ilindiği üzere, kendilerine “özleştirmeci” adını yakıştıran zümre,
aslında dilde ve dolayısıyla da kültürde tasfiyecilik yapmaktadır. Yani
maksatları, Türk Dilinin yaşayan kök ve ekleriyle yapılan yeni kelimeler,
kavramlarla zenginleştirilmesi değil babalarımızın konuştuğu dili ölü bir dil
haline getirerek, yeni sosyal-kültürel bünyeye göre yeni bir dil meydana
getirmektedir. Daha doğrusu, vücuda getirilecek yeni “dil”in farklı yapı ve muhtevası ile amaçladıkları düşünce vasatını
şartlandırmak, istedikleri düzeni yürürlüğe koymaktır.
Tasfiyeciler, yaptıkları işe “özleştirme” adını vererek, Milliyetçi
Türk halkını en hassas hislerinden vurmuşlardır… Güya, yabancı kaynaklı
kelimeler yerine Türkçe köklü kelimeler koyuyorlarmış!
Unutmamalıyız ki, hedef
seçtikleri kelimeler, hususiyle tarihi ve milli Türk-İslam sentezinin
yeşerttiği ve yaşattığı kavramları karşılayan kelimelerdir.
Millî kültürümüzün bin senelik bu
temel yapı taşlarını “yabancı” ilân
etmelerinde, şuursuzluktan öte, kasıt aramak gerekir. Uygulama da nasıl bir
neticeye ulaşıldığını bir misalle görelim:
“Millî Mücâdele” deyiminin karşılığı olarak uydurma dilde “ulusal savaşım” teklif edilmektedir!
Kelimeler ve deyimler sözlükteki yuvarlak manaları ile değil, kullanışta
asırlar boyunca kazandıkları mânâ birikimleri ile yaşarlar. “Millî Mücadele”, bizim dilimizde, bu
milletin müstevlilere karşı verdiği bir ölüm-kalım savaşını, daha açık bir
ifade ile Türk’ün, Kurtuluş Savaş’ında yedi düvele karşı verdiği çetin imtihanı
ve kazandığı kesin zaferi anlatır.
“Ulusal savaşım” ise, solcu çevrelerin uydurup ayağa düşürdükleri
bir tabirdir ve onların tarifiyle “proleteryanın
burjuvaziye karşı vereceği kavga” mânâsındadır. Kısacası, muteber (!) bir
kurumun yayınladığı sözlüklerde birebir mânâ ilişkisi halinde verilen bu
kelimeler arasında hiçbir suretle mânâ eşliği yoktur. Çünkü bunlar, farklı
semantik sahalara ait mânâ unsurlarıdır. Burada yapılan şey, “özleştirme” adı altında, Milliyetçi
bir kültür unsurunu dilden ve zihinlerden silerek, yerine Marksist bir düşünce
unsurunun yerleştirilmesi çabasıdır.
Dil ve kültür arasında organik
bir bütünlük varlık. Birisine yapılacak herhangi bir müdahalenin diğeri
üzerinde de tesirini aynen göstermemesi mümkün değildir. Bu bakımdan, dile
yapılacak herhangi bir müdahalenin, aslında o dilin bünyesinde yaşamakta olduğu
kültüre yöneltilmiş bir hareket olacağı hususu dikkatlerden asla uzak tutulmamalıdır.
Dünya dilleri tarihine emsali
görülmemiş bir gayretle bugün dilimize yöneltilmiş bulunan, cahilâne veya
hainâne saldırıya karşı savunmamızı,
“tabiî dil”, yani milletimizin benimsediği ve konuştuğu dil üzerine
kuracağız. Tabii Dil kavramı, kültürler savaşında, Milliyetçi tezimizin ilmî
dayanağı ve rehberimiz olacaktır. Tezimizi, kısaca, “millî kültür, tabiî dil” şeklinde ifade edebiliriz.
Bir cemiyetin bütün fertlerinin
müşterek anlaşma vasıtası olan Dil, bundan da öte, bir kültürün zengin muhtevasını
sinesinde saklayan, yeni nesillere ileten ve tarihin derinliklerine uzayan
kökleri ile manevi bir varlık kazanmış olan başlıbaşına bir müessesedir. Bu
bakımdan, Türk Kültür Birliği ve Milliyetçilik ruhuna kasteden çevrelerin,
yıkıcı faaliyetini bilhassa Türk Dili üzerinde yoğunlaştırmaları tesadüfî
değildir.
Ancak burada bir paragraf
kendimize de bazı tenkidler yöneltmekte yarar var. Dil mes’elesinde
Milliyetçiler bu güne kadar muhafazakâr olmaktan öte pek fazla varlık
gösterememişlerdir. Bu, sür’atle terkedilmesi lazım gelen, hatalı bir tutumdur.
Bugün, Türkoloji ve Tarih gibi biraz da konuları gereği millî kültür sahaları
içinde kalan birkaç bilim dalı dışında meydan büyük ölçüde sol’un insafına
bırakılmıştır. Fen bilimleri ve Türkiye de yeni gelişmeğe başlayan sosyal bilim
sahaları bir yana, Felsefe ve Sosyoloji gibi köklü bir geleneğe sahip sahalar
bile bugün sol’un etkisi altına düşmüştür.
Milliyetçi dil bilginlerimiz, “özleştirme”, “sadeleştirme”,
“arılaştırma” gibi muhtelif başlıklar altında dile yapılan müdahaleleri
tesbit ve duyurmakta üzerine düşen kitle haberleşme vasıtalarının daha büyük
ölçüde devreye sokulması ve nihayet siyasi iktidarların eğitim-öğretimdeki
gaflet veya planlı maksatlı uygulamaları neticesi, Türk aydınları en az iki-üç
zümre halinde bölünmüşlerdir.
Bu zümrelerden her biri
diğerlerinden farklı bir semantik sahaya sahiptir. Yani, hadiseleri,
mes’eleleri farklı gözlerle görmekte, farklı biçimde yorumlamaktadırlar. Bu
farklılık, önce okullarda okuyan gençlik kesiminden başlamak üzere, yavaş yavaş
halk kitlelerine de sıçratılmıştır.
Farklı semantik sahalardan ne
kastediyoruz? Önce bunu görelim.