smanlı
iki hükümdar gördü. Biri
dünkü padişah, diğeri bugünkü
padişah. Harp bunları yan yana yaşamaya mecbur etti. Her ikisi hemen karşı
karşıya iki sarayda bulunuyorlar. Aralarını Boğaziçi sularının
genişliği ayırıyor.
Harp
ilan olunduğu zaman Sultan Hamid Han henüz Selanik’te bulunuyordu. On iki
zabit, kılıç elde silah belde gece gündüz onu muhafaza ediyorlardı. Bir defa
Noradonkiyan Efendi’ye Sultan Hamid’den bahsetmiştim, sözümü keserek demişti ki;
Abdülhamid
tamamıyla çocuklaşmıştır. Ne
olup ne geçtiğini bilmiyor.
Hiçbir şeyi haber alamıyor.
Kendisine hiçbir gazete
verilmeyeli iki sene oluyor. İlk defa kendisini gazetesiz bıraktıkları vakit
haykırdı; “Canım neyi isterse okurum.” dedi.
Cevaben:
Gazeteler
hakkınızda münasebetsiz yazılar ile doludur. Canınızı sıkacak bir durumdan sizi
korumak için böyle yapıyoruz, denildi. Israr etmedi.
Filvaki, “Doğru,
gazeteler benim hakkımda budalaca şeyler yazıyorlar artık hiçbirini okumayacağım” dedi. O günden
sonra Abdülhamid Han dünyada olup biten şeylerden tamamıyla haberiz yaşadı.
İşte
gerek hariciye nazırı, gerek hükümet, Sultan Abdülhamid Han’ı bir sır ve gizlilik duvarıyla
kuşattık zan ediyorlardı.
Bilmiyorlardı ki, zamanımızda yarılmayan yıkılmayan duvar yoktur. Sonra
muhafaza ettikleri zât hakkında bizzat korkuya kapılıyorlardı.
Hâlbuki
hadiselerin zorlamasıyla, Sultan Abdülhamid Han’ı Selanik’te bırakmaktansa, İstanbul’a getirmek
gerektiğine karar verildiği zaman mesele meydana çıktı:
Abdülhamid
Han bunu kesinlikle reddetti.
“Beni
buradan ancak cebren çıkarabilirsiniz” dedi.
Hükümet
buna karşı şiddet göstermeğe cesaret edemedi.
Ama
durum gittikçe kötüleşiyordu. Yunanlılar
Selanik’ten bir iki günlük mesafede bulunuyorlardı.
Eski
hükümdar, düşmana esir düşmek tehlikesine maruz bırakılamazdı. Binaenaleyh
onayını almak için Almanya’ya
müracaat edildi. Osmanlı imparatorluğunun yapısından olmalı ki karşısında daima
karşılaştığı her zorlukta Almanya’yı arıyor.
İşte bu
sefer de İstanbul’da bulunan Almanların gemisi Abdülhamid Han’ı getirmeğe memur edildi. Saray
hanedanına mensup ve eski Sultanın damatlarından iki kişi de vapurda
bulunuyordu. Selanik’e varır
varmaz Sultan’ın bulunduğu köşke gittiler.
Sultanı
İstanbul’a dönüş için ikna etmeğe çalıştılar.
Lakin kararından vazgeçirmeğe
muvafık olamadılar. O zaman son çareyi
düşündüler. Geminin süvarisi, Alman bahriye üniformasını giymiş olduğu halde
Abdülhamid Han’ın karşısına
çıktı. Abdülhamid o zaman kararını değiştirdi.
“Kayser’in
namusuna, dostluğuna itimad ederim. Sizi dünyanın öbür ucuna kadar takibe hazırım.” dedi.
Bir saat
sonra gemide bulunuyordu. O esnada iki hadise meydana geldi. Bunlar gemide
bulunanlar için tamamen yeni
bir keşif idi. Pek büyük hayreti mucip oldu. O zamana kadar Abdülhamid Han’ın anlayışı tamamen kaybolmuş,
tamamen hafızası zayıflamış zannediliyorken fevkalade açık bir fikre, eşya
hakkında tam bir anlayışa malik olduğu görülmüştür. Abdülhamid Han hayatında 20 kelime Fransızca söylememişti. Daima Fransızca bilmez
gibi görünüyordu.
“Bir
senede iki mağlubiyet çok değil mi?” dedi.
Bununla
Trablusgarp ve Balkan yenilgilerini işaret ediyordu. Alman imparatorluk
ailesinin hal ve hatırını sordu. Hemen hepsini tanıyordu. Kendisine Baron
Mareşalin vefatını söylediklerinde
içini çekti. Bilmediği bir bu hadise vardı. “O
benim dostumdu” dedi.
Sherlock
Holmes yazarının, bu eserin devamını sürü sürdürmediğini sordu. Çünkü bu
kitabın yazarını severdi. Bir gün şöyle demişti:
“Bu
kitabın yazarından iyi bir emniyet müdürü olurdu.”
Seyahat
esnasında iştahla yedi, içti.
Hazır tutulan banyoyu kullanmadı. Halbuki banyoyu severdi. Seyahat esnasında
kendisine gösterilen saygıdan
dolayı Alman imparatorunun şahsına teşekkür etmesini gemi kaptanından rica
etti. Etrafındakilere çeşitli
hediyeler verdi. Bir akşam üstü gemi, boğaz içinde Asya’nın güzel sahillerine doğru ve Beylerbeyi sarayının tam önünde demirlediği zaman Sultan
Abdülhamid Han bir kere irkildi. Vapurun merdivenin inerken, sallandığını,
tereddüt ettiğini herkes gördü.
Merdivenden indi. Karaya çıkarmak için
kendisini bekleyen sandala geçti.
Aynı zamanda diğer bir sandal haremlerinden on kadar kadını ve iki harem
ağasını ve beraberinde gelen oğlunu, yani son çocuğunu
getiriyordu.
Beylerbeyinde,
asıl sarayda kalmak istemedi. Burada bir vakitler bir Fransız imparatoriçesi de oturmuştu. Sultan sarayda oturmaktansa tenha bir yerde bir
köşkte oturmayı tercih etti. Sonra yine eski yalnızlığına, küskünlüğüne döndü. Ve ailesinden başka bir şey düşünmemeğe başladı. Bin türlü gürültülerle yiyecekler alınmasını istedi. Aynı zamanda
harbiye nazırı iki gün sürekli olarak onun isteklerini karşılayacağım diye
uğraştı.