. Onlarca suikast atlattı. Oyuna gelmeyince, muarızlar iyice asabileşti. Ona kuşkulu derlerdi malum, iyi de şüphe ve ihtiyat devlet adamı için kötü bir şey değil ki. Keşke demektense yoğurdu üflemeliydi.
Affeder Kin Tutmaz
Ulu Hakan kimsenin canını yakmadı, ah almadı, bombalı araba ile Yıldız Suikastını gerçekleştiren Belçikalı terörist Jorris’i bile affetti, ülkesine yolladı.
Namık Kemal hakaretler, tehditler yağdırmış, mecliste çıngar çıkarmıştı. Sadece uzaklaştırıldı. Magosa yaşanmayacak bir yer değildi. Bilahare Midilli Adası’na mutasarrıf (bir nevi vali) olarak atadı. Orada geçinemeyince, Rodos’a yolladı. “Yok Sakız olsun!”, “Tamam olsun” dedi kırmadı. Vefat etti, mezarını bile Abdülhamid Han yaptırdı.
Namık Kemal vatan şairi de, Abdülhamid vatan haini mi? Ulu Hakan’ın vatanı daha az sevdiğini kim söyleyebilir?
Abdülhamid Han 33 yıl boyunca hudutlarımızı korumakla kalmadı bir asır sonrası için (bu günler için) yatırımlar yaptı. Osmanlı, bir an önce çelik işleyen güçler arasına katılmalı, topunu tüfeğini, muhribini, şimendiferini yapmalıydı. Muassır bir ülke için önce insan yetiştirilmeliydi. Sonrası yollar, raylar, ticaret ağı, hammadde, enerji ve sanayii… Ve bir de sükûnet tabii. Bu hassas dönemde asla savaşa girilmemeliydi.
Eksikleri Tepspit Etti
Dertli Sultan Avrupa’dan ne eksiğimiz var demiş tek tek tespit ettirmişti. Mesela modern tıpta açığımız vardı. Askerî ve sivil Tıbbiyeler açtırdı, hemşire mektepleri, Şişli Etfal (Tıfıllar- çocuklar) Hastanesi.
Pastör’e bizzat destek verdi, asistanlar gönderdi. Düşünün Pastör Paris’te çiçek aşısını buldu, iki hafta sonra da İstanbul’daki talebeleri aynı neticeyi elde etti. İki ekip birbirlerinden habersizdi.
İlk Kuduz Hastanesini (Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtırdı. Kayzer’den psikiyatri profesörleri istedi, onlara sivil paşa payesi verdi. Mazhar Uzmanları yetiştirdi. Sivil paşalık Avrupalı bilim adamlarının hoşuna gidiyordu. Düşünün apoletli üniformalarınız, korumalarınız, faytonlarınız, Çamlıca’da konağınız olacaktı. İstanbul zaten dünyanın en güzel şehri, üç beş yıl için denemeye değerdi.
Tulumbacılık bitmişti, Macar Sleçki’ye (O da sivil paşa) teşkilat kurdurdu, dünyanın ilk deniz itfaiyesini hizmete geçirdi. O güne kadar mimarlarımız usta çırak münasebeti ile yetişiyordu, akademik eğitim alsınlar diye Alexandre Vallaury ile anlaştı, ilk mezunlardan Feyzi ve Nizameddin beyleri Avrupa’ya gönderdi. Zonaro gibi bir ressamı İstanbul’a getirdi, kabiliyetli gençlere dersler verdirtti.
Yatırımı İnsan
Porselencilere, kuyumculara, saatçilere, mobilyacılara (tamirhane-i Hümayun) destek verdi, Donizetti Paşa’ya mızıka takımı kurdurttu, marşlar besteletti. Çocukları severdi, toplu sünnet merasimleri tertipler, mezuniyet törenlerine katılır, minikleri giydirir kuşatır, caizeler verirdi.
Asar-ı Atika Nizamnamesi ile tarihî eserlerin yağmasını önledi, ilk müze, ilk sergi derken Osman Hamdi Bey’i arkeolojik kazılar hususunda cesaretlendirdi. Tiyatroya, fotoğraf ve filme çok meraklıydı. Bunların ileride birer silah olacağını keşfetmişti. İmparatorluğun dört bir yanını ve dünya liderlerinin resimlerini çektirtti.
Abdülhamid Han sanayileşmiş bir Türkiye için "önce eğitim" dedi. Aleyhinde nümayiş yapsalar da elindekini avucundakini mekteplere vakfetti. İstanbul’da bilinen liselerin altında hep onun imzası var. İşte Vefa, Kabataş, Haydarpaşa, Çapa...
Hristiyan okullarına da Türkçenin iyi öğretilmesini emretti, Azerbaycan'da Türkçe yasağını kaldırttı, Paris’te İslam Külliyesi açtırttı. Kızların da okumasını arzulardı. Abdüllatif Subhi Paşa ilk kız sanat okulunu açmakta tereddüt edince “çekinme, arkanda ben varım” demişti.
Tahta geçtiğinde rüştiye sayısı 250’ydi, 900’e çıktı. 6 idadi vardı 109 oldu. İstanbul’da 200 ilk mektep varken 9 bine çıktı. Her yıl 400 okul açmak kolay değildi.
Yağmur Gibi Mektep
Sanayi-i Nefise Mektebi, güzel sanatların nüvesiydi. Hamidiye Ticaret Mektebi Alisi ise, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinin temeli. Aşiret mekteblerinde Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Trablusgarp, Kudüs, Bingazi sancaklarından muteber ailelerin 12 ile 16 yaş arasındaki çocukları alınır yetiştirilirdi.
Sultan kâğıt ürettirdi, Avrupa’dan matbaa makineleri getirtti, 6 bin eserin çevrilmesini sağladı, gençlere çocuklara ücretsiz dağıttı. Elindeki 30 bin kitabı (10 bini el yazması) Beyazıt Kütüphanesine bağışladı.
Doğu Türkistan’a gönderdiği askerî yardım ile soydaşlarımızı korumakla kalmadı, Pekin’de Hamidiye Üniversitesi kurmayı başardı, Paris'te İslam merkezi açtırttı.
Mekteb-i Hukuk, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Darülmuallimin (Öğretmen Okulları), Fransa’daki Ecole Ponts et chaussées numune alındığı Hendese-i Mülkiye Mektebi... İstanbul Darülfünün (Fen fakültesi), Diş hekimliği fakültesi, Bahriye Mühendishanesi, Askerî Tıp (GATA’nın atası), Kuleli, Kurmay Okulu, Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv. Tıp Fak), Mekteb-i Hukuk, Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret) Polis Mektebi, Bursa’ya İpekböçekçiliği mektebi, Dilsiz ve Âmâ mektebi, Bağcılık ve Aşıcılık mektebi, Orman ve Madencilik mektebi, Polis koleji, Çoban Mektebi...