S
on bir asırdaki ilk ve orta mektep tarih kitaplarında kısacık, kifâyetsiz ve çarpık Osmanlı Tarihi derslerinde Abdülhamid Han, müstebit gibi karalamalara maruz kalmaktan başka fotoğrafının altında da ismi yazmaz, isim olarak “Kızıl Sultan” ibaresi yer alırdı.
“Kızıl Sultan” iftirası, Fransız tarihçi Albert Vandal’a aittir. Niye Kızıl Sultan? Bu müfteriye; iftira atana göre Abdülhamid-i Sâni, Ermeni kanı dökmüştür; eli kana bulandığı için “Kızıl Sultan”dır!
“Dünya tarihinde meşhur yalanlar!” diye bir derecelendirme yapılsa seçici hey’et eğer insaflı insanlardan meydana geliyorsa bu yalanıyla mezkûr Fransız, birinci olur.
Albert Vandal’ın bu “Vandallığı”, evvela II. Abdülhamid Han’ı bir tertip darbeyle deviren İttihad ve Terakki komitacılarının, sonra da Erken Cumhuriyette mazi ve ecdada şaşı bakanların işine yaradı. Ademe mahkûm etseler; yok saysalardı bu anlaşılabilirdi; çünkü hem devirip, hem idareyi değiştirip hem de övünce bunun izahı zor olurdu. Lakin hem Geç Meşrutiyet ve hem de Erken Cumhuriyet’te Osmanlı gibi O’nun son zirve ismi olan Türklerin Hakanı, gayrimüslimlerin Hükümdarı, Müslümanların Halifesi Abdülhamid Han da hiç bir insaf ölçüsü tanımadan karalandı. O kadar ki işte o Fransız Vandal’ının iftirası, hakareti kimsenin kanına dokunmadan geçmişimize ve büyüklerimize karşı döküntü malzeme olarak kullanıldı.
Edebiyat iklimi bir yana bırakılırsa Fransızların tarih vâdisinde bizi ilgilendiren iki ‘Vandal’ı vardır. Biri menfidir, diğeri müsbet. Biri, sözünü ettiğimiz bahsettiğimiz Albert Vandal, diğeri Albert Sorel’dir…
Üsküplü olan ve o güne kadarki hayatı ailesinin taşınmaları yüzünden Üsküp’le Selanik arasında geçen istikbalin Yahya Kemal’i Ahmed Agâh, 1902’de 18 yaşındayken orta tahsil için Payitaht’a; İstanbul’a gelir. İktidarda Abdülhamid Han vardır. Bu Sultanın başlattığı büyük maarif hamleleri neticesi olarak kurduğu mektep, medrese, Harbiye gibi eğitim kurumlarında okuyan gençlerin çoğunluğu, çok gariptir ki, şükran duyguları yerine kendilerine bu imkânı hazırlayan Padişah’a sert şekilde muhalif olarak buralardan mezun olurlar.
Aralarında; muhalefet etme, hürriyeti tatma adına Avrupa’ya; başta Paris olmak üzere Londra, Berlin, Roma gibi şehirlere kaçma cereyanı almış başını gitmektedir. Başşehir’e gelmesinin birinci yılında 19 yaşındayken Ahmet Agâh da gizlice Paris’e gitmeyi kafaya koyar. Nihayet bir gün Marsilya’ya hareket edecek bir vapur idaresiyle anlaşır. Gemiye; bir anlamda yabancı bir toprağa adım atar atmaz o âna kadar gizlediği bir fötr şapkayı çıkarıp kafasına geçirir. Onu bu hâlde gören ve Müslüman olduğunu bilen diğer bazı yolcular, neden böyle yaptığını sorarlar. Şair, hatıratında hatırasının bu faslını anlattıktan sonra sual sahiplerine şu cevabı verdiğini nakleder:
-Padişaha inat!..
Bu hâlet-i ruhiye ve bu nefrete varmış muhalefetle Paris’e varan Ahmet Agâh, Sorbon Üniversitesi Mülkiye Mektebine kaydolur. Bu şehirde firarî olarak yaşayan birçok meşhur Jön Türk’le tanışır. Tarih dersine Albert Sorel gelmektedir. Bu ilim adamının anlattığı Osmanlı Tarihi, Ahmet Agâh’ın maziye dair bütün bildiklerini altüst eder. Profesörün derslerinin müdavimi olur. Abdülhamid Han’a karşı duydukları dahil bütün ezberleri, bütün peşin hükümleri yıkılır. Kendini tarih araştırmalarına verir. Bu faaliyetler derslerinde aksamaya yol açar. Bunun üzerine Fransızcası da ilerlemiş olduğu için Edebiyat Fakültesine geçer. Ancak orayı da bitiremez. Tarih araştırmaları, O’nda Türk tarihiyle alâkalı tez sahibi olma cesaretini doğurduğu gibi tarih ve edebiyata dair çalışmaları, 20’nci asrın en büyük dîvân şâiri olma melekesini de besleyecektir. İleride Türk Tarihi’ne dair şu görüşü ortaya koyacaktır:
-Tarihimiz, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle başlar!
Ahmet Agâh, muhalif olarak terk ettiği İstanbul’a 1903’te muvafık bir genç olarak geri gelir. İnanıyoruz ki ‘Ahmet Agâh’lıktan ‘Yahya Kemal’liğe geçecek olan bu gençteki yanlışı terk etme, doğruyu bulma talihinde esas sebep; şâir Leskofcalı Gaalib’in yeğeni olan anacığı Nakiye Hanım’ın O’na küçük yaşlarından itibaren okuduğu Muhammediye Kitabıyla “Allah, iyilerle karşılaştırsın” vâri dualarıdır.
Yahya Kemal, İstanbul’a gelip mecmualarda şiirleri çıkmaya başladığı orta yaşlarında Nev Yunanîlik; Yeni Yunanilik diye bir savrulma dönemi yaşamışsa da ana duası, O’nu bir zırh gibi korumuş ve nihâyetinde edebiyatımızda Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı yazabilecek çapta bir büyük şair ve mütefekkir doğmuştur. Devrin yönetim sahibinin “benim için tek mısra bile yazmadın!” tehditkâr sitemine ve “nedir bu aruz şiiri sevdası” yollu kınamasına rağmen O, dalkavukluk yapmamış ve doğru bildiğinden sapmamıştır. Aksine “Söz Meydanı” adlı bir naat-ı şerîf; Sevgili Peygamberimizi -aleyhisselâm- öven bir şiir yazmıştır. Ne var ki hissettiği baskı yüzünden olsa gerek bu şiirinin naat-ı şerîf olduğunu da kimin için yazdığını da alenen beyân edememiştir.
Erken Cumhuriyet’te, Tek Parti istibdadı günlerinde, tarih kitaplarında dağılmayı, 33 sene engelleyen büyük bir Padişaha “Kızıl Sultan” dendiği zamanlarda, yarı aydınların içine düştükleri ihanet çamurunda Osmanlı’ya hakaretler yağdırırken Yahya Kemal, fikir hayatımızda şiirleri, sohbetleri ve yazılarıyla bu topraklarda Osmanlı muhabbetinin yeniden neşv-ü nemâ bulmasında; dirilişinde öncülük etmiştir.
Albert Vandal, hınç dolu “Vandallığıyla” bu toprakların onlarca gencinin zihnini çalmış olsa da Albert Sorel’in istikametini düzelttiği bir isim, hepsini arkada bırakıp tarihimize, medeniyetimize dair doğru düşünmeye vesile oldu.
A. H. Tanpınar’ın Huzur’undan nakille bir Albert Sorel sözüne kulak vermek mümkündür:
-Dünya, gömlek değiştireceği zaman, hâdiseler, kaçınılmaz olur…
Şu vecîzeler de Yahya Kemal’den. Şairimiz, Madrit’te sefir-i kebîrdir. İspanyol misafirleri vardır. Konuşma esnasında Türkiye’nin nüfusunu sorarlar. O sırada 20 milyon kadarız. Büyükelçimiz 60 milyon der. Konuklar, şaşırırlar “nasıl olur?” Üstad şair cevabı verir:
-Biz Türkler, ölülerimizle birlikte yaşarız!..
Nitekim bu cümlesi de o fikrini destekler:
-Mezar taşları, şehirlerimizin zenginliğidir!
Doğru değil mi?
Eyüpsultan, Karacaahmed, Topkapı, Edirnekapı, Kozlu… gibi mezarlıkların bir ân için olmadığını düşünelim; İstanbul, ne kadar fakirleşir.
Kabri, Boğazkesen Hisarı’nda çok sevdiği Fetih Şehîdleriyle beraber Kayalar mezarlığındadır.
Allah, rahmet eylesin.