M
eşhur Türk Seyyahı Abdurreşid İbrahim, “Alem-i İslam” kitabında, Bombay’da karşılaştığı Müslüman bir din adamı ile yaptığı sohbetten şunları kaydediyor:
Bilindiği gibi, Bombay önemli bir İslâm beldesidir. Burada çok güzel ve muntazam mescitler olup, bunlar arasında en büyüğü Cuma Camii dedikleri “Mescid-i Kebir”. Hindistan’da bu derece büyük büyük mescitler nadirdir. İçinde sekiz tane lüks lambası yanar. Vakıflarının senede yedi-sekiz bin lira geliri vardır.
Nuvayitlerin çoğu Şâfiî mezhebinden olup, Hadremut ve Yemen ile dâimi bir münasebette bulunurlar. Zaten neseben Arap oldukları muhakkaktır.
Hatip ve imamı Mevlevi Abdülmün’im Sahib, Bombay uleması arasında hayli gözü açık, oldukça âlim ve fâzıl olmakla beraber İngilizce de bilir. Hükümet nazarında da tanınan bir zat olup, bir derecede İngilizlerin siyasetlerini benimseyen bir adamdır. Bazı kimseler kendisini hafiyelikle de itham ederlermiş. Hutbede Halife adını zikretmez. Yalnız dua esnasında “Allah’ım Müslümanların sultanına, Müslüman askerlere yardım et ve Allah’ım dine yardım edenlere Sen de yardım et” (mânâsındaki) cümleyi üç kere tekrar etti.
Ben bir Cuma günü kendisine sordum: “Halifenin adını zikretmekte bir mahzur var mı?” Dedi: “Resmen bir mahzur yoktur, fakat lüzumuna, belki cevazına bir rivayet göremiyorum. Bununla beraber, söz açılmışken fikrinizi de öğrenmek isterim. Ehemmiyeti olmazsa bile, madem ki söz açılmıştır, bir mesele öğrenmiş olurum. Cevaz derecesinde fikriniz nedir?”
Ben: “Cevaz derecesinde şüphe yoktur. Bildiğiniz gibi yeni konulmuş şeylerden değildir. Başka ikna edici bir delil bulunmazsa bile, ‘Mü’minlerin hoş gördüklerini Allah da hoş karşılar’ sözü kâfidir, zannederim.”
“Asrımızda mü’minlerin umumî bir ihtiyaçları varsa, o da Hilâfet makamına olan bağlılıklarının devamıdır. Böyle bir ihtiyacımızı duaların kabul olduğu o zamanlarda Cenab-ı Allah’tan istersek, hiç şüphe yoktur ki, bunun güzelliğini inkâr edecek kadar bir Müslüman düşünülemez zannındayım. Siz de inkâr etmezsiniz.”
İmam:
“Benim de inkâr ettiğim yoktur, fakat bu Müslümanların Halifesi olan muhterem bir zatın vekilleri makamında olan konsolosları dâima bizleri o makamdan nefret ettiriyorlar. İşte şimdi burada bir konsolos var, biz bu adamı kat’iyen camilerde göremiyoruz. Bayram namazını bile Müslümanlar arasında geçirdikleri yok. Şapka başında, madam koltuğunda, yerli Müslümanlardan kimseye selâm vermez. Eğer bunlar vekiller ise Halife olan müvekkil için bir kusur ve ar değil mi? Bu gibi durumları düşündükçe insan üzülüyor. Artık isimlerini bile mukaddes makamda zikretmekten utanıyorum.”
Ben: “Bu hususta ben sizin fikrinize iştirak edemem. Hazret-i Peygamber Velid bin Ukbe’yi Benî Mustalık’a gönderdi. Bu adam hakkında ‘Eğer size bir fasık bir haberle gelirse onu araştırın’ “ayet-i kerimesi geldi. Fasıklığı âyetle sabit olan bu adamı Hazreti Osman (Radyallahûanh) tekrar emirlikte çalıştırdı. Hazreti Ömer (Radyallahûanh) de Kudame bin Mâzun’u Bahreyn Emirliğine tayin etti. Halbuki önceden içki içtiği için Hazreti Ömer ona had vurmuştu. Halbuki Bedir Savaşı’na iştirak eden Sahabîlerdendi.”
“Bu İslâmın ilk devirlerinde Halifeler tarafından vali olarak tayin olunursa, zamanımızda konsolosların kusurlarıyla Halifeyi ithama hakkınız yoktur. Bilhassa siz Sünnî olduğunuz için Aşere-i Mübeşşere’den olan halifelerin aleyhinde bulunamazsınız.”
Bu şekilde karşılık verdiğim zaman biraz da sinirime dokunmuş, canım da sıkılmıştı. Hiddetlenerek dedim: “Bütün Hindistan âlimlerine muhalif bir ameli nasıl iyi karşılarsınız?”
Mevlevi Abdülmün’im Sahib mülâyim bir şekilde insaf dairesinde hiç gücenmeden dedi:
“İnancınızı muhafaza ediniz. Ben Hilâfet makamına hürmet beslerim. Kat’iyen bozuk bir düşüncem yoktur. Belki sadece kendi fikrimi istifade niyetiyle size arz ettim. Hindistan ulemasına muhalif derseniz, ben de onlara mukabil ‘Onlar da adam, biz de adamız’ diyebilirim. Bununla beraber, Hilâfet makamına bütün Müslümanların ayrıca bir hüsn-ü zannı ve itikadları vardır. Bilhassa bizim Hindistan Müslümanları Osmanlı Halifelerine çok samimî bir inanç bağlamışlar. Her ne kadar şimdilik Mehmed Reşad’ı tanımıyorlarsa da, Abdülhamid’in makamını çok büyütmüşlerdi. Hele Hicaz demiryolu münasebetiyle Sultan Abdülhamid Han, Hindistan Müslümanlarının kalbinde büyük bir yer etmişti. Herhalde biz de Hilâfet makamını takdis ederiz. Şüphe yoktur ki, kalblerimiz daha büyük olmalarını arzu eder de bu sözleri söyletir.” Allah’a emanet ederek ayrıldık.