S
ultan Abdülhamid Han’ın 9 kızından; Ayşe sultan: 1877’de İstanbul’da yıldız sarayında doğdu. Annesi Müşfika hanımdır. 1960’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Beşiktaş’ta Yahya Efendi kabristanındadır; Şadiye Sultan: 1886’da İstanbul’da yıldız sarayında doğdu. Annesi Emsalinur hanımdır. 1997’de İstanbul’da vefat etti. Kabri Divanyolundaki Sultan Mahmut türbesindedir.
1909 yılında Sultan Abdülhamid Han İttihatçılar tarafından tahtan indirilip Selanik’e götürüldüğü vakit kızları Ayşe ve Şadiye Sultanlar da babaları ile beraberdiler. Alatini köşkünde bir müddet kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a döndüler, evlendiler çocukları oldu.
Cumhuriyetin ilanından sonra saltanat ve ardından da halifelik kaldırıldı. 3 Mart 1924 tarihli kanunla Osmanlı hanedanının kadın ve erkek mensupları 3 gün içerisinde sınır dışı edildi. Ayşe ve Şadiye sultanlar bu defa da eşleriyle Fransa’ya gittiler. 16 Haziran 1952 tarihinde çıkarılan bir kanunla Osmanlı hanım Sultanlarına Türkiye’ye giriş yasağı kaldırıldı. Böylece yeniden ana vatana döndüler. Her ikisinin hatıraları ‘‘Babam Abdülhamid” ismiyle kitaplaştırıldı. Bu hatıralardan bazı kısımları özetleyerek aşağıda takdim ediyoruz:
Ayşe Osmanoğlu diyorki:
Rahmetli Babam orta boyluydu saçı ve sakalı koyu kumraldı. Burnu yüksekti. Osmanlı Hanedanın alametini taşıyan biçimdeydi. Gözleri yeşil ile mavi arası ela idi. Bakışları gayet zeki ve hassastı kaşları kalın olmayıp, yine Osmanlı Hanedanına mahsus bir tipteydi. Kuvvetli zekâsını gösteren anlı açık ve yüksekti. Elleri orta büyüklükte ve biçimli ayakları da ne küçük ne büyüktü. Sesi tatlı ve gürdü. Sözleri zevkle dinlenirdi. Fikirlerini ve meramını fevkalade bir ifade ve nezaketle anlatmaya muktedirdi. Daima sade giyinir ve hiçbir zaman alayişten hoşlanmazdı.
Günde üç dört defa abdest alır namazını muntazam kılardı. Seccadesi Hereke fabrikasında yapılmış bir halıydı. Nereye giderse kolaylıkla götürürdü. “İpekli üzerinde namaz kılmak caiz değildir.” Derdi. Tesbihi daima cebindeydi. Yeşim taşındandı. Âdeti erken yatıp erken kalkmaktı. Sabahları güneşten evvel kalkıp hamama gider, banyosunu alırdı. Hamamın dış katında oturmak için bir sedir yapmıştı. Orada oturup giyinir. Sabah namazını oracıkta kılar sonra kahvaltısını yapardı.
İşi çok olduğu zamanlar gece yarılarına kadar Mabeyin de kaldığı olurdu. İşi olmadığı zaman yatsı namazından sonra yatak odasına çekilirdi. Saate, vakte pek bağlıydı, diyebilirim ki her işini saate bağlamış, düzgün ve yeknesak bir ömür geçirmiştir. Harem kapısının önünde Söğütlü Alayı kumandanı Mehmed Efendi yatardı. Gece yatak odasında kitap okuttururdu. Uykuya dalıncaya kadar okunur uyuduğu hissedilince yavaşça kalkıp çıkılırdı.
Babam doğru ve tam dini itikada sahip bir Müslümandı. Beş vakit namazını kılar Kuran-ı kerim okurdu. Gençliğinde Şazeli tarikatine girmişti. Memlekette bir hastalık olduğu zaman “Buhar-i Şerif”, “Hizb-el-Bahr” okunurdu. Babam, “Buhar-i Şerifi” hususi suretle bastırmış bütün Müslüman memleketlere camilere hediye etmişti. Bana da hediye etti, bir nüshasını hala saklarım. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam etmesini çok isterdi. Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezan-ı Muhammediye okunurdu. Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen!” derdi.
Gerek hanımlarının gerekse kızlarının resmi işlere karışmasını asla istemezdi. Terbiye hususunda pek dikkat ederdi. En küçük kusurları dahi hoşgörmez kendisi ile yüzgöz etmezdi. Bir kusurumuzu gördüğü hissettiği zaman bizlere bir şey söylemez, analarımıza haber gönderirdi. Çok sade giyinmemizi isterdi, cicilibicili bir şey giymemizi istemezdi. Yakalarımız hafif açık olabilirdi, ama kollarımız tamamen kapalı idi. Kimseye ‘‘Sen” diye hitap etmediği gibi cariyelerine bile ‘‘Getiriniz” ve “Götürünüz” gibi nazikâne şekilde emir verirdi. Bizlere ya kızım veya sultan diye hitap ederdi.
Marangozluğa olan merakı babasının zamanında başlamıştır. Avrupa’dan yeni sistem birçok aletler getirmişti. Yaptığı birçok sedefli oymalı eşyalar Yıldız da idi bunların şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Babam gençliğinde denize girer, pekiyi yüzer, ata biner, araba kullanır, kürek çeker, yelken kullanır, tabanca ile atıcılık yapar. Babam, ‘‘Gençliğimde kılıç talimleri yapardım.” derdi. Bilhassa binicilikte çok ustaydı.
İmparatoriçenin Harem Ziyareti
Osmanlı saray ve devlet protokolünde kadınlar yabancı erkeklerle bir araya gelmezlerdi. Ancak ziyarete gelen yabancıların hanımları saraydaki Sultanlarla görüşebilirlerdi.
Alman İmparatoru Wilhelm’in İstanbul’a ikinci gelişinde İmparatoriçe’nin Harem ziyareti hakkında Ayşe Osmanoğlu şöyle diyor:
‘‘Wilhelm 1899'daki ikinci gelişinde en küçük hemşiremiz Refia Sultan buket takdim etmiş, Valide Sultan, Bidar Kadınefendi, Seniha ve Mediha Sultanlar, Sultan Murad'ın kızları Hatice ve Fehime Sultanlar ve biz hemşireler Hünkâr Sofası'ndaki büyük salonda İmparatoriçe ile görüşmüştük. Babamın kolunda, Şale Köşkü'nden gelen İmparatoriçe'ye sırmalı elbiseleriyle haremağaları, musahipler iki sıra durarak tazim resmini ifa etmişlerdi. Alaturka giyinen kâtibeler, hazinedar usta, salonun dış kapısında durmuşlar, bütün gümüş şamdanlar, fenerler, avizeler yakılmış, İmparatoriçe'ye mutantan bir kabul resmi yapılmıştı. Valide Sultan'la Sultanlar, İmparatoriçe'yi salonun kapısından karşılamışlar, tercümanlık Artin Paşa'nın kızı tarafından yapılmıştı. Takdim merasiminden sonra büyük kânapenin ortasına İmparatoriçe oturmuş, sağında Vâlide Sultan, solunda babam yer almıştı. Bütün Sultanlar da sırayla oturmuşlardı.
Bu kabul töreninde Sultanlar beyaz alafranga elbiseler giymişler, nişanlarını takmışlardı. Ayrıca büyük Sultanların başlarında taçları da vardı. Vâlide Sultan'la hazinedar ustanın ve kâtibe'lerin kıyafetleri İmparatoriçe'nin dikkatini celbetmiş, pek beğendiğini söylemişti. Hattâ kâtibe'lerden bazılarını huzuruna celbederek dikkatle bakmıştı. İmparatoriçe ile mülakat bir buçuk saat kadar sürdü. Yine geldiği gibi babamın kolunda Şale Köşkü’ne gitti.”
Yaşmak Tutunmam
‘‘Bir Cuma günü selamlık merasiminde çıkmıştım. Hiç unutmam, o gün pembe bir elbise giymiştim. Babam camiden çıkarken merdiven üzerinde biraz durup arabaların tarafına bakmıştı. Harem arabalarından padişahı selamlamak adet değildi, ben de bu sebeple arabanın penceresinden kendimi gösteriyor, gülerek bakıyordum. O günün akşamı annemle yemekte otururken, “Bugün kızımı arabada gördüm, uzaktan yaşından çok büyük gözüküyor, bilmeyenler onu büyük bir kız sanırlar, önümüzdeki haftadan itibaren yaşmaklanması lazımdır, bundan sonra açık çıkmasın.”, emrini verdi. Annem, “efendiciğim nasıl olur yaşı pek küçük” diye itiraz ettiyse de babam “Kadınım! Yetişmiş kızını açık gezdiriyor demezler mi zannediyorsun? Ne zaman olursa yaşmaklanacak değil mi şimdiden örtünmeye alışmış olur” cevabını verdi.
Ertesi hafta feracem hazırlanmıştı. Rengi yine pembe idi. Önü aşağıya kadar sırma işlenmişti. İncili yaşmak iğneleri yapılmıştı o gün fevkalade bir hevesle giydim. Sarayın bütün eski kalfaları “Hayırlı uğurlu olsun” dualarıyla annemi tebrike geldiler.”
Yaşmak Hakkında Şadiye Sultan da şöyle diyor:
‘‘Yaşmak ve feracelerimiz meşhurdur, kadınların yüzüne bunlar kadar letafet veren tuvalet enderdir. Yaşmak ince bir tülden ibarettir, bunun bir kısmı saçlara elmaslı iğnelerle mahirane bir şekilde rapt olunur ve başa güzel bir şekil kazandırıldıktan sonra, diğer kısım göz ve kaşları açıkta bırakacak tarzda ağız ve burun kısımları örtülürdü. Saraydan, ayrıldığım daha sonraki yıllarda Avrupalı dostlarımla bu mevzuyu müteaddid defalar konuştuğumuz vakit, yaşmak ve feraceye hayranlıklarını izhar etmişler ve ‘Biz sizin yerinizde olsaydık bunları terk etmezdik’ demişlerdi. Yaşmak ve feracenin altında kendimi bir genç kız olarak hissetmek için çocukluk devrelerimin geçmesini sabırla beklemiştim.”
Şadiye Sultan babası hakkında da şunları kaydediyor:
‘‘Babam içki içmez, içenleri hoş görmezdi, saraya sokulmasına da yasak etmişti. Sigara ve kahveyi severdi hatta sigara çok içerdi diyebilirim. Sıhhatli bir erkekti, sağlam bir bünyesi ve idmanlı bir vücudu vardı. Küçüklüğümde onu bir defa hastalandığını hatırlarım. Çok az uyurdu. Beş vakit namazını kılar daima Kuran-ı kerim ve Buhar-i Şerif okurdu dindar, Allah’ına bağlı büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı.
Çok çalışkandı. Devlet ve millet işlerinden iyi anlar ve onlarla meşguliyeti canı kadar severdi. Kâtipleri ve mabeyincileriyle beraber çalışır, günün mühim bir kısmını onlarla beraber geçirirdi. Cuma selamlığından dönerken tek atlı faytona biner ve kendi kullanırdı. Yemekler gayet sade idi, yoğurt ve yoğurtlu yumurtayı (Cılbır) çok severdi. Babama candan gelen bir neş’e, sevgi dolu gözlerle bakardım. “Çocuğum senin güzel yüzünün ve ahlakının meftunuyum” derdi. Babam, milletini delicesine severdi. “Ahmet”cik, “Mehmet”cik sözlerini kullandığı vakit, öz evlatlarından bahsediyormuş gibi yürekten sevgisi derhal yüzünden okunurdu.
Babam hayvanları da çok severdi. Şeri isminde bir köpeği, beyaz Ankara kedisi ile beyaz papağanı yıllarca ona arkadaşlık etmişlerdi. Papağanı, odası dışında konuşulan şeyleri babama gayet güzel bir şekilde telaffuz ve sadakatle tekrar ederdi. Bu üç hayvan beraber oynaşırlar, beraber gezerler, babamın yanında da beraber bulunurlar, ondan kendilerine aynı alaka beklerlerdi. Diplomasiden çok iyi anlardı. İhtilafları Sulh ile halletmek, onun devlet idaresindeki yegâne siyasi düsturu idi. Babam sefirleri umumiyetle Cuma selamlığından dönüşünde kabul eder, kıymetli hediyeler vererek onları maksadına göre, sevk ve idare etmekte büyük bir maharet gösterirdi.
Çocukluk zamanımda Yunan harbi oldu. Hatırladığıma göre, haremdeki hanelere top top bezler getirilip dağıtılmıştı. Yaralı askerler için gecelikler dikilirdi. Hizmetçilerimizle beraber sabahın erken saatlerinden gece uyku saatine kadar, dikiş makinelerimizin başında, bizden istenilen sayıda giyeceği yetiştirmeye çalışırdık. Bu hummalı faaliyet bütün muharebe müddetince devam etti. Ben de çamaşırlara düğme dikerdim. Aklımca büyük iş gördüğümü sanırdım. Babam aramıza gelir; ‘‘Aferin evlatlarım Allah sizden razı olsun, vatan için çalışmak ne tatlıdır. Allah vatanımızı düşmanlardan muhafaza buyursun!” derdi.
Biz bu sözlerden kuvvet ve şevk alırdık, zaman kaybolmasın diye gözümüzü iğnemizden ve makinemizden ayırmaksızın onu dinlerdik. “Vatan! Vatan!” babam bunu bize ne kadar çok söylemişti… Yunan Muhaberesinde Talimhane köşkünün bir kısmını hastane yapmışlardı. Yaralı askerler geldikçe onlara nasıl ihtimam edeceğimizi bilemezdik. Babam bizzat buraya gelir; “Ahmet”ciklerini, “Mehmet”ciklerini okşar hatırlarını sorardı. Yaralılara evlerimizden sigara, şeker ve saire hediyeler gönderirdik.”
Abdülhamid Han, lehinde ve aleyhinde en çok konuşulan, kitap yazılan bir padişahtır. Yerli ve yabancı pek çok fikir adamı, büyük bir siyasi deha olduğunu ifade etmektedirler. Kızlarının hatıralarından da, tertipli, prensipli, çalışkan; ailesine ve milletine çok şefkatli, merhametli olduğu anlaşılmaktadır.