Cinque Terre
Dil ve Kültür Ö. Serdar Akın
B

ilindiği üzere, kendilerine “özleştirmeci” adını yakıştıran zümre, aslında dilde ve dolayısıyla da kültürde tasfiyecilik yapmaktadır. Yani maksatları, Türk Dilinin yaşayan kök ve ekleriyle yapılan yeni kelimeler, kavramlarla zenginleştirilmesi değil babalarımızın konuştuğu dili ölü bir dil haline getirerek, yeni sosyal-kültürel bünyeye göre yeni bir dil meydana getirmektedir. Daha doğrusu, vücuda getirilecek yeni “dil”in farklı yapı ve muhtevası ile amaçladıkları düşünce vasatını şartlandırmak, istedikleri düzeni yürürlüğe koymaktır.

Tasfiyeciler, yaptıkları işe “özleştirme” adını vererek, Milliyetçi Türk halkını en hassas hislerinden vurmuşlardır… Güya, yabancı kaynaklı kelimeler yerine Türkçe köklü kelimeler koyuyorlarmış!

Unutmamalıyız ki, hedef seçtikleri kelimeler, hususiyle tarihi ve milli Türk-İslam sentezinin yeşerttiği ve yaşattığı kavramları karşılayan kelimelerdir.

Millî kültürümüzün bin senelik bu temel yapı taşlarını “yabancı” ilân etmelerinde, şuursuzluktan öte, kasıt aramak gerekir. Uygulama da nasıl bir neticeye ulaşıldığını bir misalle görelim:

“Millî Mücâdele” deyiminin karşılığı olarak uydurma dilde “ulusal savaşım” teklif edilmektedir! Kelimeler ve deyimler sözlükteki yuvarlak manaları ile değil, kullanışta asırlar boyunca kazandıkları mânâ birikimleri ile yaşarlar. “Millî Mücadele”, bizim dilimizde, bu milletin müstevlilere karşı verdiği bir ölüm-kalım savaşını, daha açık bir ifade ile Türk’ün, Kurtuluş Savaş’ında yedi düvele karşı verdiği çetin imtihanı ve kazandığı kesin zaferi anlatır.

“Ulusal savaşım” ise, solcu çevrelerin uydurup ayağa düşürdükleri bir tabirdir ve onların tarifiyle “proleteryanın burjuvaziye karşı vereceği kavga” mânâsındadır. Kısacası, muteber (!) bir kurumun yayınladığı sözlüklerde birebir mânâ ilişkisi halinde verilen bu kelimeler arasında hiçbir suretle mânâ eşliği yoktur. Çünkü bunlar, farklı semantik sahalara ait mânâ unsurlarıdır. Burada yapılan şey, “özleştirme” adı altında, Milliyetçi bir kültür unsurunu dilden ve zihinlerden silerek, yerine Marksist bir düşünce unsurunun yerleştirilmesi çabasıdır.

Dil ve kültür arasında organik bir bütünlük varlık. Birisine yapılacak herhangi bir müdahalenin diğeri üzerinde de tesirini aynen göstermemesi mümkün değildir. Bu bakımdan, dile yapılacak herhangi bir müdahalenin, aslında o dilin bünyesinde yaşamakta olduğu kültüre yöneltilmiş bir hareket olacağı hususu dikkatlerden asla uzak tutulmamalıdır.

Dünya dilleri tarihine emsali görülmemiş bir gayretle bugün dilimize yöneltilmiş bulunan, cahilâne veya hainâne saldırıya karşı savunmamızı, “tabiî dil”, yani milletimizin benimsediği ve konuştuğu dil üzerine kuracağız. Tabii Dil kavramı, kültürler savaşında, Milliyetçi tezimizin ilmî dayanağı ve rehberimiz olacaktır. Tezimizi, kısaca, “millî kültür, tabiî dil” şeklinde ifade edebiliriz.

Bir cemiyetin bütün fertlerinin müşterek anlaşma vasıtası olan Dil, bundan da öte, bir kültürün zengin muhtevasını sinesinde saklayan, yeni nesillere ileten ve tarihin derinliklerine uzayan kökleri ile manevi bir varlık kazanmış olan başlıbaşına bir müessesedir. Bu bakımdan, Türk Kültür Birliği ve Milliyetçilik ruhuna kasteden çevrelerin, yıkıcı faaliyetini bilhassa Türk Dili üzerinde yoğunlaştırmaları tesadüfî değildir.

Ancak burada bir paragraf kendimize de bazı tenkidler yöneltmekte yarar var. Dil mes’elesinde Milliyetçiler bu güne kadar muhafazakâr olmaktan öte pek fazla varlık gösterememişlerdir. Bu, sür’atle terkedilmesi lazım gelen, hatalı bir tutumdur. Bugün, Türkoloji ve Tarih gibi biraz da konuları gereği millî kültür sahaları içinde kalan birkaç bilim dalı dışında meydan büyük ölçüde sol’un insafına bırakılmıştır. Fen bilimleri ve Türkiye de yeni gelişmeğe başlayan sosyal bilim sahaları bir yana, Felsefe ve Sosyoloji gibi köklü bir geleneğe sahip sahalar bile bugün sol’un etkisi altına düşmüştür.

Milliyetçi dil bilginlerimiz, “özleştirme”, “sadeleştirme”, “arılaştırma” gibi muhtelif başlıklar altında dile yapılan müdahaleleri tesbit ve duyurmakta üzerine düşen kitle haberleşme vasıtalarının daha büyük ölçüde devreye sokulması ve nihayet siyasi iktidarların eğitim-öğretimdeki gaflet veya planlı maksatlı uygulamaları neticesi, Türk aydınları en az iki-üç zümre halinde bölünmüşlerdir.

Bu zümrelerden her biri diğerlerinden farklı bir semantik sahaya sahiptir. Yani, hadiseleri, mes’eleleri farklı gözlerle görmekte, farklı biçimde yorumlamaktadırlar. Bu farklılık, önce okullarda okuyan gençlik kesiminden başlamak üzere, yavaş yavaş halk kitlelerine de sıçratılmıştır.

Farklı semantik sahalardan ne kastediyoruz? Önce bunu görelim.