Cinque Terre
Şeyh Şerâfeddin Efendi
1

876 yılında Dağıstan'da Dünya'ya gelen Şeyh Şerâfeddin Efendi tahsilinin bir kısmını orada yapmış fakat Ruslar'ın, Şeyh Şâmil sonrası Kafkaslar'da giriştiği halkı yıldırma istikametindeki zulümlere tahammül edemeyerek Türkiye'ye göç etmek mecbûriyetinde kalmıştır.

Sultan Reşad, Şeyh Şâmille İstanbul'a gelen Dağıstan muhacirlerine Yalova'daki bir kısım hazine emlâkini tahsis etmiş ve orada "Reşâdiye" adıyla bir köy kurulmuştu. Şimdi Güney Köyü denilen bu köye yerleşen Şerafeddin Efendi, Muhammed Medeni Efendi adındaki şeyhe intisab etmiş ve bilâhere O'nun damadı olmuştur.

Tasavvuf vadisinde çok büyük bir sür'atle ilerleyen Şerafeddin Efendi, Muhammed Medeni'den sonra şeyh olmuş ve Ledünn ilmi'ndeki vehbî ilerleyişi sonunda genç yaşta “kutup”luğa yükselmiştir.

Anadoluda’ki Yunan işgal ve istilâsı Bursa havâlisine dayandığında O, müridlerini silâhlandırarak çete muhârebeleri ile düşmanı tâciz hareketi yapmıştır fakat maalesef düşman ilerleyişi durdurulamamış, Şeyh Efendi köyünü terk ederek biraz daha batıya çekilmeye mecbur kalmıştır.

Reşâdiye Köşü’ne giren Yunan askerleri köyü baştanbaşa yakıp yıkmıştır. Bu âkıbeti önceden gören Şeyh Şerâfeddin Efendi, bütün köy halkı ile birlikte Kara Mürsel’de bulunuyordu. Buradan Ankara Hükûmetine müracaat ederek âilesi ve köy halkının Geyve civârında iskânını taleb etmiştir. Yunan işgalinde düşmana karşı mücadele çok önemli gayret gösterdi.

Şeyh Şerafettin Efendi 1930 yılında Menemen hadisesi dolayısıyla hapse atıldı. Zor şartlar altında 10 ay hapis yattıktan sonra berat etti. 1930 yılında vefat ederek Yalova’nın Güney (Reşadiye) köy mezarlığına defnedildi. Türbesi sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Başlık
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Ahmed Davutoğlu
Muhammed Semerkandî Hazretleri
Esseyyid Muhterem Taşkendi
Esseyyid Muhterem Taşkendi
Dr. Enver Ören
Hüseyin Hilmi Işık
Şevki Bektöre
Prof. Dr. İbrahim Yarkın
Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Prof. Dr. Abdülkadir İnan
Osman Kılıç
Prof.Dr. Ömer Lütfi Barkan
Ali Haydar Efendi
Prof. Ali Nihat Tarlan
Mehmet Emin Buğra
Prof. Dr. Timur Kocaoğlu
Yrd. Doç. Dr. Erkin Emet
Hızırbek Gayretullah
Prof. Dr. Ahmet Temir
Yrd.Doç.Dr.Hayrettin Tüleykan
Prof. Dr. Ahad Andican
Prof. Dr. Orhan Kavuncu
1
949 yılında Osmaniye'nin Bahçe ilçesinde doğdu. Annesi Türkistan'ın Hokant şehrinde dünyaya geldi. Babası Türkiye doğumlu olmakla birlikte, Türkistan'ın Namengan şehrinden göç etmiş bir din adamının oğludur.

Orhan Kavuncu, ilk, orta ve lise öğrenimini Kahramanmaraş'ta tamamladı. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümünü bitirdi. Bir müddet Ankara Tavukçuluk Araştırma Enstitüsünde çalışıp, sonra Tarım Bakanlığının Araştırma Enstitüleri imtihanını kazanarak Rockefeller Foundation ile Tarım Bakanlığının müştereken kurduğu Buğday Araştırma Enstitüsüne girdi. 1973 yılında, bitirdiği Fakültenin Biyometri ve Genetik Kürsüsü asistanlık (araştırma görevliliği) imtihanını kazanan Orhan Kavuncu, 1977'de Doktor, 1984'te Doçent ve 1991'de Profesör ünvanlarını hak etti.

1981-1982 yıllarında Kanada Alberta Üniversitesi Genetik Bölümünde, bu üniversitenin doktora üstü bursuna seçilerek, Populasyon Genetiği konusunda bilimsel çalışmalar yaptı. 1987 yılında Amerika North Carolina Devlet Üniversitesinde düzenlenen Uluslar arası Kantitatif Genetik Konferansına tebliğci olarak katıldı ve adı geçen üniversitede iki ay kadar kendi konusu ile ilgili teorik araştırmalar yaptı.

Halen Amkara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde Öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir. YÖK tarafından, üniversite kariyeri ile Türk Dünyası ilgisinin kesiştiği bir iş olarak tayin olduğu, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Birinci Yardımcılığı ve Mütevelli Heyet üyeliği göreviyle, 1993–1995 yıllarında 18 ay Kazakistan'ın Türkistan şehrinde bulundu. 2003 – 2004 yıllarında yine Kazakistan’ın Almatı şehrinde özel bir Meslek Yüksek Okulu (Kariyer ve Ekonomi Enstitüsü) kurucu rektörlüğünü yaptı.

Öğrencilik yıllarında MTTB Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Derneği Başkanlığı yaptı. 1973 yılında Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği Kurucu 2. Başkanı oldu. 1977–1978 yıllarında Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Birliği (ÜLKÜ-BİR) Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Ocak, Töre, Devlet gibi dergi ve gazetelerde yazılar yazdı.12 Eylülden sonra 1986'da Türk Ocakları Ankara Şubesini kurdu ve 1991 yılına kadar Ankara Şubesi Başkanlığı yaptı.

1990'dan 1992'ye kadar Türk Yurdu Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği yapan Prof. Dr. Orhan Kavuncu daha sonra Türk Ocakları Genel Sekreteri oldu  ve 2006 yılından 2013 yılına kadar Türk Ocakları Genel Sekreteri olarak görev yaptı. Hâlen, Üniversite öğretim üyeliğinin yanısıra, Türk Ocaklar Vakfı'nın başkanlığını yapmaktadır.
Prof. Dr. Halil İnalcık Prof. Dr. Halil İnalcık, aslen Kırım Türkleri'ndendir. 7 Eylül 1916’da İstanbul’da doğdu. Balıkesir Muallim Mektebi'ni bitirdi. 1935 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi bölümünde yüksek öğrenimine başladı.

1942 yılında Tanzimat ve Bulgar Meselesi adlı doktora tezini verdi. Uzun yıllar aynı fakültede Osmanlı ve Avrupa tarihi üzerine dersler verdikten sonra 1972 yılında Chicago Üniversitesi Tarih Bölümü'ne "Osmanlı Tarihi Üniversite Profesörü" olarak davet edildi.

1973 yılında kitabı The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600 yayımlandı. Yurt içi ve dışında çeşitli üniversitelerden fahri doktora payeleri aldı. 1993 yılında Bilkent Üniversitesi'ne davet edildi ve burada Tarih bölümünü kurdu. Halen Bilkent Üniversitesi Osmanlı Tarihi Bölümü'nde yüksek lisans ve doktora öğrencilerine seminer dersi vermektedir.

Ayrıca İnalcık çok iyi seviyede Osmanlı Türkçesi, iyi seviyede; İngilizce, Fransızca, Almanca, orta düzeyde de; Arapça, Farsça ve İtalyanca bilmektedir. Dünyanın çeşitli üniversitelerinden çok sayıda fahri doktora tevcih edilen İnalcık, 20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi tarafından dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterilmiştir.



Yahya Kemâl Beyatlı Yirminci yüzyıl Türk Edebiyatının şâir ve yazarlarından. 1884’te Üsküp’te doğdu. İlk öğrenimini Üsküp’te yaptı. Selânik İdâdîsinde başladığı orta öğrenimini 1902’de geldiği İstanbul Vefâ İdâdîsinde tamamladı.
 Paris’te Siyâsal Bilgiler Fakültesinde derslerini tâkip ettiği Albert Sorel’in kuvvetli tesiri altında kalarak Türk târihini incelemeye başladı. Jean Moréas, Baudelaire, Verlaine gibi Fransız şâirlerinin edebî mülâhazalarını iyi kavradı.Paris’e gidişi bir kaçış olduğu halde orada, bilhassa Jön Türkler tarafından organize edilen siyâsî faaliyetlere katılmayarak sanat çevrelerinde kendini yetiştirdi. Bu yıllarda, İstanbul’da parlayıp sönen Servet-i Fünûn şiiri tesirinden kendini kurtardı. Klâsik divan şiirini ve konularını batı şiirindeki bütünlük anlayışıyla millî bir ses ve yeni bir üslupla ele aldı.
Avrupa dönüşü Yeni Mecmua’da, “Bulunmuş Sahifeler” başlığıyla yayınladığı gazeller ve şarkılarla tanındı. Bu neo-klâsik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı târih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sâde dille yazdıklarında da şâirin Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür. Millî değerlerimize dayanmayan Batı taklitçiliğinin olamıyacağını bunun için de şiir ve yazılarıyla hiç gösterişe kapılmadan millî sanatı kurmaya çalıştı. Onda târih, vatan, millet ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir. 
Osmanlı medeniyeti yüzyıllar boyu en güzel eserlerini İstanbul’da vücûda getirdiği için, İstanbul, Boğaziçi ve tabiat güzellikleri sevgisinin yanısıra, târih değerlerine de şiirlerinde yer verir. Duygu, düşünce ve hayâli ustalıkla kaynaştıran şâir, pekçoğunda hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz ve ölümden alır. Şiirde iç ahengi her şeyden üstün tutmuştur. Ona göre ahenk, veznin bittiği yerde başlar. Bütün şiirlerini bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü, aruzla yazmıştır. Yalnız “Ok” şiiri hece vezniyledir.
Ana dilimize olan sevgisini“Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” mısrasıyle anlatan Yahyâ Kemâl, söylediğimiz lisan dediği İstanbul Türkçesine bağlıdır.
Şiirde olduğu gibi nesirde de yerli yersiz mecazlardan arınmış; duygu ve şiir yüklü, her cümlesiyle fikri bir adım daha ileriye götüren yepyeni bir nesir üslûbuna sâhiptir.
Yahyâ Kemâl Beyatlı şiirlerini, makâle ve hikâyelerini sağlığında kitaplara toplamamış; eserleri dergilerde, birçok gazetelerde dağınık kalmıştı. Ölümünden sonra dostları ve talebeleri tarafından bir “Yahyâ Kemâl’i Sevenler Cemiyeti” kurulduğu gibi, İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı bir de Yahyâ Kemâl Enstitüsü ve Müzesi açıldı (1961). Hakkında yayınlanmış kitapların sayısı on beşi geçer.
Usta bir şiir yapısına ve kelime işçiliğine sâhip olan Yahyâ Kemâl, yüzyılımızın en başarılı Türk şâirlerindendir. Yahyâ Kemâl, yetişme tarzı, kültürü, tesirleri ve her hâli Türk olan davranışlarıyla millî şahsiyetlerimizden biridir.

1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefât etti. Ertesi gün vasiyeti üzerine Rumelihisarı Mezarlığına gömüldü.

Eserleri: Kendi Gök Kubbemiz (1961-1963), Eski Şiirin Rüzgâriyle (1962), Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyâsî Hikâyeler (1968), Siyâsî veEdebî Portreler (1968).
Şeyh Seyyid Abdulkadir-i Belhî 1 839 güney Türkistan’ın Belh bölgesindeki Kunduz şehrinin Hankâh kasabasında doğdu. Babası Seyyid Süleyman Efendi hazretleridir. Türkistan’da seyyidlere Hâce denildiğinden babası "Hâce Süleyman” diye meşhurdur. Şeyh Seyyid Süleyman Belhi hazretleri, tahsilini Bedahşan’da tamamlamıştır. Belh’deki İngilizleri’n Afganistan’ı işgali neticesinde çıkan taht kavgaları zamanında 300 kadar talebesi ve ailesi hicret etmiştir. Bu hicretin başladığı sırada büyük oğlu Seyyid Abdulkadir Efendi 4 yaşında idi. Mâverâünnehr’den Îrân’a geçmişler, sonra Meşhed yolu ile Bağdâd’a geçmişlerdir. Bu hicretleri, Konya'ya kadar on sene sürmüştür.Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, dört yaşındayken, Hicrî 1259’da (1843) babasıyla hicretini, Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin babasıyla dört yaşındayken Belh’ten hicret etmiş olmalarıyla ma’nevî nisbet kurmuştur. Hattâ kırk bin beyitten ibâret “Yenâbî’u’l-Hikem,  Gül-şen-i Esrâr” adlı manzum eserlerini bu ma’nevî nisbetin mahsullü olarak yazdığını bildirmektedir. Seyyid Süleymân Hazretleri’nin vefâtında Seyyid Abdülkâdir Efendi 39 yaşındaydı. Nakşibendî Müceddidî icâzetini mübârek babasından alan Seyyid Abdülkâdir Efendi, hicri 1294’te seyyid muhammed Murâd-ı Buhârî Dergâhı Şeyhliği’ne tain oldu. Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Belhî hazretleri orta boylu, buğday benizli, beyâz tenli, beyâz ve sık sakallı, siyâh gözlü, mübârek gözleri fıtraten sürmeli, sureti ve sîreti pek güzel bir kimseydi. İslamiyetin emr ettiği güzel ahlaklı ya’nî Muhammedî ahlâk ile ahlâklı, İslamiyetten kıl ucu kadar dahî ayrılmayan mübarek bir zâttı. Sevdiklerine “Kuzum!” diye hitâb ederlerdi. Dergâhında cum’a geceleri zikr-i şerîf cem’iyyeti olur, dergâh-ı şerîf muhabbet erbabıyla, ihlâslı âşıklarla dolardı. Sohbetlerinde ilim ve irfân nurları saçılırdı. Arabça’yı, Farsça’yı, Çağatây Türkçesi’ni ve İstanbul Türkçesi’ni pek güzel bilir, pek fasih konuşurdu. Pek yüksek tesavvufî  neş’eyle ve zevkle yazdıkları eserlerinin tamâmı manzumdur.  Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Belhî Hazretleri’nin “Şems-i Rahşân”, “Yenâbî’ul’l-Hikem”, “Künûzü’l-Arifîn”, “Şümûs-i Envâr”, “Sün3uhât-i İlâhiyye”, “İlhâmât-i rabbanîyye”, “Dîvân-ı Belhî”, “Gül-şen-i Esrâr”, “Esrâr-ı Tevhîd” isimli eserleri vardır ve tamâmı manzum olup bunlardan yalnızca “Esrâr-ı Tevhîd” basılmıştır. Bunun zamanının şairlerinden Nâzım Paşa, manzum olarak tercüme etmiştir. “Yenâbî’u’l-Hikem” 644 sayfadır. “Mesnevî-i Şerif” tarzındadır. Şeyh Abdülkâdir Belhî Hazretleri de babası gibi şeyhi olduğu Murâd-ı Buhârî (Mûnzavi) dergahı haziresine defn olunmuştur.
Şeyh Seyyid Süleyman Efendi
Güney Türkistan’da Kunduz şehrinin Hankah kasabasında doğdu. Şeyh Seyyid Süleymân Belhî hazretleri, tahsilini Bedehşân’da tamamlamıştır. Belh’deki fitne (İngilizler’in Afgânistân’ı işgâli ve sonrasındaki taht kavgaları) zamânında üç yüz kadar talebesiyle ve âilesiyle hicret etmiştir. Bu hicretin başladığı senede, büyük oğlu Seyyid Abdülkâdir Efendi, dört yaşındadır. Mâverâünnehr’den Îrân’a geçmişler, sonra Meşhed yolu ve Bağdâd’a ulaşmışlar ve mübârek yerleri ziyâret etmişlerdir. Buradan da Urfa üzerinden Konya’ya geçmişlerdir. Bu hicretleri, Konya’ya kadar on sene sürmüştür. Konya’dan Bursa’ya hicret ettikleri günlerde, Sultân Abdülazîz Hân, Seyh Seyyid Süleymân Efendi’yi İstanbul’a da’vet etmiş; İstanbul’da iken kendilerine hürmet edilmesine dâ’ir fermân göndererek günlük 2.800 Kurûş tahsis etmiş, hergün sarây mutfağından yemek göndermiştir. Akserây’da, Yûsufpaşa semtinde Hâşim Ağa Konağı’nı bunlara tahsis etmiştir. Bir buçuk sene burada kalmışlar. Hicrî 1284’de (1877) Hicâz-ı Şerîf’e gitmeye karâr vermişler. Devlet tarafından yol ve sâ’ir masrafları hâzırlandığı zamânda Seyyid Muhammed Murâd-ı Buhârî Dergâhı Şeyhliği’ne ta’yîn edilmesi dolayısıyle, bu seyâhatlerini ertelemiştir. Şeyh Seyyid Süleymân-ı Belhî Hazretleri’nin bu derâha şeyh olarak ta’yini şöyle olmuştur: Şeyh Murâd-ı Buhârî Dergâhı Şeyhi Feyzullâh Efendi merhum, aynı zamânda Meclis-i Meşâyih Re’îsi idi. Zamânın şeyhleri, Seyyid Süleymân-ı Belhî Efendi’nin yüksekhâllerini ve kemâllerini takdir ettiklerinden, kendisinden gerek Şeyh Murâd Dergâhı Şeyhliği’ni ve gerekse Meclis-i Meşâyih Re’isliği’ni kabul etmesini ricâ etmişlerdi. Şeyh Süleymân efendi, bu iki makâmdan yalnızca Şeyh Murâd-ı Buhârî Dergâhı Şeyhliği’ni kabul ederek, bu dergâhda dokuz seneden çok şeyhlik makâmında bulunmuş ve Hicrî 6 Şa’bân-ı Şerîf 1294 Perşembe Günü (16 Ağustos 1877) vefât etmiş; Şeyh Murâd-ı Buhârî Dergâhı’nın hazîresine defn edilmiştir. Şöhretten çok sakınır gönül ehli bir kimseydi. Zamânın birçok âlimi, kendisinden Tefsîr-i Şerîf ve Hadîs-i Şerîf okumuşlardır. “Yenâbî’u’l-Mevedde”, “İ’câzü’l-Kur’ân”, “Muşriku’l-Ekvân”, Gıbtatü’l-Emân” isimli eserleri ve Arabça, Farsça, Çağatây Türkçesi’yle yazdıkları pek kıymeti, pek fasih ve beliğ şi’irleri vardır bunlardan yalnızca Arapça “Yenâbî’ul’l-Mevedde” matba’ada basılmıştır. Diğerleri yazma nüshalar hâlindedir. 
Prof. Dr. Sabahattin Zaim
Hocaların Hocası Prof. Dr. Sabahattin Zaim, eskiden Osmanlı Devleti topraklarında bulunan Makedonya’nın İştip Kasabasında, 1926 yılında dünyaya geldi. Ailesi ile birlikte 1934 yılında İstanbul’a yerleşti. Makedonya’da 5 yaşında başladığı eğitimine İstanbul Fatih’te yer alan Fethiye İlkokulu’nda devam etti. Ardından İstanbul Vefa Lisesi’ne giderek 1943 yılında üstün başarı ile mezun oldu. Ülkesine ve milletine daha iyi hizmet edebilme düşüncesi ile Mülkiye (Siyasal Bilimler Fakültesi) imtihanına girdi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’ni kazandı. 1947 yılında bu fakülteden mezun oldu. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, yurdumuzun çeşitli yerlerinde Kaymakam olarak da görev yaptı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1953 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olarak akademik hayata adım attı. 1993 yılına kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinin yanında, 1955 - 1957 yılları arasında ABD Cornell Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. ABD’deki görevinden sonra Almanya Münih Üniversitesi’nde ekonomi üzerine bir süre ders verdi. 1977 - 1979 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği görevini yürüttü. 1980 – 1982 yılları arasında Suudi Arabistan Cidde Melik Abdülaziz Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Sosyo-Teknik Etütler Bölümü’nde ders verdi. 1993 – 1998 yılları arasında Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 1998 - 2000 yılları arasında YÖK (Yükseköğretim Kurulu) üyeliğinde bulundu. 2003 – 2004 yılları arasında Milletlerarası Saraybosna Üniversitesi (International University of Sarajevo) Kurucu Rektörü olarak çalıştı. 2006 yılından sonra Makedonya Üsküp’teki Uluslararası Balkan Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti üyesi olarak görevini sürdürdü. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 81 yaşında, 10 Aralık 2007 tarihinde vefat etti. Cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’ndaki aile kabristanında toprağa verildi.
Prof. Dr. Reşit Rahmeti ARAT Türk Dil bilgini Reşit Rahmeti Arat, 1900 yılında Kazan yöresinin “Eski Ücüm” kasabasında doğdu. Kuzey Türklerinden, İlmiye Sınıfı’na bağlı bir ailenin çocuğudur. İlk, orta öğrenimlerini Kazan’da Kızılyar’da yaptı.

Berlin Üniversitesi’nde Prof. W. Bang’ın öğrencisi olarak Türkoloji okudu; Berlin Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ni bitirdi. Berlin Doğu Dilleri Okulu Kuzey Türkçesi Lektörü, Prusya Bilimler Akademisi yardımcısı oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörlüğüne getirildi, Türkiyat Enstitüsü Müdürlüğü’nde bulundu. Ordinaryüslüğe yükseldi. 
Bütün Türk lehçe ve şivelerini içine toplayacak olan, Büyük Türk Sözlüğü’nün hazırlığını yaparken 1964 de vefat etti. 
Reşit Rahmeti Arat, Türkoloji dünyasında ön sırada gelen bir Uygurolog’du. En tanınmış eserleri: - Uygurlarda Hekimlik - Türkische Turfan-Texte - Oğuz Kağan Destanı - Uygurca Yazılar Arasında - Kutadgu Bilig - Atabet’ül Hakayık - Türk Şivelerinin Tasnifi - Eski Türk Şiiri - Baburname
Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Târihçi yazar. 10 Aralık 1890’da Başkırdistan’ın Sterlitamak şehrinde doğdu. İlk tahsiline Ötek Medresesinde başladı. Gayri Rus Muallim Mektebi ve Kazan Üniversitesinde tahsil hayâtına devam etti. 
Tahsilini tamamladıktan sonra Kazan Kasimiye ve Ufa Osmaniye Medreselerinde Arap edebiyatı ve Türk târihi dersleri verdi. Kazan Üniversitesi Târih Coğrafya ve Etnografya Derneği adına Taşkent, Buhara, Fergana’da târih, edebiyat ve etnografya araştırmalarında bulundu (1913-1914). 
Bu araştırmalar sırasında Yûsuf Has Hâcib’in yazdığı "Kutadgu Bilig" adlı eserin yeni bir nüshasını buldu. Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak 1916’da Duma’ya seçildi. 1917 Sovyet devriminden sonra Başkırdistan topraklarında bir Türk Devleti kurdu. 1920’de bu devletin başkanlığına seçildi. Sovyet idâresi ile arası açılınca, Güney Türkistan’a giderek, Sovyet idâresiyle mücâdele eden basmacılarla işbirliği yaptı. Mücâdelesinin başarısızlıkla neticelenmesi üzerine Fransa’ya gitti. Paris kütüphânelerinde ve Berlin Devlet Kütüphânesinde doğu yazma eserleri üzerinde çalıştı.
Zeki Velîdi Togan, 1925’te Türkiye’ye çağrıldı. 1927’de İstanbul Dârülfûnûnunda Türk târihi ve târihte usul muallimliğine tâyin edildi. 1932’de yapılan Birinci Türk Târih Kongresinde resmî târih tezine aykırı fikirler savunduğu için görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra Viyana’ya gitti. Viyana Üniversitesinde İbn-i Fadlan’ın Seyahatnâmesi adlı teziyle doktorasını bitirdi. Bonn ve Göttingen üniversitelerinde ders verdi.
1939’da tekrar Türkiye’ye dönen Zeki Velîdi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde profesör olarak göreve başladı. Daha sonra ordinaryüs profesör oldu. Turancı siyâsî faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla 1944’de tutuklandı. Bir sene kadar tutuklu kaldıktan sonra, mahkeme sonucunda berat etti. 1948’de Edebiyat Fakültesindeki görevine tekrar döndü. 1950’de İslâmî Tetkikler Enstitüsünü kurarak, ölünceye kadar bu enstitünün müdürlüğünü yaptı. İstanbul’da 1970’te öldü.
Zeki Velîdi, genelde Rusya ve Orta Asya’daki Türkler üzerine 300 kadar makâle ve kitap yazdı. Anılarını Hatıralar adlı eserinde 1961’de yayınladı. Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: 
1) Bugünkü Türkeli Türkistan ve Yakın Târihi (1947), 2) Umûmî Türk Târihine Giriş (1946), 3) Târihte Usul (1950), 4) Türklüğün Mukadderâtı Üzerine (1970), 5) Oğuz Destanı.
Abdurrahman Sâmi Paşa Osmanlı Devletinin kıymetli vezirlerinden, âlim ve edib bir zât. Sâmi, şiirdeki mahlasıdır. Asıl ismi Abdurrahmân’dır. 1792’de Yunanistan'da "Mora’nın Trapoliçe" kasabasında doğdu. 1878’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Sultan İkinci Mahmûd Han türbesindedir.
Mora eşrâfından, Şeyh Necîb Efendinin oğludur. Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kâhire’deki meşhur Bulak Matbaasına müdür tâyin edildi. Daha sonra Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti. Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmûd ve Hayrullah efendileri kurtarıp, Mısır’a götürdü. 
Mısır’a dönüşünde Mehmed Ali Paşanın Divân Muâvinliğine tâyin edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır kabînesinde Reîs-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl) rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti. 1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.
Sâmi Paşa, 1849’da İtanbul’a gelip, Bâb-ı âlî’de vazîfe aldı.Tırhala mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu. Bosna, Trabzon, Vidin ve Edirne Vâliliği yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de ise, Girit Vâliliğine tâyin edildi. Aynı sene, sekiz ay da Edirne Vâliliği yaptı. Daha sonra değişik meclislerde âzâ oldu.
Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. İskenderiye’de büyük merâsimle toplar atılarak karşılandı ve Re’süddîn Sarayında misâfir edildi. Sultan Abdülazîz Hanın Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. 1868’deMeclis-i âlîde vazîfelendirildi. Sultan Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.
Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptı. Seksen dokuz yaşında hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sutan İkinci Abdülhamîd Han karşılayıp, Sultan İkinci Mahmûd Han türbesine defnettirdi. Sâmi Paşanın evlâdı çoktu. Suphi Paşa, Necip Paşa, Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler onun oğullarındandır. Oğlu Ahmed Necip Paşa, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın eniştesi olup, Medihâ Sultanla evliydi.
Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir zâttı. Kişver-i Derûn adlı İslâm ahlâkını anlatan bir eseri vardır. Bu eseri, Arap ediplerinden Trablusşamlı Abdüllatîf Efendi tarafından Arapçaya çevrilmiş ve Arapça olarak basılmıştır. Bu eserinden başka dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.
Fahreddin Türkkan Paşa Eedîne müdâfii. 1868’de Bulgaristan Rusçuk’ta doğdu. Babası Mehmed Nâhid Bey, annesi Fatma Âdile Hanımdır. Âilece 93 Harbinden sonra Rusçuk’tan ayrıldılar. Fahreddîn Paşa 1888’de Harbiye Mektebini, 1891’de Erkân-ı Harbiyeyi bitirdi.

Erzincan’daki 4. Orduda vazîfe yaptı. 31 Mart Vak’asında Dîvân-ı Harb başkanıydı. 1911-12 Türk-İtalyan Harbinde Kurmay Albay olarak bulundu. Balkan Savaşında Çatalca Muhârebelerinde yaptığı taarruzla Bulgarları bozguna uğrattı ve Edirne’nin geri alınmasında en önemli rolü oynadı. Birinci Dünyâ Savaşı başladığında Musul’da On İkinci Kolordunun komutanıydı.

Bu sırada Osmanlı Devletinde idâreyi elinde tutan İttihat ve Terakki liderleri hatâlı bir politika ile halife ve Osmanlı hükümdarlarına bağlı Şerîf Hüseyin ve taraftarlarını hâin ilân ettiler. Fahreddîn Paşa da Şerîf Hüseyin’e karşı savunma yapmak üzere Medîne’ye gönderildi. Bu kahraman Türk kumandanı, İttihatçıların çılgınca verdikleri emirlere uymayı bir vatan borcu bildiği için, Medîne’de hareketsiz kalmış, azılı İslâm düşmanı İngilizlerle savaşmak fırsatını bulamamıştı. Böylece yıllarca mukaddes topraklarda kardeş kardeşi boğazladı.

Netîcede Müslümanların bu gafletinden İngilizler ve Vehhâbîler istifâde ettiler. Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilmesi ve Mondros Mütârekesinin imzâlanmasından sonra Mekke veMedîne Vehhâbîlere terk edildi. İngilizler teslim aldıkları Fahreddîn Paşayı Malta’ya sürdüler. 1921’de esâretten kurtulan Fahreddîn Paşa, Başkomutanlık Meydan Muhârebesine 12. Fırka Komutanı olarak katıldı. 1922’de TBMM hükûmeti tarafından Kâbil elçiliğine tâyin edildi. 1926’ya kadar bu görevde kaldı.

1948’de İstanbul’da vefât eden Fahreddîn Paşa Rumelihisarı Kabristanlığına defnedildi.
Yenişehirli Avni On dokuzuncu yüzyıl divan şairi. 1826’da bugün Yunanistan sınırlarında kalan Yenişehir’de (Larissa) doğdu. Asıl adı Hüseyin’dir. Fenarlı Sıdkı Ebu Bekr Paşanın oğludur. Tahsil durumu hakkında bilgi yoktur. Fakat Arabi, Farisi ve Rumcayı biliyordu.Vidin valiliği sırasında Abdurrahman Sami Paşaya katiplik yaptı (1853). Daha sonra İstanbul’a geldi. Beşiktaş Mevlevihanesi Şeyhi Nazif Dede’ye damad oldu. Mustafa Nuri Paşanın Bağdat valiliği ve Irak müşirliği sırasında onunla birlikteydi. İstanbul’a döndükten sonra, bir ara Gelibolu’ya gitti. Tekrar İstanbul’a döndü. 
Ömrünün son zamanlarını Üsküdar Bidayet mahkemesi azası olarak geçirdi. Hanımı ve oğlunun arka arkaya ölmeleri üzerine maddi ve manevi yönden çok sarsıldı ve ömrünün son zamanlarını sıkıntı içinde geçirdi. 7 Ekim 1883'te İstanbul'da vefat etti. Vasiyeti üzerin Eyüp'te Bahahireye Dergahı semahanesine defnedildi. Hüsameddin ve Muhsine adlı iki çocuğu vardı.
Mevlevi yolunda olan Avni, derviş bir hayat yaşayıp şöhretten kaçmıştır. Bu sebepten eserlerini yayınlamamıştır.
Eserleri:
Divan: Üç bin beytten fazladır. Damadı Şevki Bey tarafından bastırılmıştır.

Mesnevi Tercümesi: Mesnevi’nin ilk üç cildinin mensur olarak Türkçeye tercümesidir.

Ab-name:
İkinci Abdülhamid Hana sunulmuş manzum-mensur dilekçe mahiyetinde bir eserdir. 
Mir’at-ı Cünun: Mesnevi türünde mizahi şiirlerdir. 
Ateşgede: Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ına nazire olarak yazdığı mesnevi tarzında bir eserdir.

Avni Beyin kıymetli bir şair olduğu çeşitli yazarlar tarafından bildirilmiştir. Türkçe şiirleri yanında Farisi şiirleri de başarılıdır. Ancak mütevazi bir hayat yaşadığından şairler arasında layık olduğu yeri alamamıştır. On dokuzuncu asırda batı şiirine özenen şairler, divan şiirine ve divan şairlerine gereken önemi vermemişler ve cephe almışlardır. Bu kutuplaşma içinde Yenişehirli Avni eski şiirimizi devam ettirenler grubunda olup, Encümen-i Şuara arasında yer almıştır.
Rubai

Bu deyr-i fenadan ki mükedder gitdimDil-haste vü dil-figar u muğber gitdimBu amed ü şüdde ihtiyarım yokdurMecbur gelip cihana muztar gitdim
(Bu geçici dünyadan kederli, gönlü hasta ve yaralı hatta küskün gittim. Bu geliş-gidiş benim elimde olmadığından, cihana gelişim mecburi olduğu gibi, ayrılışım da sıkıntı iledir.)
Sabri Kalkandelen 1araştırmacı, şâir. 1862 senesinde Makedonya'da;Kalkandelen şehrinde doğdu. Babası Mustafa Rûhî Efendi, Kalkandelen’de Nakşibendi şeyhlerindendi. İlk tahsilini babasından aldı. On iki yaşlarındayken babasıyla birlikte Sırp ve Rus harplerine katıldı. 
1883’te Pâdişâhın, Mustafa Rûhî Efendiyi saraya dâvet etmesi üzerine Sabri de berâber gelerek şehzâdegan mektebinde üç yıl okudu. Bu okulu bitirince Yıldız Kütüphânesine memur tâyin edildi. Kitapçıbaşı Hasbi Efendinin yanında çalıştı. Meşrûtiyetin îlânından sonra kütüphâneye müdür oldu.
Kütüphâne, Dârülfünûna devredilince, İslâm Eserleri Bölümünde vazîfe gördü. 1935 senesinden sonra bir komisyonla birlikte İstanbul Üniversitesi Kütüphânesindeki dîvânlarla diğer eserlerin açıklamalı birer kataloğunu hazırladı. Emekliye ayrıldıktan sonra tasnif heyetinin başına getirildi. 1943 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Yıldız Kütüphânesinin yağmalanmasını önleyerek çok büyük bir hizmet veren Sabri Kalkandelen’in bir divançe teşkil edecek kadar divan edebiyatı türünde şiirleri vardır.
İsmâil Fennî Ertuğrul 1856 senesinde Bulgaristan'ın Tırnova şehrinde doğdu. Tırnova Rüşdiyesini bitirdikten sonra medrese tahsiline devâm etti. Arabî öğrendi. Öte yandan mâliye ve muhâsebe dersleri aldı. 1877-78 Türk-Rus savaşında âilesiyle berâber İstanbul’a geldi ve Mâliye Nezâretinde (Bakanlığında) memur olarak işe başladı. 1883’te Dîvân-ı Muhasebat (Sayıştay) kalemine getirildi. Bu arada Fransızca ve İngilizce öğrendi. Mabeyn-i Hümâyun bütçesi komisyon üyeliğinde bulundu. Şirket-i Hayriyyenin hesaplarını inceledi. 1898’de Dâhiliye Nezâreti muhâsebecisi oldu. 1909’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Tasavvuf alanında birçok çalışmalar yapmış olan İsmâil Fennî, tasavvufta “vahdet-i vücud” meselisini ele almış, Allahü teâlânın varlığı ve birliği esâsını delillendirerek savunmuştur. Ona göre madde, ebedî (sonsuz) değildir. Sonradan var olan bu âlem, mutlaka yok olacak ve canlılar tekrar dirilecektir. İsmâil Fennî, atom konusunda da şöyle der: 

“Her atom güneş sistemi gibi proton ve elektrondan ibâret bir enerji kaynağıdır. Maddenin en son unsuru elektriktir. Maddeye, son derece kesifleşmiş enerji gözüyle bakılmaktadır. Atom artık bölünmezlik anlamını kaybetmiştir. Yok olması imkânsız görünen madde, aslında parçalanarak yok olmaktadır. Maddenin yok olması imkânsız olmadığı gibi enerjinin de yok olması imkânsız değildir. Madde ve enerji sonradan meydana gelmiş olduğu gibi yok olabilir de. Öyleyse âlem, sonradan meydana gelmiştir. Ebedî ve ezelî olan yalnız Allahü teâlâdır. Âlem, Allahü teâlânın yaratması ile var olmuştur.” 

İsmâil Fennî bu âlemin tesâdüf eseri meydana geldiğini söyleyen felsefecilere cephe almış, onları şiddetle tenkit etmiştir. Allahü teâlânın varlığının çeşitli delillerini sayarken, bilhassa gâye-sebep üzerinde durmuş; hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığını, yaratılışının bir sebebi gâyesi olduğunu, ispat etmiştir. Materyalist (maddeci) felsefenin ilmî ve mantıkî görünen delillerini, batılı ilim ve fikir adamlarının sözlerine dayanarak etraflıca tenkit ve reddetmiştir. Materyalizme âit tenkidlerini Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli adlı eserinde ortaya koymuştur. Materyalizm ve ona yardımcı felsefeleri yıkmaya çalışmıştır. Materyalistlerin, âlemde hiçbir şey yaratılmaz, hiçbir şey kaybolmaz şeklindeki tezlerinin savunulamaz olduğunu, akıl ve mantıkla bağdaşır hiçbir yönünün bulunmadığını ortaya koymuştur.

1946 senesinde İstanbul’da vefât etti.

İsmâil Fennî birçok eser yazmıştır. Bâzıları şunlardır: Lügatçe-i Felsefe (Felsefe Sözlüğü-1927), Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli (1928), Vahdet-i Vücud ve Muhyiddîn-i Arabî (1928), Kitâb-ı İzâle-i Şükûk (1928), Küçük Kitapta Büyük Mevzular (1934), Hakîkat Nurları.



Şeyh Edebâlî 1206 yılında Horasan’ın “Merv” şehrinde doğmuştur. 1326 (H.726) târihinde, Bilecik’te vefât etti. Edebâlî ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam’a gitti. Pekçok âlimden fıkıh, tefsir, hadis ve diğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere yükseldi. Tasavvuf yoluna girip mânevî olgunluğa kavuştu. İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak dîne kavuşturmak için memleketine döndü. Bir rivâyette Baba İlyâs Horasânî’nin halîfelerinin ileri gelenlerindendi. Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde ikâmet eder, ilim öğretmekle meşgul olurdu. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcud olan fütüvvet ehli ve Anadolu’da mühim bir yeri olan ahîlerle irtibâtı vardı. Anadolu Selçuklu Devleti sultânı tarafından devletin Batı Anadolu sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen Kayı Boyu mensuplarının reîsi Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifâde için sık sık ziyâret ederdi. Edebâlî hazretleri, kendi parasıyla Bilecik’te bir dergâh yaptırarak, gelen geçenlere, fakir ve muhtaçlara ikrâmda bulundu. Osman Bey de bir çok defâ burada misâfir kaldı. Hattâ bir gece dergâhta yatarken rüyâsında Şeyh Edebâlî hazretlerinin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının âlemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan istifâde ettiğini görmüştü. Sabah olup rüyâyı anlatınca, Edebâlî hazretleri, bu güzel rüyâyı şöyle tâbir etti: “Sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek, onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allahü teâlâ nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, İslâm dîni ile şereflenmesine senin soyunu vesîle edecektir.’’ Sonra Osman Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını bu mübârek insana nikâh etti. Edebâlî, dâmâdı Osman Bey tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman’ın hürmet ettiği, her hususta istişârede bulunup danıştığı en yakın yardımcılarından oldu. Âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini gâyet iyi bilen Osman Gâzi, kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına bıraktığı vasiyetnâmesinde İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye ederek, cihânın en büyük devleti olmanın yolunu gösterdi. Ey Oğul! Beysin… Bundan sonra öfke bize, uysallık sana…
Güceniklik bize, gönül almak sana…
Suçlamak bize, katlanmak sana…
Acizlik bize, yanılgı bize, hoşgörmek sana…
Geçimsizlikler çatışmalar anlaşmazlıklar bize adalet sana…
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize. Bağışlama sana… Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana…
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana… Ey Oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz…
Şunu da unutma!
İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl’a bağlı.
Allah-ü teala yardımsın olsun!..
İsmail Hakkı Bursevî 1650 târihinde bugün Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Aydos kasabasında doğdu. Babası, sâlih bir zât olan Mustafa Efendidir. 1725târihinde Bursa’da vefât etti.
İsmâil Hakkı Efendi, küçük yaşta, babası tarafından Celvetiyye yolu büyüklerinden Seyyid Osmân Fadlî Efendiye götürüldü. Onun; duâ ve iltifâtına kavuştu. On yaşında Osman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan yetişmiş talebesi Abdülbâki Efendinin terbiyesi altına girip, yedi sene kendisinden din ve fen bilgilerini okudu. Okuduğu eserleri kendi yazısıyla yazardı.

Abdülbâki Efendinin emri ile İstanbul’a geldi ve Osmân Fadlî Efendinin mânevî terbiyesine girdi. Kısa zamanda mânevî kemâle (olgunluğa) yükseldi. İnsanları irşâd (doğru yolu göstermek) için Bursa’ya bir müddet sonra da Üsküp’e gönderildi. Hocasının kendisine gönderdiği mektuptaki nasîhatlerle amel edip, büyük hizmetlerde bulundu.
On sene Üsküp’te kalan İsmâil Efendi, hocasının mânevî işâretiyle 1685 târihinde Bursa’ya gitti. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca, o da gitti.
İsmâil Hakkı Efendi hocasının vefâtından sonra, Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergâhı ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî gibi büyüklerin kabirlerini ziyâret etti.
İsmâil Hakkı Efendi, Sultan İkinci Mustafa Hanın dâveti üzerine 1695 târihinde Edirne’ye vardı. Nemçe Seferinde cihadın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak askeri coşturdu. Ertesi sene Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. İsmâil Hakkı Efendi, sadrâzam Elmas Mehmed Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. Ordunun zaferle geri dönüşünden sonra yaralı hâliyle Bursa’ya geldi, talebe yetiştirmeye ve eser yazmaya devâm etti. Bir ara Şam’a gitti ise de tekrar döndü.
İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’da dergâh, mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelen bir külliye yaptırarak ismini Câmi-i Muhammedî koydu. Câminin kitâbesini bizzât kendisi yazdı. Bursa’da vefât etti. Kabri, İsmâil Hakkı Tekkesi diye anılan yaptırdığı Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbı arkasındadır.
İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki:
“İnsana gelen belâ ve sıkıntılar kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında ilâhî tecellî meydana geldiği için kalp genişler.”
“Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir” buyruldu. "Kıyâmet günü bu büyükler şefâat edeceklerinden onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”
“Sâlih arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete (sapıklığa) düşersin. Topluluktan ayrılan helâk olur.”
İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; İstanbul ve Mısır’da basılmıştır. Vaazlarda çok kullanılan bir tefsirdir.
2) Şerh-i Muhammediyye (iki cilt),
3) Şerh-i Mesnevî,
4) Şerh-i Pend-i Attâr,
5) Şerh-i Bostân,
6) Şerh-i Hadîsi Erbaîn,
7) Dîvân ve başkaları.
Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Şeyh Cemaleddin Efendi, 1788 yılında Dağıstan’ın Gazikumuki şehrinde doğdu. Hazreti Peygamberimizin soyundan seyyid ve Nakşibendî tarikatında mürşid-i kâmil idi. 

Büyük İslam âlim ve evliyası Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin halifelerindendir. Hafız olup, çok kerametleri görüldü. Hadis ilminde de üstad idi. Arapça, Türkçe ve Rusça ile bütün Dağıstan dillerine tam vâkıf idi. Fevkalade güzel yazısı vardı. Arapça mükemmel şiirleri de bulunmaktaydı. 
Nakşibendi tarikatının usül ve ahkâmını izah eden, “ El Adâbu’ l-Marziyye Fi’t-Tarikatin-Nakşibendiyye” kitabını yazmıştır.

Şeyh Cemaleddin Gazikumiki Hazretleri, Kafkasya’nın kahraman mücahidi Şeyh Şamil’in mürşidi ve kayınpederidir. 1823 yılında Gazikumuk’ta doğan kızı Zahidat'ı Şeyh Şamil ile evlendirdi. Bu kızından olan torunu Muhammed Kâmil I. Dünya savaşında Türk ordusunda büyük hizmetler gördü. Kabri Karacaahmet mezarlığındadır.

İmam Şamil, zalim, işgalci emperyalist, Hıristiyan Rus kuvvetlerine karşı büyük bir mücadele veriyordu. Bunun için eldeki bütün kuvvetlerine rağmen düşman kuvvetlerinin korkunç bir sayı ve silah üstünlüğü onu mecburen İslam ülkelerini harekete geçirmek için diplomatik teşebbüslerde bulunmaya zorlamış, ancak hiçbir netice alamamıştı. 

Bu meyanda Şeyh Cemaleddin Gazikumiki hazretleri de Osmanlı Şeyhülislamının dikkatlerini Kafkasya üzerine çekmek üzere kendilerine Ağustos 1848’de aşağıdaki mektubu göndermiştir.

“ Bismillahirrahmanirrahim…

Ey sevgili ve şerefli kardeşim!

… Sizin ve padişahın yüce Divanı’nın âlimlerin sessiz kalışına şaşıyorum. İçinde bulunduğumuz feci durumu bildiğiniz halde niçin Sultan’ı, yakınlarını, önemli kişilerini ve liderlerini ikna etmiyorsunuz? Susmaya hakkınız var mı? Kıyamet günü Allahu Teâlâ sizi suale çekerse ne cevap vereceksiniz? ‘ Ne yapıyordunuz, ne söylüyordunuz; neyi emredip, neyi yasaklıyordunuz?’ diye sorulduğunda ne söyleyeceksiniz? O halde bu soruya bir cevap hazırlayınız.’

Ey âlim kardeşim!

Sizin hakkınızda kötü düşündüğümü gizlemeyeceğim. En büyük imam yüce Halife sizi dinlediğinde ve siz de Onu savaşa girmeyi tavsiye etmediğinize göre başka türlü bir şey yapmanız gerekmez mi? Verdiğiniz sözü yerine getirmenizin tam zamanı değil mi?
Ey ilmi ile amil olan âlimler, Ey Kâmil müminler!

Sahip olduğunuz bütün imkânlarla İslamın düşmanlarına karşı savaşmak zorundasınız. Osmanlı “Bab-ı âli” sinden burada savaşan kimselere yardım ve destek sağlamasını istemelisiniz. Hem Allahın koruduğu askeri birlikler göndererek bize yardım etmeniz, hem de Sultanlar arasında yapıldığı gibi görüşmeler yapmak suretiyle Rus hükümdarının bize karşı sürdürdüğü askerî faaliyetlerine son vermeye mecbur etmeniz zaruridir.

Dağıstanlı âlimlerle yaptığım bir görüşmenin ardından size bildirmek istediğim bunlardan ibarettir. Sadece bu hakir size müracaat ediyorsa da bu mesajı bütün âlimlerin bir şikâyeti olarak kabul edebilirsiniz. 

Talebimi kabul ederseniz, Allah sizi mükâfatlandırsın ve cennetine koysun. Kabul etmezseniz Allah bize yeter. O, kendisine güvenilen kimselerin en iyisidir. Yüce Allahın dışında güç ve kuvvet yoktur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”
Yardım Yapılmadı
Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Hazretleri'nin Osmanlı Şeyhulislamına gönderdiği mektubuna, ne cevap verildiğine ne de herhangi bir yardım yapıldığına dair arşivlerde bir kayıt yok.
Bu sıralarda Osmanlı tahtında Sultan Abdül’aziz Han bulunuyordu. Abdül’azîz hân, kardeşi gibi, memleketin idaresini Alî ve Füâd paşanın ve bunların yetiştirdiği masonların ellerine bıraktı. Bunlar da, İngilizin siyasetine göre hareket ettiler. Şeyh Şamil, yirmibeş sene Ruslarla kahramanca cihâd yaparak, ordularını perişan ederken, seyirci kaldılar. 

Bu mücahidin 1866'da esir düşmesine sebeb oldular. Rusların 1873'de, Semerkant, Buhâra ve Hive'yi işgâl etmelerine de sebeb oldular. Ömürlerini Avrupa’da geçirdiler. 

Memleketde kaldıkları zaman, Tanzimat fermânındaki mason plânlarının tatbik edilmeleri için çalıştılar. Bu hiyânetlerinin sebebi mes’ûlü elbette Halîfenin gafleti idi. Bu gafletinin neticesinde, masonlar ve onlara aldananlar tarafından şehid edildi.
Şeyh Şamil'in kuvvetleri Ruslara karşı adeta bir set, baraj idi. Bu sebeple Ruslar, Doğuya ve Güneye ilerleyemiyordu. 

Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladı. Daha önce bir türlü giremedikleri tarihî Türkmen şehri Göktepe’yi ele geçirerek otuz beş bin kişiyi öldürdüler. Bundan sonra bütün Türkistan’ı, son olarak da Afganistan’ı işgal ettiler.

Diğer taraftan 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşında da Ruslar, İstanbul’da Yeşilköy'e, doğuda ise Erzurum’a dayandılar. 1914 Birinci Cihan Savaşında ise Trabzon, Erzincan ve Bingöl’e kadar Doğu Anadolu’yu işgal ettiler. On binlerce insan öldü, yüz binlercesi muhacir oldu. 

Şeyh Cemaleddin Kumuki Hazretleri, Şeyh Şamil’in tesliminden sonra Türkiye’ye geldi. 1869’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Karacaahmet mezarlığında dır. 

Kaynaklar:

1- Eshâb-ı Kirâm- Hakikat Kitabevi Yayınları2- Âsâr-i Dağıstan- Hasan Al Kadarî3- Kafkasya Özgürlük Mücadelesi- Cafer Barlas4- B.O.A- Cevdet Hariciye No: 4681
Şeyh Şerâfeddin Efendi
1
876 yılında Dağıstan'da Dünya'ya gelen Şeyh Şerâfeddin Efendi tahsilinin bir kısmını orada yapmış fakat Ruslar'ın, Şeyh Şâmil sonrası Kafkaslar'da giriştiği halkı yıldırma istikametindeki zulümlere tahammül edemeyerek Türkiye'ye göç etmek mecbûriyetinde kalmıştır. Sultan Reşad, Şeyh Şâmille İstanbul'a gelen Dağıstan muhacirlerine Yalova'daki bir kısım hazine emlâkini tahsis etmiş ve orada "Reşâdiye" adıyla bir köy kurulmuştu. Şimdi Güney Köyü denilen bu köye yerleşen Şerafeddin Efendi, Muhammed Medeni Efendi adındaki şeyhe intisab etmiş ve bilâhere O'nun damadı olmuştur. Tasavvuf vadisinde çok büyük bir sür'atle ilerleyen Şerafeddin Efendi, Muhammed Medeni'den sonra şeyh olmuş ve Ledünn ilmi'ndeki vehbî ilerleyişi sonunda genç yaşta “kutup”luğa yükselmiştir. Anadoluda’ki Yunan işgal ve istilâsı Bursa havâlisine dayandığında O, müridlerini silâhlandırarak çete muhârebeleri ile düşmanı tâciz hareketi yapmıştır fakat maalesef düşman ilerleyişi durdurulamamış, Şeyh Efendi köyünü terk ederek biraz daha batıya çekilmeye mecbur kalmıştır. Reşâdiye Köşü’ne giren Yunan askerleri köyü baştanbaşa yakıp yıkmıştır. Bu âkıbeti önceden gören Şeyh Şerâfeddin Efendi, bütün köy halkı ile birlikte Kara Mürsel’de bulunuyordu. Buradan Ankara Hükûmetine müracaat ederek âilesi ve köy halkının Geyve civârında iskânını taleb etmiştir. Yunan işgalinde düşmana karşı mücadele çok önemli gayret gösterdi. Şeyh Şerafettin Efendi 1930 yılında Menemen hadisesi dolayısıyla hapse atıldı. Zor şartlar altında 10 ay hapis yattıktan sonra berat etti. 1930 yılında vefat ederek Yalova’nın Güney (Reşadiye) köy mezarlığına defnedildi. Türbesi sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.
Es’ad İleri Hoca Kurtuluş Savaşının mücâhid gâzilerinden. 1882 yılında Yunanistan'ın Gümülcine şehrinde doğdu. Küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişti. Gençliğini ve ömrünü ilim meclisleri ile savaş meydanlarında geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşında cihâd-ı mukaddes îlân edildiği zaman, halkı dîn-i İslâm ve ümmet-i müslümanı koruma yolunda cihâda teşvik etti. Bunun için bir de broşür çıkardı. Burada cihâd hakkında âyet ve hadîslerin izâhından sonra şöyle demekteydi:

"...Ey din kardeşler! Cümlenin malûmudur ki, Moskof, müslümanlığın kadîm düşmanıdır. İngiliz ve Fransızlar da son zamanlarda müslümanlık âlemine karşı bir cellât kesildiler. İngiliz ve Fransızlar, Rusya gibi gaddâr ve müstebit bir hükümetle elele vererek idâreleri altında bulunan müslüman kardeşlerimize yapmadık fenâlık bırakmadılar. Geçen sene Rumeli fecâyii de onların zâlimâne ve hâinâne tertibleri netîcesinde yapıldı. İşte onların mezâlimi bugün sâha-i cihanda ve üç yüz milyon ehl-i İslâmın uyanmasını ve kalkmasını mûcib oldu.

Bugün Rus, İngiliz, Fransız ahalisi bir araya gelse, toplansa, hüküm ve esâretleri altında bulundurdukları ehl-i İslâmın yarısından azdır. İşte bugün Âlem-i İslâmın en müthiş ve mel'ânetkâr düşmanlarıyla muhârebemiz var. Öyle düşmanlar ki; idâresi altında din kardeşlerimiz envâ-ı mezâlime uğruyor. Lâkin Allahü teâlânın yardımıyla o din kardeşlerimizin göz yaşları Hükûmet-i muazzamamızın ve şanlı ordumuzun tedbir ve gayretleri ve Âlem-i İslâmın vatanperverâne hareketleri ile silinecektir.

Ehl-i İslâmın düşmanı ne kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslâmı mahvedemezler. Muhâfaza-i din ve vatana âit şer'an mükellef olduğumuz vazîfeyi lâyıkı ile îfâ edersek netîcede zafer bizimdir. Resûlullah efendimizin dîninin nûrları sönmez. Dîn-i mübîn-i İslâm kıyâmete kadar pâyidâr olacaktır. Dîn-i celîl-i İslâmın hâmisi, Allahü teâlâ ve şefîi Resûl-i müctebâ efendimiz hazretleridir.

Allahü azîmüşşânın ve Resûl-i müctebânın emîrleri mûcibince hareket ve böyle cihâd zamânında malımızı ve canımızı fedâya gayret edelim. Zîrâ gördüğümüz felâketler dûçâr olduğumuz musîbetler artık cana dayandı. Elhamdülillah dünyâ yüzündeki âlem-i İslâm uyandı. Malûmdur ki; dünyâ yüzünde üç yüz milyon müslüman kardeşlerimiz var. Hilâfet makâmının şefkatli, merhametli sancağı altında mesûd ve bahtiyar hayat süren yirmi milyon nüfûs-ı müslime bulunuyor. İran ve Efgan hükümetlerinin idârelerindeki on altı milyondan maâda iki yüz altmış dört milyonu ecnebilerin, düşmanların boyunduruğu, idaresi altındadır.

Yazık değil mi? Allahü teâlâyı bir, Peygamberân-ı izâmı hak tanıyan din kardeşlerimiz, hakkı yıkmaya çalışanların esâreti altında bulunuyor, inliyor.

İslâm memleketlerini birçok zamanlardan beri kaplayan felâketleri düşünelim. Koca Endülüs Devlet-i İslâmiyesi ne oldu? Bir fert kalmayıncaya kadar İslâmlar mahvoldu. Yüzden fazla vilâyete sâhip, İslâmın saltanatının merkezi olan o koca müslüman memleketi ne için İslâmların elinden çıktı? Üç yüz bin câmii şerîfi olan ve üç yüz bin minberde hutbe okunan o koca kıtanın, İspanyalıların eline düşmesi acaba nedendir? Hindistan müslümanları neden esâret altına girdi? Neden her karış toprağını ecdâdımızın kanlarını dökerek aldıkları memleketler düşmanlar eline geçti? Neden olacak:

Kişiye zulmeder mi hiç Mevlâsı,Kişinin çektiği kendi cezâsı...

Yine Kur'ân-ı kerîmde buyrulmuştur. Meâl-i şerîfi: ‘Bir millete, bir kavme ihsân olunmuş memleketi, nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i hakikiyesini takdir etmez, sefâhete gider, nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır.’

İşte şu sırr-ı celîl-i İlâhî, Müslümanlar hakkında zuhûr etmiştir. Allahü azîmüşşân bize tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur'ân-ı azîmüşşânda..." diyerek uzun uzun âyet ve hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.

Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es'ad Hoca silâha sarılarak yanına aldığı gençlerle tâ Gümülcine'den beri tıynetlerini iyi tanıdığı Yunan çetelerinin karşısına geçti. Aydın havâlisinde çarpışan Kuvay-ı Milliyeciler içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din ve vatan uğrunda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es'ad Hoca'nın bu devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın cephesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektubunda şöyle nakletmektedir:

"...Millî mücâdelede, Aydın ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem diğer bir hocamızdan da bahsetmek vecîbedir. O da birinci Büyük Millet Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es'ad Efendidir. Aydın'da sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle muhârebelere iştirak etmiştir.

Yunan, Ödemiş'in Mendegüme üstündeki bayıra, açık ordugâh kurmuştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve benim maiyetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es'ad Efendi de dâhil), buna mukâbil düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi. 

Fecirle berâber savaş başladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es'ad Efendi kendisi ve topçu askerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim topumuz açıkta bulunan düşman topçusuna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle yerleştirilen bu mermi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız bizim topumuzun patlaması Yunanlıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla perişan bir halde geriye kaçtı. Yunan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâzım olmak üzere üç yaralıdan ibâretti. İki buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mahmutlu köyleri tamâmen düşmandan geri alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.

Muhterem hocamızın gerek muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İstanbul'a gitmesi ve beynelmilel bir tahkik heyetinin gelmesine ve lehimizde rapor verilmesine dâir büyük hizmetlerine paha biçilmez, takdir ve tebcîl-i vecîbedir."Es'ad Hoca Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu olarak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe (Muğla) Mebûsu oldu. O gerçekleştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî'nin tescil ettirilmesini cânu gönülden arzuluyordu. 

Ancak Lozan heyetinin bu gâyeden uzak faâliyetlerini görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhedeye red anlamına gelen kırmızı oy verdi. Bilhassa Batı Trakya Türklerinin mukaddesâtı üzerindeki tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es'ad Hoca, yaptığı konuşmada;
"-Ben Yunan palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir torba kemik bile alamayacaksınız." dedikten sonra, Mora veGirid gibi yerlerde bunun misâllerini nakletti.

Es'ad Hocanın, Kurtuluş Savaşı devresinde kaleme aldığı broşüründen başka birkaç küçük kitabı daha vardır. Bunlar: Ah Aydın (Şiir şeklinde beyannâme), Verin Zavallılara ve Hilâl-i Ahmer'dir.

Soyadı kanununun çıkmasından sonra "İleri" soyadını alan Es'ad Hoca, 1927'den sonra meclise girmeyerek İzmir'in Torbalı kazâsına yerleşti. Burada bir kenara çekilerek ibâdet ve zikirle münzevî bir hayat yaşadı. Zaman zaman İzmir'in muhtelif câmilerinde halka vâzlar vererek dînî duygularını kuvvetlendirmeye çalıştı. Onlara devamlı olarak çocuklarına din bilgilerini vermeleri için nasihatlar ederdi. 15 Nisan 1957 târihinde İzmir'in Kestane Pazarı Câmisinde vâz vermeye giderken geçirdiği trafik kazâsı sonucu vefât etti.

Hasan Sezâî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Hasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.
Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu.
İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi.

Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli DedeDergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti.
Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir.
Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti. Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:
Derd ile dâim yanmakta bu dil
Aşkın nârına olmuşlar fitil
Pervâne-sıfat olmaya vâsıl
Şem'-i cemâle sûzana geldik.Cismimiz bunda, canımız onda,
Gevherimizin aslı ol kânda
Sezâî, şimdi biz bu dükkanda,
Biraz eylenip seyrâne geldik.
Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır.
Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.
Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Vücûdum mülkünün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezâî vârını mahvetti şimdi,
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır
Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm).
Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır:
1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir.
  
2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir.

3) Niyâzî-i Mısrî'nin;  "Halk içre bir âyîneyim. Herkes bakar bir an görür." mısraı ile başlayan altı beyitlik bir gazelin şerhi


Ahmed Cevdet Paşa
Osmanlı Devletinde on dokuzuncu asırda yetişen büyük devlet ve ilim adamı. 27 Mart 1822’de Bulgaristan'ın Tuna kıyısında bulunan Lofça kasabasında doğdu. Babası Lofça İdare Meclisi azasından İsmail Ağadır. İlk tahsilini Lofça’da yaptı. Yaradılıştan zeki ve kabiliyetli olduğu gibi, pek de çalışkandı.

Dedesinin yardımı ile 1839 yılında İstanbul’a geldi. Medrese tahsiline başladı. Bu arada, matematik,astronomi, tarih ve coğrafya gibi ilimlerle de uğraşarak kültürünü artırdı. O zaman çok meşhur olan Murad Molla tekkesine tatil günleri giderek Farisi öğrendi ve Mevlana’nın Mesnevi’sini bitirdi.

Divançe’sinde bulunan şiirlerin çoğunu bu tekkeye devam ettiği sırada yazdı. 1844’te 22 yaşındayken Çanat payesi ile Rumeli kaleminde kadı oldu. 1845 yılında müderris olarak İstanbul camilerinde ders vermek hakkını elde etti. 13 Ağustos 1850’de Meclis-i Maarif azalığı ile birlikte Dar-ül-Muallimin (Öğretmen okulu) müdürlüğüne getirildi. Bu mektebi kısa zamanda ıslah ederek, mektebe giriş ve imtihan usüllerini yönetmeliklerle tesbit etti. Encümen-i Daniş’e (Osmanlı Akademisi) 1851’de asli üye seçildi.

“Tarih-i Cevdet” namıyla şöhret bulan kıymetli eserinin üç cildini 1854 yılında bitirip Sultan Abdülmecid Hana sundu. Eseri çok beğenen Sultan, rütbesini yükseltti. Bir sene sonra da devletin resmi tarihçisi oldu.
Osmanlı Cihan Devletinin kanunlarını yapacak olan “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye”ye 1861 yılında üye tayin edildi. 1866 yılında ilmiye sınıfından vezirliğe geçti. Halep vilayetine vali tayin edildi. Bir müddet orada kaldıktan sonra yeni kurulan “Divan-ı Ahkam-ı Adliye”ye başkan tayin edildi. Bu vazifede çok faydalı işler gördü; memleketin adliye ve hukuk sistemini devrin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalıştı.

Ali Paşa, Fransız medeni kanununun tercüme edilerek Osmanlı Devletinde tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşı Ahmed Cevdet Paşa ve aynı düşüncede olanlar, İslam Hukukunun zengin ve tatbik edilmiş en kuvvetli dalı olan Hanefi fıkhının sistematik hale getirilerek kanunlaştırılması fikrini müdafaa ediyorlardı. Bu ikinci yani, Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının fikirlerinin tatbiki için “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı. Memleketin en kıymetli hukuk alimlerinin iştirak ettiği bu meclis, Kur’an-ı kerimin hükümlerini kanun şekline sokup, bütün milletlerin kıymet verdiği Mecelle adındaki kitabı hazırlayarak, büyük hizmet etti.
Cevdet Paşa, 1879 yılında Maarif Nazırlığına tayin edildi. Sonra da, çeşitli valiliklerde, Adliye, Maarif, Dahiliye, Ticaret nazırlıklarında bulundu. Padişah’ın hususi encümenlerine iştirak etti. 26 Mart 1895’te vefat etti. Naşı, Fatih Camii bahçesine defnedildi.

Alim, fadıl, edib, tarihçi ve büyük devlet adamı Cevdet Paşa, muhtelif sahalarda pekçok eser vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

Tarih-i Cevdet: 12 cilttir. Osmanlı Devletinin 1774-1825 seneleri arasındaki tarihini anlatır.

Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: 12 kısımdır. Cevdet Paşanın en tanınmış eseridir. Hazret-i Adem’den itibaren bir çok peygamberin (aleyhimüsselam), İslam halifelerinin, İkinci Murad’a kadar Osmanlı padişahlarının tarihinden bahseder.

Tezakir-i Cevdet: Devrinin siyasi, içtimai, ahlaki cephesini anlatmıştır.

Ma’ruzat: Sultan İkinci Abdülhamid’e 1839-1876 yılları arasındaki tarihi ve siyasi hadiseleri takdim etmek için hazırlanmıştır.

Mecelle: Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir hey’et tarafından hazırlanmıştır. (Bkz. Mecelle).

Divançe-i Cevdet: Gençliğinde yazdığı şiirleri, Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle bu kitaptatoplamıştır.

Kavaid-i Osmaniye: Fuad Paşayla birlikte yazdığı dil bilgisi kitabıdır. Ayrıca Belagat-ı Osmaniye - Kavaid-i Türkiye, Takvim-ül Edvar-Miyar-ı Sedad, Adab-ı Sedat fi-İlm-il-Adab, Hülasatül Beyan fi-Te’lifi’l -Kur’an, Asar-ı Ahd-i Hamidi, Hilye-i Seadet, Ma’lumat-ı Nafia (Faideli Bilgiler adıyla İhlas Matbaacılık A.Ş. tarafından Latin harfleri ile bastırılmıştır.) adlı eserleri çeşitli mevzulardan bahsetmektedir.
Murad-ı Veli
Seyiddir. Babası Aliyyül Büka, Türkistan'dan hicret edip Hicaz-Şam-Urfa yoluyla Çankırı'ya gelip yerleşmiş mübârek bir zâttır. Hacı Murad-ı Veli 1229’da Türkistan’ın "Sayram" kasabasında dünyaya gelmiş Horosan erenlerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli’den hilafet almış ve uzun süre eski köyde yaşamıştır. Kalecik Tekfuru’nun zulmüne uğrayarak bugünkü Çankırı'nın Eldivan ilçesi Seydi köyündeki türbesinin bulunduğu yere gelip yerleşmiştir. Burada on yedi yıl çevreden gelenlere ders vermiştir. 
1307 yılında vefat etmiş ve buradaki türbesine gömülmüştür. Çocukları da babaları gibi âlim yetişmiş ve halkın irşadı ile meşgul olmuşlardır. Türbesi cami ile beraber olup aynı bina içerisindedir. Horasan erenlerinden ve Seyyid olması hasebiyle çok kimse tarafından ziyaret edilmektedir.
Ahmed Hâki İzler
Aslen Türkistanlı olup, şairdir. Türkistan'da Rus muharebelerinde bulunmuş ve burada yakınlarını kaybetmiş, uzun seyahatlerden sonra Konya'ya gelip yerleşmiştir. 
Her türlü gösterişten ve dünya mevkilerinden uzak durmuştur. Konuşmalarında daussıla (sıla hasreti) yani nostalji hissedilirdi. Çocukluğunun geçtiği maziye  hasret, Türkistan'ın istilasından dolayı nefret duyar ve memleketinin içine düştüğü kötü hali düşünürdü. Hafızası kuvvetli ve sağlamdı. Konuştuğu bir sözü icab etmedikçe tekrarlamazdı. Arap ve Fars edebiyatı ve lisanları ile Türkçenin bütün lehçelerine vakıftı. 
Anlaşılmayan beyitlerin anahtarı ondaydı. Bütün hurafeleri, batıl şeyleri rezil ederken, Fuzuli, Hafız-ı Şirazi ve Şa'd-i Şirazi'den sık sık şiirler okurdu.
Konya'nın Köprübaşı Mahallesinde Ovalıoğlu Camii bahçesinde hayatının son senelerini geçirmiş ve 1973'te vefat etmiştir. Kabri Üçler mezarlığındadır.
Hakıyem nar istemem,Aldatıcı yar istemem.Vîrâne kalsın bu gönül,Tâmirine mîmâr istemem.
Evhadüddin Kirmani Horasan’da Kirman şehrinde doğdu. Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Hâmid'dir. Evhadüddîn lakabı ve Kirmânî nisbetiyle tanınır.   Evhadüddîn Kirmânî önce Bağdât'ta ilim tahsîl etti. Evliyâdan Rükneddîn Süncâsî'nin derslerinde bulundu ve çok isifâde etti. Kendisi, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesinişöyle nakletmektedir:
"Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî'nin hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâde etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; 
"- Hâcetin, ihtiyâcın nedir?" diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; 
"- Ey tecrübesiz çocuk! Sana ikrâm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum." Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim."
Evhadüddîn Kirmânî yine evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin derslerine ve sohbetlerine kavuştu. İlim tahsîl etti. Evhadüddîn hazretleri bu hocasını çok sever ve ona büyük hürmet beslerdi.
Rükneddîn Alâüddevle anlatır:  "Sühreverdî yolunun sâliklerinden biri Minâ'da anlattı: 
"Bir gün Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin huzurlarındaydım. Evhadüddîn Kirmânî'nin huzûruna gelmemesini söyledi. Evhadüddîn bu haberi duyunca; 
"- İstemem, müsbet ile ansın beni, gönlüne getirsin mest eder beni." beytini söyleyip;
"- Elhamdülillah hocamızın ağzında adımızın anıldığını duyduk." diye sevindiğini gördüm."
Daha sonra Evhadüddîn hazretleri de hocasından aldığı yetkiyle ilim tâliplerini aydınlatmaya, mârifet sırlarını dünyâya saçmaya başladı. O bilhassa sanat kollarında çalışanların teşkilâtlanmasını ve bir disiplin dâiresi içinde yeni yetişen çırakların da tam bir edep, ahlâk nümûnesi olmasını arzuluyordu. Bu maksadla Abbâsî Halîfesi Nâsır bin Müstedî, halîfeliğini tanıyan bütün İslâm memleketlerine, fütüvvet teşkîlâtını yeniden canlandırmanın lüzumuna dâir mektuplar gönderdi. Bu meyânda bu teşkilâtı canlandıracak, insanları kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayacak, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil kimseleri de o memleketlere gönderdi.
Evhadüddîn Kirmânî de talebesi Ahî Evren ile birlikte 1205 yıllarında Anadolu'ya geldi. Muhyiddîn-i Arabî, Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi zamânın büyükleriyle görüştü. Konya'ya yerleşti. Kendisi için kurulan dergâhta dersler verip talebe yetiştirdi. Kasaba ve köylere yetiştirdiği talebelerini gönderdi. Anadolu'nun birçok kasaba ve köyünü tek tek dolaştı. İnsanlara Allah aşkını, din kardeşine muhabbetin lüzumunu, din bilgilerini öğrenip tatbik etmenin gerekli olduğunu anlattı. Belâlara sabredip, ele geçen mala kanâat etmenin, din kardeşinin malını, nâmusunu, canını da korumanın lâzım olduğunu bildirdi. Yazdığı şiirlerinde de aynı şeyleri anlattı. Eserlerinden Misbâh-ül-Ervâh ve Menâkıb'ı meşhurdur.
Şeyh Evhadüddîn Kirmânî insanlarla meşgulken bile kalbi devamlı Allahü teâlâyı zikr ederdi. Tasavvufta çok yüksek makamlara kavuşan Evhadüddîn Kirmânî 1237  yılında vefât etti. Türbesi, Konya'da Musallâ mezarlığının içinde Şücâeddîn türbesinin güneybatısındadır.
Pekçok talebe yetiştiren Evhadüddîn Kirmânî'nin en büyük talebelerinden birisi Sadreddîn Konevî'ydi. Kendisinden on altı sene feyz alan Sadreddîn Konevî; 
"- Ben iki dânânın (âlimin) sütlerini emmişim. Biri Şeyh Muhyiddîn-i Arabî ve biri hazret-i şeyh Evhadüddîn Kirmânî'dir." demiş ve vefât ederken;
 "- Tâbûtumun üzerine Evhadüddîn hazretlerinin seccâdesini seriniz." diye vasiyet etmiştir.
Yine meşhur talebelerinden ve dâmâdı olan Ahî Evren, Evhadüddîn hazretlerinin vefâtından sonra yerine geçti. Güçlenip birleşerek, vahşi hayvan sürüsü gibi insanları parçalayıp şehirleri yıkarak gelen Moğollara karşı, halkın şuurlanması için elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Bilhassa sanat sâhibi, esnâf arasında çok sevildi. Her şehir ve kasabada teşkilâtlar kurdu. 
Ahîlik, kardeşlik teşkilâtı adı verilen ve bugünkü mânâda esnâf teşkilâtı diyebileceğimiz bu kuruluşun mensupları, kısa zamanda birçok şehir ve kasabada teşkilâtlandılar. Toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden istifâde edebilecekleri, gelen misâfirleri ağırlayabilecekleri dergâhlar yaptılar. Moğollara karşı milis kuvvetleri teşkil edip, şehirlerini müdâfaa ettiler. Anadolu halkının zâlim Moğol kuvvetleri karşısında eriyip yok olmamaları için gayret gösterdiler. Evhadüddîn Kirmânî'nin koyduğu temel prensiplerden ayrılmayan ahîler, Anadolu Selçuklu Devletinin yerinde teşkil edilen Anadolu beyliklerine destek oldular. Bilhassa Osmanlı Beyliğine yardımcı olup desteklediler. Aradıklarını Osmanlı Devletinde bulup, onun saflarında yerlerini aldılar.
1237 târihinde Konya'da vefât etti.
Mîrim Halvetî Evliyânın büyüklerinden. İsmi Mîrim Halvetî'dir. Ahî Mîrim de denilir. Horasın'ın "Herat" şehri kasabalarından "Kilbâd" da doğdu. Herat ve Şirvan'da yaşadı. 1409 senesinde Kırşehir'de vefât etti. Vefât zamanları Karamanoğlu Mehmed Beyin o bölgeye hükmettiği târihlere rastlamaktadır.

Mîrim Halvetî Şirvan ve Herat'ta ilim tahsîl etti. Tîmûr Han zamânında Anadolu'ya gelip Kırşehir'e yerleşti. Kendisine Ahî denilmesine sebeb Ahî Evrân oğullarından olması yüzündendir. Kırşehir'e geldiğinde burası hoşuna gidip; 

"- Külâbâd'dan çıktık ise Gülâbâd'a geldik." buyurdu.

Mîrim Halvetî hazretlerinin hak yolunun büyükleri arasına girişi şöyle anlatılır:

İlk zamanlarında şiirler ve kasîdeler söylerdi. Zamânın sultanlarından birine bir kasîde yazdı. Huzûruna gidip yazdığı kasîdeyi okudu. Kibirli, gururlu sultan kasîdeyi beğenmedi. Bunun üzerine Mîrim Halvetî çok üzüldü ve yaptığı bu işe tövbe etti. O gece rüyâsında âlemlerin efendisi Peygamber efendimizi gördü. O zaman, önceleri, Peygamber efendimizi medheden bir kasîde yazdığını hatırladı ve bunu hürmetle efendimize okudu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; 

"- Mîrim Halvetî gel sana bir hediye verelim." buyurdular. Sonra Efendimiz oturdukları yerden bir avuç toprak alıp; 

"- Bu kimyâdır. Sakın gaflette olma." buyurup onun eline verdiler. Mîrim Halvetî sabahleyin uyandıkta o toprağı elinde buldu. Sarrafa götürdüğünde onun hâlis altın olduğunu anladı. Mîrim Halvetî, Halvetî büyüklerinden Ömer Halvetî'nin sohbetine katıldı ve nefsiyle uzun seneler mücâdele edip, ıslâha çalıştı. Netîcede hocasından icâzet, diploma aldı. İnsanlara güzel ahlâkı öğretmekle vazîfelendirildi.

Mîrim Halvetî hocasının vefâtından sonra ona bir türbe yaptı. AyrıcaTebriz'de dergâhlar inşâ etti.Kırşehir'e geldiklerinde ise dergâh ve mescid yaptırdı. Mîrim Halvetî'nin Ebû Tâlib adında bir talebesi vardı. İlmiyle amel eden biri olup, güzel huylu olgun idi. LâkinVahdet-i vücûdu inkâr ederdi. Bir gün yanına Mîrim Halvetî hazretleri geldi ve ona;

"- Evlâdım! Sen taleb, istek yolunu bilmezsin. Zâhidle, dünyâya düşkün olmayanla kalıp ilâhî aşk ve irfâna kavuşmaya çalışmazsın." buyurdu ve kulağına eğilip bir kerre;

"- Yâ Allah!" diye seslendi. Hemen o dakika Ebû Tâlib kendinden geçip yere düştü. Sonra aklı başına geldi ve Mîrim Halvetî hazretlerine; 

"- Efendim! Şimdi kalbim açıldı.İlâhî aşkı tattım. Lâkin bunu kırk senedir özlüyordum." dedi. Hikmetli sözleriyle insanları irşâd etti, doğru yolu gösterdi. Bir gün sevdiklerine;

"- Hak yolunun yolcusu gönlünü âhirete vermeli, dünyâlıklara kapılmamalıdır. Bir olan Allahü teâlâya bağlanmalı, başka şeylere heves etmemelidir." buyurdu.

Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin en meşhurları; Pîr Ebû Tâlib, Pîr Tevekkül, Amr Rabbânî ve İzzüddîn'dir.
Abdullah Sermest Soyu bugün Doğu Türkistan Uygur Özerk Bölgesinde bulunan Tomanay aşiretine dayanmaktadır. 1819’da Kilis’te doğdu. Tomanay aşiretinin nüfusu artınca geniş bir aile Tazabay aşiretini oluşturdu. Bu aşiretten bir grup 16. yüzyılda Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbeycan’a göç etti. Abdullah Sermest’in dedesi Süleyman Akif Bey 18. yüzyılda Taşkent’ten Irak üzerinden Kilis’e geldi ve buraya yerleşti. Abdullah Efendi altı yaşında iken babası hoca Mehmed Efendi hacca gitti ve orada vefat etti. İki sene sonra da annesi vefat etti. Abdullah Sermest Efendi babasının bir talebesinin himayesinde büyüdü. İlk tahsiline Kilis’te Akcarun Camii müderrisi Hacı Hafız Efendinin yanında başladı. Kavalalı İbrahim Paşa’nın Kilis’i işgal ettiği sırada yaptırdığı kışla inşaatında zorla çalıştırıldı ve bir süre tahsiline ara verdi. İbrahim Paşa Kilis’de eli silah ve kalem tutan herkesi zorla asker kaydetti. Zorla asker kayd edilen Abullah Sermest, İbrahim Paşa tarafından Mısır’a götürüldü. Mısır’da on yıl kaldı. Bu on yılın kaç yılı askerlikle geçtiği bilinmemektedir. Askerden terhis olunca Kahire’ye yerleşti. Geçimini hattatlık ve hakkaklık ile sağlamaya çalıştı.  1846’da Mekke’ye gitti. Orada Nakşi şeyhlerinden Muhammed Can ile tanıştı ve ona bağlandı. Bombay ve Bağdat’a gidip geldi. 12 yıl Mekke’de kaldı. Bundan sonra hocasının emri ile 1858’de Kilis’e gelerek Muhammed Bedevi zaviyesine yerleşti. Bir müddet burada kalıp kendisi için bir tekke inşa ettirdi. Yirmi yıl bu tekkede insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Vefatından önce bir vakıf kurarak bütün malını mülkünü bir vakfa bağışladı. Bu vakıf halen faaliyettedir. 26 Mart 1882’de vefat etti. Kilis’in Bölük mahallesinde Kurtağa Caddesindeki Çekmeceli Camii karşısında bulunan tekkesinin bahçesine defn edildi. Kabri üzerine bir türbe inşa edilmiş olup günümüzde ziyaret edilmektedir. Abdullah Sermest, Muhammed Can ve Abdullah Dehlevi vasıtasıyla Müceddidiyye yoluna ulaşır. Kendisi de Antepli Akif ve Elbistanlı Ahmed Hamdi’ye icazet vermiştir. Oğlu Mehmed Vakıf Tazebay ise tasavvufi eğitimini Ahmed Hamdi Efendinin yanında yapmıştır. Babasının tekkesini tekkeler kapanıncaya kadar idare etmiştir. Abdullah Sermest efendinin Türkçe Arapça ve Farsça şiirleri vardır. 118 şiirden meydana gelen divanının çoğu Türkçe gazellerden oluşur.
Ahî Evran 1171 yılında İran'da Batı Âzerbaycan taraflarındaki "Hoy" kasabasında dünyâya geldi. İmâm-ı Fahrüddîn Râzî'den çeşitli ilim dallarında dersler aldı. Ahmed Yesevî hazretlerinin talebelerinin ders ve sohbetlerine devâm ederek tasavvuf yolunda ilerledi. Büyük İslâm âlimi Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hac yolunda Evhadüddîn Hâmid Kirmânî ile tanışıp, onun talebelerinden oldu. Evhadüddîn Kirmânî'nin vefâtına kadar da yanından ayrılmadı. 
Konya'daki Anadolu Selçuklu Devleti idârecileri arasında büyük nüfûz sâhibi olup, Bağdat'a elçi gönderilmiş olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin babası, Mecdüddîn İshak'ın dâveti üzerine, Muhyiddîn ibni Arabî ve hocası Evhadüddîn'le birlikte Anadolu'ya geldi. Hocasının kızı Fâtıma Bacı ile evlendi. Yazmış olduğu pek kıymetli eserlerinden "Mürşid-ül-Kifâye" ve "Yezdân-Şinaht" adlı kitaplarını Sultan Alâeddîn Keykûbâd'a takdim etti.
Bundan sonra kayınpederi Evhadüddîn'le Anadolu şehirlerini dolaştı. Esnafa bilhassa İslâmiyetin alış-veriş bilgileri hakkında vaazlar verdi. Nasîhatlar etti. Kendisine sual sorup nasîhat isteyenlere:
"Ey Ahî (Kardeşim)! Alış veriş ilmini bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz. Haram lokma yiyen ise ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri hep boşa gider. Sonunda büyük azabayakalanır ve pişman olur." buyururdu. Ahî Evran ayrıca gittiği yerlerde esnafı bir çatı altında toplayıp teşkîlâtlandırıyordu. Böylece Anadolu şehirlerinde Ahi teşkilatlarının kurucusu oldu. Hocası Evhadüddîn'in vefâtından sonra Kayseri'ye yerleşen Ahi Evran bütün Anadolu ahilerinin şeyhi kabul edildi.
Ahî teşkilâtına girebilmek için ilim ve sanatla meşgûl olmak lazımdı. Ahî Evran'ın etrafında ve her şehirde bulunan ahîler her cumâ gecesi aralarında toplanırlar. Kur'ân-ı kerîm, hadîs ve fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında sohbet ederlerdi.
Ahî Evran hazretleri Kayseri'ye yerleştikten sonra debbâğlık yapmaya ve elinin emeği ile geçimini temin etmeye başladı. Bu arada halkı irşâd etmeye, bilgi ile yetiştirmeye çok önem verirdi. Yetiştirdiği talebeleri Anadolu'nun dört bir tarafına gönderirdi. Bu talebeler onun emriyle gittikleri yerlerde zâviye kurup irşâd halkasını genişletmeye çalışırlardı. Böylece zamanla sevenleri yüz binlere ulaştı.
Bu sırada Doğudan Batıya bütün Türk alemi Moğol tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Moğollar geçtikleri her yerde kan, gözyaşı ve parçalanmış cesetler bırakıp, beldeleri ve hâneleri virân ediyorlardı.
Yaklaşan bu büyük tehlikeye karşı Ahî Evran hazretleri halkı uyandırmaya ve sevenlerini karşı koymaya çağırdı. Onlara şöyle nasihatlarda bulundu:
"Ey Ahîler! Mücâhitler, yiğit, arslan yürekli olur. Düşmandan korkmaz, kaçmaz ve ona boyun eğmez. Yağmada kurt gibi saldırsalar hiç sarsılmaz. Atılan oklara ve kılıç darbelerine metânetle karşı koyar. Savaşırken safta, namazdaki gibi sessiz olup, komutanına itâatte cemâatin imâma uyması gibidir. Düşmanına karşı haykırışı gök gürültüsü gibi olmalıdır. Düşmandan korkmayın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyamamaktan korkun. Vatan sevgisinin îmândan olduğunu unutmayın!"
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edip, takdirine râzı olan ve hocalarına itâat eden bu mübarek insanlar sürüler halinde Anadolu'ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca mücâdele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Anadolu'yu bir şefkat diyarı haline getirdiler.
Ahî Evran hazretleri Anadolu'nun bu karışıklık zamânında Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı meydana gelen bir hâdise bahânesiyle iftirâya uğradı ve tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı.
Beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra Denizli'ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin isteği üzerine, diğer ulemâ ile birlikte Konya'ya döndü. Konya'da bir müddet ikamet edip, müslümanları irşâd ile meşgûl olup, vâz ve nasîhatta bulundu.
Daha sonra, Kırşehir'e (Gülşehir'e) yerleşti. "Menâhic-i Seyfî" adlı Şâfiî mezhebi ilmihâl bilgilerine dâir eserini, Kırşehir emîri Seyfeddîn Tuğrul'a takdim etti. Vâzlarındaki sâdelik, herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri îzah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerâmetler, ahlâkının güzelliği, dünyâ malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışması, herkesin sevgisini kazanmasına vesîle oldu. Çevresinde pek çok kimse toplandı. İslâmiyete yaptığı hizmetler dolayısı ile Nâsırüddîn lakabını aldı. Doksan üç yaşlarında iken onun nüfûzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkan ve Moğolların baskısına dayanamayan Kırşehir emiri Nûreddîn Caca tarafından 1262 yılında Kırşehir'de şehîd edildi.
Talebeleri Ahî Evran hazretlerinin yolunu devam ettirdiler. Bu arada Ahî Evran'ın hanımı Fâtıma Bacı'nın yetiştirdiği bacılar da elde ettikleri mümtâz İslâm kültürünü, bacıdan bacıya naklettiler. Söğüt civârında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine koşuşan ahîlerden bir kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zâviyeler kurdular. Bir ahî şeyhi olan, Şeyh Edebâli ile Osman Bey arasında akrabâlık tesis edildi. Doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye ettiler, yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gazâ rûhunu aşıladılar. 
Fâtıma Bacı'nın yetiştirdiği bacıların meydana getirdiği "Baciyân" grubu da yeni gelenlerin kadınlarına İslâmiyeti öğreterek, dîn-i İslâmı hakkıyla yaşamaları için gayret ettiler. Üç kıtada altı asır at oynatacak istikbâlin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, onlara yardımcı oldular. Osmanlılar da onların kadr-ü kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar.
Bosnalı Abdullah Efendi 1583 senesinde “Bosna”da doğdu. Asıl ismi Abdullah Abdî olup, babasınınki Muhammed’dir. Bosnâvî, Rûmi ve Gâibî nisbet edildi. “Şârih-ul-Fusûs” ve “Şârih-il-Mesnevî” diye meşhûr oldu. Doğum yeri olan Bosna’da ilim tahsîline başlayan Abdullah Efendi, sonra İstanbul’a geldi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Bursa’ya gitti. Bursalı Hasan Kabaduz Efendi ile görüştü. Bu zâtın sohbetlerinde kemâle gelip olgunlaştı. Hâcı Bayram-ı Velî halîfelerinden Bıçakçı Ömer dede’nin halîfesi olan Hasan Kabaduz Efendinin feyz ve himmetleri ile yüksek derecelere kavuştu. Bosnâvî Abdullah Efendi, Bursa’dan ayrılıp Mısır’a, sonra 1636 senesinde hac vazîfesini yapmak için, Hicaz’a gitti. Mekke-i mükerremeyi ve Medîne-i münevvereyi ziyâret etmekle şereflendi. Hac dönüşünde, Şam’da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesi yanında inzivâya çekildi. Günlerce ibâdetle meşgûl oldu. Sonra Konya’ya geldi. Sadreddîn-i Konevî ve Mevlânâ Celâledîn-i Rûmî gibi büyüklerin kabirlerini ziyâret edip, rûhâniyetlerinden istifade etti. Konya’da yerleşip, vefatına kadar bu şehirde kaldı. Talebelerine ilim öğretmek ve emr-i mârûf yapmakla Allah-ü teâlânın emirlerini bildîrmekle meşgûl oldu. 1644 senesinde hac dönüşü Konya’da vefât edip, çok sevdiği Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin türbesi civarında defnedildi. Sonradan yapılan kabir taşına vasiyeti üzerine; “Hâzâ kabrû garîbillah fî ardıhî ve semâihî Abdullah el-Bosnâvî er-Rûmî el-Bayrâmî” ibaresi yazıldı. Mısır ve Hicaz’a yaptığı seyahatlerinde ve Şam’daki ikametinde kendisi ile görüşen ilim erbâbı, Abdullah Bosnavî’nin ilmini ve eserlerini çok beğenirlerdi. Yüksekliğini anlayanlar, ilim ve feyzlerinden istifade etmek için birbirleriyle adeta yarış ederlerdi. Arap aleminin meşhûr ulemâsından Garsüddîn Halîlî Muhammed Mirzâ Sürûcî, Dımeşkî Sûfî, Muhammed Mekkiyy-ül-Medenî, Seyyid Muhammed bin Ebî Bekr Ukûd gibi âlimler, Abdullah Bosnavî’nin talebesi olmakla şereflendiler. Kaynaklarda Abdullah Bosnavî’nin altmış eserinin ismi verilmektedir. Bunlardan en meşhûru, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin meşhûr eseri Füsûs-ül-Hikem şerhidir. Mısır’da ve İstanbul’da birer defâ basılmıştır. Diğer eserleri çeşitli kütüphânelerde mevcûd olup, okuyanlar istifâde etmektedirler. Eserlerinden bâzıları şunlardır:1.    Mevâkib-ül-Fukarâ,
2.    Hakîkat-ül-Yakîn,
3.    Risâle-i Hazerât-il-Gayb,
4.    Metâli-un-Nûr-is-Senî an Tahâret-in-Nebiyy-il-Arabî,
5.    Risâletün fi Tafdîl-il-Beşer Alel Melek,
6.    Tezyilün fî Münâzeat-i İblîs Li-Sehl bin Abdullah et-Tüsterî,
7.    Mekâsıd-ı Envâr-ı Ayniyye ve Meskâıd-ı Ervâh-ı Tayyibe-i Gaybiyye,
8.    Muhâdarât-ül-Envâil.
Bunlardan başka çeşitli âyet-i kerîme ve sûre-i şerîfelerin tefsîrleri, çeşitli mevzûlarda manzum ve mensûr Türkçe ve Arapça eserleri vardır. 
Mahmud Kefevi 1520 senesinde Kırım'ın Kefe liman şehrinde doğdu. Sinop'ta Kefevî Câmii avlusundadır. Çocukluğu doğum yeri olan Kefe'de geçen Mahmûd Kefevî, zamânının usûlüne göre küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Temel dînî bilgileri öğrendikten sonra tasavvufa karşı alâka duydu. Kâdiriyye yolu mensuplarından büyük âlim ve velî Takıyyüddîn Ebû Bekir Kefevî'den ilim öğrendi ve sohbetlerinde bulundu. 

Yirmi üç yaşına geldiği zaman 1542 senesinde hocası ile birlikte İstanbul'a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânına rastlayan bu gelişinde, ilmini ilerletmek için bâzı âlimlerin ilim meclisine devâm etti. İlk olarak Kaplıca Müderrisi Kâdızâde Efendinin, sonra Sahn-ı Semân (Fâtih) müderrisi Abdurrahmân Efendinin derslerinde bulundu. Abdurrahmân Efendi Halep kâdılığına tâyin edilince, Anadolu kazaskeri Mâlûl Emir Efendinin ders halkasına devâm etti.
1552  senesinde mülâzım, müderris yardımcısı olarak vazîfe yapmaya başladı. Mâlûl Emir Efendi diye meşhûr olan fazîletli Seyyid Abdülkâdir Efendinin hizmetinde bulunduğu sırada zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim ve tasavvuf yolunda fazîlet sâhibi bir kimse oldu. 1554 senesinde yirmi akçe yevmiye ile İstanbul Molla Gürânî Medresesine müderris tâyin edildi.

Mahmûd Kefevî hazretlerinin Arapça ve Türkçe şiirlerinden başka risâleleri, bâzı eserlere tâlîkâtı vardır. Ayrıca Âdem aleyhisselâmdan Peygamber efendimize kadar gelen bâzı peygamberlerin hayatlarını, Eshâb-ı kirâmdan bâzılarının hayat ve menkîbelerini, İmâm-ı Âzam'dan kendi zamânına kadar gelen Hanefî mezhebi müctehid ve âlimlerinin tabaka ve mertebelerini topladığı Ketâibü A'lâmi'l-Ahyâr min Fukahâi Mezhebi'n-Nu'mân-il-Muhtâr adlı Arapça eseri yazmıştır. 809 civârında büyük zât hakkında kıymetli bilgiler bulunan bu eserin muhtelif yazma nüshaları Süleymâniye Kütüphânesinde mevcuttur. Eser basılmamıştır.

Mahmûd Kefevî hazretleri ömrünün sonuna doğru bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizin mübârek cemâliyle müşerref oldu. Tam bir edep ve tevâzû ile önlerine eğilip;

"- Yâ Resûlallah! Size olan iştiyâkım, sevgi ve muhabbetim, haddinden fazla oldu. Acabâ yakın zamanda bu berbat dünyâdan ve bu zahmet çekilen yerlerden kurtulup, Allahü teâlânın izniyle yüce hizmetinize kavuşmam nasîb olacak mı? Yoksa daha bu dünyâ evinde nice zaman kalıp ömrüm hasretle mi geçecek?" diye sordu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de;

"-Bu husus beş bilinmeyen husustan biridir. Allahü teâlâ onları kimseye bildirmedi. Senin ömrün benim ömrüm gibi."
diyerek kinâye ile cevap verdiler.
Mahmûd Kefevî hazretleri, Peygamber efendimizin buyurduğu gibi, altmış üç yaşına geldiği zaman 1581 senesi Ramazân-ı şerîf ayının üçünde Pazar gecesi vefât etti. Sevenleri tarafından techiz edilip, kefenlendikten sonra yaptırdığı Kefevî Câmiinin avlusunda mihrâbın önünde defnedildi. 
Filibeli Hacı Hafız Tevfik Efendi 1796 yılında "Filibe"de doğdu ilk öğrenimini Filibe’de yaptıktan sonra İstanbul’a gelerek 28 yaşında iken Fatih Medresesi’nden icazet alarak mezun oldu. İlk görevini İstanbul’da Eyüp Sultan’da aldı. Bir süre burada çalıştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Filibe’ye döndü. Filibe şehrinde 50 sene kadar imamlık yaptı. Lakin savaş çıkınca tekrar İstanbul’a döndü ve görev istedi. Zamanın Şeyhülislam’ı tarafından bir göreve tayin edileceği sırada Mudurnulu Hacı Tevfik Efendi Şeyhülislam’a başvurup rica ile Filibeli Hacı Tevfik efendiyi Mudurnu’ya getirdi. Filibeli Hacı diye anılan Tevfik Efendi, Mudurnu Yıldırım Bayezid camiinde 50 yıl imamlık yaptı. Aynı zamanda medrese ve camide kurslar halinde dersler veren Filibeli Hoca’nın çevre ilçelerden çok sayıda öğrencisi vardı. Filibeli Hacı Tevfik Efendi Nakşibendi yoluna bağlıydı. Hayatının 85 senesini namaz kıldırmak ve Kur’an-ı Kerim okumakla geçiren Filibeli Hoca’nın keramet sahibi olup, Milli mücadele yıllarında halkı teşvik ederek hizmette bulunmuştur. 133 yaşında iken 26.2.1929 tarihinde vefat etti. Sağlığında iken kendisi gibi ulema ehlinden olan ve Mudurnu’nun en yüksek bir tepesinde yatmakta olan Şeyh-ül İmran7ın yanına gömülmeyi vasiyet ettiğinden bugün Şeyh-ül Ümran Tepesi diye anılmakta olan yere gömüldü.
Ali Rıza Acara Kurtuluş savaşının mücâhid gâzilerinden. Birinci Devre Türkiye Büyük Millet Meclisinde Batum Mebusu olarak görev yaptı.  Bugünki Gürcistan’a bağlı "Batum Acara"da doğdu. 1969'da Ankara'da vefât etti.

Ali Rızâ Acara'nın çocukluk ve gençlik yıllarına dâir bilgi yoktur. Kars, Ardahan ve Batum 1878'de Ruslar eline geçmişti. Bu yıllarda başlayan hürriyet ve istiklâl mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini aldı. Rus ve İngilizlere karşı Batum'un Türklük ve Müslümanlığı kurtarmak üzere girişilen zor, çetin ve amansız mücâdele 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması ile hedefine ulaştı. Bu antlaşma ile "Evliye-i Selase" de denilen Kars, Ardahan ve Batum anavatana kavuştu.

Sultan Vahideddîn Han bu münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Temur Paşa başkanlığında bir heyet İstanbul'a geldi. Bu sırada Ali Rızâ Acara İstanbul'da bulunuyor ve Mekteb-i Kuzâtta okuyordu. Yıldız'da pâdişâhın verdiği yemeğe katıldı. AliRızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle nakletmektedir:

"Yemekte Vahideddîn Han, Temur Paşa'ya ve diğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce ise şu konuşmayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk yıl onların yokluklarının ıstırabıyla yaşadıktan sonra birgün evine dönünce onları çıkıp gelmiş ve yemek masası etrâfında toplanmış bir halde görse, nasıl heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz? İşte ben o sevinç ve heyecan içindeyim."

Temur Paşa, İstanbul'da bulunduğu müddetçe kendisine her türlü resmî işlerde rehberlik eden Ali Rızâ Efendinin hizmetlerinden son derece memnun olduğu için Batum'a döndüğünde onu her tarafta medh ü senâ etmiş ve îtibârını yükseltmiştir.
Ali Rızâ Acara, Mekteb-i Kuzâttan mezûn olunca Batum'a geldi. Daha önce Temur Paşanın onun hakkında yaptığı medh ü senâsı sebebiyle muazzam bir iltifât ve alâka gördü. Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmetinin kurucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları arasında düşmana ve komitacılara karşı hareketi bizzât idâre etti. Tamamen mahallî "Acara" elbisesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşılarındaki on sekiz komiteye karşı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler.

Kâzım Karabekir Paşa ile yaptığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bıraktı. Malzeme ve silâhları ise kendisine verilmek üzere Hopa'ya gönderdi. Ancak bu sırada artan İngiliz baskı ve sıkıştırması üzerine Ali Rızâ Efendi Batum'dan çıkmaya mecbûr oldu. Esâsen bu sırada Birinci Büyük Millet Meclisine Batum Mebusu olarak seçildiğinden Ankara'ya da çağırılmaktaydı. Fakat Batum'daki mücâdele dolayısıyla Meclise dört ay geç iltihâk edebildi. Gelirken Trabzon'a uğrayarak Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Barutçuzâde Ahmed ve ulemâdan İbrâhim Cûdî Efendilerle görüşüp konuştu.

Câmilerde halka vâzlar vererek, onları millî mücâdeleye ve birliğe teşvik etti. Ali Rızâ Efendi, bundan sonra "Deli" nâmıyla bilinen Hâlid Paşanın kuvvetleri içinde gerek silahı ve gerekse hitâbeti ile emsalsiz ve unutulmaz hizmetlerde bulundu. Yalova'dan Kars'a kadar "Tekâlif-i harbiye" için dolaşıp şehir şehir, câmi câmi vâz ve konferanslarla halkın Kurtuluş Savaşına teşviki istikâmetinde azim ve sebatla çalıştı.Cephede bulunduğu bir sırada İkdâm Gazetesi'nin muhâbiri ile yaptığı mülâkat, onun cenâb-ı Hakk'ın lütfu ihsânıyla tahakkuk edecek zafere ümit ve inancını belirtmektedir.Muhâbir;

"- İleriyi nasıl görüyorsunuz?""- Çok iyi olacak.""- İngilizler İstanbul'dan giderler mi?""- Mecburen.""- Pek güç, bak Mısır'dan gitmediler.""- Mısır'ın arkası Sudan, İstanbul'un arkası ise Anadolu'dur. Anadolu'daki azim ve îmân, İngiliz'i İstanbul'dan kovacak bir kudrete sâhiptir.""- Bunu nasıl anlıyorsunuz?""- Bu bir histir, böyle şeyler aklî hesaplara uymaz. Bu millet i'lâ-yı kelîmetullah dâvâsına bin yıl fedâkarâne hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zaferler kazanmıştır. Biz de o şehid ve gâzilerin evlâdlarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrûm etmeyecektir. Benimle birlikte bütün Anadolu halkı, bu inancı taşımaktadır. İnanıyoruz, o hâlde zafer bizimdir."
Bu ümit ve cesâretle çarpışarak Kurtuluş Savaşının âbidevî şahsiyetleri arasında yerini alan Ali Rızâ Acara Efendi, savaş sonunda vatanı Batum'un Ruslara terkedildiğini esef ve üzüntü ile gördü. Savaş meydanlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet'in îlânından sonra kendini tamâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yılında Ankara'da Rahmet-i Rahmâna kavuştu.
Hacı Ahmed Hilmi Efendi İsmet Efendi dergahı şeyhlerinden. Bugün Bulgaristan sınırları içerisinde bulunan “Nevrakop”ta dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul'da tahsilini tamamlayarak Fatih Medreselerinden icazet almıştır. Hocası İngiliz lakaplı Kerim Efendi tarafından Alanya'ya rüşdiye hocası olarak gönderilmişse de yolda Ispartalı Abdullah Efendi isminde bir mürşid-i kamilin şöhretini işitmekle kendi muallimliğini unutmuş, o hak mualliminin huzuruna koşmuştur. Hacı Ahmed Efendi bu zatın dergah-ı şerifinde bir hafta boyunca herkesle birlikte oturup kalkmasına, yiyip içmesine rağmen kimse kendisiyle alakadar olmamış, nihayet bir gün Abdullah Efendi Ahmed Efendi'yi çağırır; "Evlat, gelişinin farkına varmadık zannediyorsun. Seninle meşgul olmayışımız gafletimizden değil, nasibinin bizden olmayışındandır." buyurur. Bu sözden müteessir olup geldiği yüce kapıdan boş döneceğine üzüldüğünü fark eden şeyh Efendi'nin: "Bana bak, benim veliy-yi kamil olduğuma inandın; buraya kadar geldin de şimdi nasibin benden değildir deyince niye inanmıyorsun? Hem senin kısmetin ayağına gelecek." demesi üzerine İstanbul'a geri döner. Burada da hocası Kerim Efendi'nin “Seni ilme, irfana, Din-i İslam'a hizmet edesin diye yetiştirdim. Sen ise verilen vazifeden kaçıyorsun" tarzındaki haklı sitemi ile karşılaşır. Tekrar rüşdiye hocası olarak, bu sefer Bandırma'ya gider, fakat gözü her an yolda, gönlü her dem düşde, Yusuf'un kokusunu alan Yakup misali kendisine verilen müjdeyi, ayağına gelecek kısmeti beklemeye başlar. Bu bekleyiş içerisinde geçen günlerden birinde, bir akşam üzerinde dersleri tamamlamış, çocukları salıvermiş, kendisi de dalgın dalgın oturur olduğu halde yanı başında söylenen; "İşte geldim" sözü ile irkilir. Bu gelen yıllar önce hissettiği buy-ı rahmanın taşıyıcısı Şerif Kudsi Efendi'dir. O günden sonra Tarik-ı Nakşi'de yürüyerek dost kokusunun burcu burcu yayıldığı nice gülistanlara uğrar; gönülden gönüle feyezan edip akan nice hak pınarlarından içer; nice konaklar aşıp visal-i Hakk'a erer ve Halil Nurullah Efendi tarafından kendisine hilafet verilir. Nurullah Efendi'nin vefatından sonra boşalan tekkeye şeyh tayini için ihvanlar kendi aralarında seçim yaparlar. Bir kısmı eskilerden, İsmet Efendinin halifelerinden Mehmed Efendi isminde bir zatı, bir kısmı da Hacı Ahmed Efendi'yi tercih ederler Mehmed Efendi bunları haber aldığında öbür şeyhin kim olduğunu sorar. Gençlerden, Halil Nurullah Efendi'nin halifelerin’den Bandırma'da rüşdiye hocalığı yapan bir zat olduğunu öğrenir. O zaman kendi hakkından vazgeçerek; "Burası aç bir tekkedir. Ben nasıl doyurabilirim. O ise koskoca rüşdiye muallimidir. Beni de onun listesine yazınız. Ben de onu seçiyorum." buyurur. İsmet Efendi ise bu aç tekkeyi doyurma, işlerini çevirme hususunda; "Bir değirmen kurdum. Suyu nereden gelir bilinmez" dermiş. Şeyhulmeşayih Hacı Ahmed Efendi ömürlerinin son günlerinde hastalanıp vücutça çok düşkün bir hale gelmişlerdir. Hava değişiminin iyi geleceğini düşünerek Ali Sırrı Efendi'nin Erenköy'deki köşküne götürmüşler. Erenköy'de bulundukları sıralarda bir gece ihvanlarından birisine rüyada: "Evlad, Resûl-ü ekrem efendimizle birlikte piranımız beni almak için geldiler. Gitmemek olmaz. İhvanı hoş tutun." buyurmuşlar ve o gece 1905 (28 Cemaziyelevvel 1323) tarihinde vefat etmiştir.
Yanyalı Mustafa İsmet Efendi İsmi Muhammed Mustafa İsmet Garibullah El-Yanyavi El-Nakşibendi El-Halidi El-Yanyavi El-Nakşibendi El-Halidi El-Müceddididir. İsmet Efendi bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan “Yanya”da doğup gençlik yıllarında Yanya Mahkeme-i Şer’iyye’si katipliğinde bulunmuşlardır. Risale-i Kudsiyye’lerinde bu konuda şöyle buyururlar:İlahi Mustafa İsmet ki ismim
Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim
Aman garket visal-i bahre resmim
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim
Daha sonra Tasavvuf yoluna girmek arzusu ağır basınca Yanya’dan ayrılarak Mekke-i Mükerreme’ye gitmişler; Mevlana Halid-i Bağdadi’nin halifelerinden Abdullah-ı Mekki’ye intisap ile Halidiyye yoluna girmişlerdir. Abdullah-ı Mekkî, Mekke-i Mükerreme’de, Ebu Kubeys Dağındaki tekkelerinde irşad ile meşgul olurlarmış. İsmet Efendi, yedi sene içerisinde seyr-ü süluklarını tamamlayarak hilafeti hak etmişlerdir.Daha sonra şeyhlerinden izin alarak Süleyman Efendi isminde bir zatın refakatinde Taif cihetine doğru yola çıkarlar. Çölde giderlerken devesinin çöküp yürümemesi üzerine Süleyman Efendi önde ilerlemekte olan İsmet Efendi’ye hitaben: “İsmet, İsmet! Şeyhimiz vefat etti. Vazifesi de bu fakire verildi. Geri dönelim.” buyururlar ve dönerler. Gerçekten de Mekke-i Mükerreme’ye vasıl olduklarında Abdullah-ı Mekkî’nin vefat haberiyle karşılaşırlar. Bunun üzerine Şeyh Süleyman Efendi Mekke-i Mükerreme’deki dergahta irşad postuna cülus eder. Risale-i Kudsiyye’de bu zatın ismi şerifi şöyle geçer:Hususa Mekke’de Eş-Şeyh Süleyman
Oluptur naib-i menab-ı gavs-ı İrfan
Bu gavsın tut elin Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim.
Risale-i Kudsiyye isimli eserlerini burada iken ilham ile kaleme almışlardır. Bu eseri ne niyetle ve nasıl yazdıkları eserin baş ve sın kısımlarında gayet açık ifade olunmuştur.İsmet Efendi Edirne’de iken sevgili ihvanlardan ve halifelerinden Hüseyin Kudsi Efendinin kerimesi ile izdivaç buyurmuşlardır. Bu evlilikten Nimetullah, Hafız, Ferdi, Behaeddin isimlerinde dört oğlu; Nakşiye ve Sıddika isimlerinde iki kızı dünyaya gelmiştir.Cennetmekan Abdülmecid Hân devrinde İstanbul’a göçerek bir müddet kayınpederlerinin Kocamustafapaşa civarında satın aldıkları evde irşad ile meşgul olmuştur. Daha sonra şimdi dergahlarının bulunduğu yeri almak için sahibiyle anlaşmıştır. Bu arada Fener Patrikhanesi’nden “Kırmızı Kilise” denilen Rum okulunu buraya yaptırmak için çok yüksek paralar teklif edilmişse de yer sahibi:“Ben malımı kiliseye vereceğime bedava olarak tekkeye veririm. Kıyamete kadar Cenab-ı Hakk’ın şerefli ismi zikredilir” diyerek ehven fiyatla İsmet Efendi’ye satmıştır. Tekkenin inşasından sonra İsmet Yanyavî hazretleri:“Tekkeyi buldunuz galiba şeyhi kaybedeceksiniz” buyurmuşlar.Hakikaten de altı ay geçmeden arkalarında birçok mürid ve altmış kadar halife bırakarak 1872 (H. 16 Zilhicce 1289) tarihinde ahirete intikal etmişlerdir.
Yûsuf Sinâneddin-i Sîneçak On altıncı yüzyılda yaşamış olan evliyâdan. Asrındaki Mevleviyye yolu büyüklerinden olan Yûsuf Sinâneddîn hazretleri Rumeli'deki "Vardar Yenicesi"ndendir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1546 senesinde İstanbul'da vefât etti. Sîneçâk Yûsuf Baba diye meşhûrdur. Mevleviyye yoluna mensûb olduğu için Mevlevî nisbesiyle de bilinir.
Yûsuf Sinâneddîn hazretleri, zamânının usûlüne göre ilim tahsil ettikten sonra büyük evliyâ İbrâhim Gülşenî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İçine düştüğü aşk ve muhabbet sebebiyle çeşitli memleketleri dolaştı. Edirne'ye gelerek Mevlevî Dergâhına yerleşti. Orada bulunduğu sırada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han onun hakkında anlatılanları ve tasavvuftaki yüksek derecesini işitmişti. Sîne-çâk Yûsuf Baba'yla sohbet etmek ve ondan istifâde etmek üzere saraya dâvet etti. Fakat Sîneçâk Yûsuf Baba, sultanlardan, devlet adamlarından ve dünyâ adamlarından uzak durmayı kendine prensip edindiği için dâveti kabûl etmedi. İkinci ve üçüncü dâvetleri de kabul etmeyince, Kânûnî Sultan Süleymân;
"- O gelmezse biz gideriz" deyip saltanat kayığına bindi ve Sütlüce İskelesine yanaştı. Sîneçâk Yûsuf Baba'ya;
"- Sultan sizi ziyârete geliyor" diye haber verdiklerinde;
"- Söyleyin gelmesin!" buyurdu.
Etrafında bulunan talebeleri Şeyh'in sözlerine şaşıp;
"- Ne olur kabûl ediniz." dercesine bakışlarıyla yalvardılar. Fakat Şeyh Sîneçâk Yûsuf Baba yine kabul etmedi.Sultan, dergâhın kapısına kadar geldi. Talebeleri belki de Şeyh Efendi son anda biraz yumuşar diye düşündüler.
Sîneçâk Yûsuf Baba oturduğu yerden kalktı, tatlı tatlı gülümsedikten sonra hiç bir şey olmamış gibi;
"- Pekâlâ o gelirse biz gideriz." buyurdu. 
Derviş hücrelerinden birisine girdi, cübbesinin geniş tarafını başına doğru çekip yere uzanıverdi.Pâdişâh ve berâberindekiler dergâha girdiler. Sîneçâk Yûsuf Baba'yı yere uzanmış, cübbesini de yüzüne örtmüş olarak görünce şaştılar. Yüzünü açıp baktıklarında vefât etmiş olduğunu gördüler. Kânûnî Sultan Süleymân Han, bu olanlar üzerine Sîneçâk Yûsuf Baba'nın dergâhından mahzûn ve üzüntülü olarak ayrıldı.
Yûsuf Sinâneddîn-i Sîneçâk hazretlerinin cenâzesi, techiz ve tekfin edildikten sonra, Sütlüce'deki dergâhının bahçesinde defnedildi. Yûsuf Sinâneddîn-i Sîneçâk'ın; Cezîre-i Mesnevî, Müntehâbât-ı Rababnâme ile Nazîre-i Muhammediyye adlı eserleri vardır. Cezîre-i Mesnevî'si, Derviş Alâmî tarafından şerh edilmiştir.
Selâhaddîn Uşakî İsmi Selâhaddîn bin Muhammed Abdülazîz'dir. 1705 senesinde Yunanistan'ın "Kesriye" kasabasında doğdu. 1783 senesi Muharrem ayının yirmi dokuzunda Cumâ günü vefât etti. Tâhir Ağa Dergâhına defnolundu.
Selâhaddîn Uşâkî, yirmi yaşına kadar Kesriye'de kalıp ilim öğrendi. Sonra İstanbul'a gelerek tahsiline devâm etti. Babası kâtip olduğu için; Selâhaddîn Uşâkî yirmi yedi yaşındayken Bâbıâlî'de katipliğe başladı. Vezir Hekimoğlu Ali Paşanın dâiresinde masraf kâtibi oldu. Zekâ ve çalışkanlığı ile çevresinde sevgi ve alâka uyandıran Selâhaddîn Uşâkî, Hekimoğlu Ali Paşanın teveccühünü kazanarak onun mektup işleriyle vazîfelendirildi. 
1739 senesinde Hekimoğlu Ali Paşa ile Mısır'a gitti. Mısır'dayken Arapçasını çok ilerletti. Allahü teâlânın ihsânı olarak gönlünde tasavvuf yoluna karşı bir rağbet ve alâka uyandı. Tasavvuf büyüklerine karşı içinde sevgi ve muhabbet duyar, onların sohbetlerine gitmek için can atardı. Her gittiği yerde tasavvuf ehlini arar bulur, onlarla görüşürdü. Bu yüzden Mısır'dayken Şâbâniyye yolunun büyüklerinden Şemseddîn Muhammed Hafnî'nin sohbetlerinde bulundu. Hüseyin Demenhûrî'den bâzı ilimleri öğrendi. Ali Paşa ile birlikte İstanbul'a döndü. Rumeli'yi teftiş ile görevlendirilen Ali Paşa, berâberinde Selâhaddîn Uşâkî'yi de götürdü. Edirne'ye vardığında Cemâleddîn Uşâkî'yi ziyâret etti. Selâhaddîn Uşâkî, aradığı mânevî sırların Cemâleddîn Uşâkî'de bulunduğunu görerek, ona talebe oldu.
Bu sırada Selâhaddîn Uşâkî'nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu doğup, paşaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde buyurmasını ricâ etti. Paşanın izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrıldı. Bundan sonra hocasının hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uşâkî, onunla birlikte İstanbul'a gitti. Selâhaddîn Uşâkî, Eyyûb'da ikâmet etti. Hocasının sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocası, kızını Selâhaddîn Uşâkî'ye verdi.
Selâhaddîn Uşâkî, on dokuz seneye yakın, insanlara ilim öğretti. 1782 senesi Ramazân-ı şerîf ayının on üçünde Perşembe gecesi, dergâhın bulunduğu bölgede çıkan bir yangında dergâh yandı. Bunun üzerine âilesi ile birlikte hocası Cemâleddîn Efendinin dergâhına gitti. Dört buçuk ay burada ikâmet ettikten sonra bir hastalığa yakalanarak vefât etti.
Şöyle anlatılır: "Selâhaddîn Uşâkî, hocasından icâzet aldıktan bir süre sonra, onun giydirdiği hırkayı çıkararak sakladı ve;

"- Ben o hırkayı giyecek gücü ve kuvveti kendimde göremiyorum." dedi.

Gizlilik üzere yürüdü. Zamânında pek kıymeti bilinmedi." Bir gece rüyâsında, Muhyiddîn-i Arabî, Selâhaddîn Uşâkî'ye dört satırlık bir yazı okuttu. Bu yazılar; şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifete dâirdi. Uyanınca kendisinin bütün ilâhî sırlara kavuştuğunu görerek şöyle buyurdu:
Müşkilin kimseye zâhirde Salâhî sormaz,Hâce-i bâtına sordu soracak esrârı.
Selâhaddîn Uşâkî iki yüze yakın eser verdi. Bu eserlerin çoğu basılmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 

     1) Risâle-iEsrâr-ı Nihân ez-Hatm-ı Hâcegân,      2) Şerh-i Kasîde-i Hazret-i Mevlânâ,      3) Terceme-i Risâle-iKudsiyye,      4) Risâle-i Menâzil-i Kamer,     5) Risâle-i Vahdet-iVücûd,      6) Şerh-iEbyât-ı Mısrî,      7) Tuhfet-ül-Uşşâk,      8) Cerîde-iTasrîf,      9) Havâsî Ebyât-ı Müşkile,     10) Risâle-i Hall-il-Meâkıd,     11) MedârıMebde' veMe'âd,     12) Şerh-ı Nutk-ı Nasreddîn Hoca,     13) Şerh-iKelimât-ı İmâm-ı Ali,     14) Şerh-iEbyât-ı Neccârî,     15) Şerh-ı Ebyât-ı Âşık Ömer,     16) Şerh-i Ebyât-ıSünbül Sinân,     17) Şerh-i Ebyât-ı İsmâilHakkı,     18) Şerh-i Ebyât-ı Eşrefzâde,     19) Mevlîd-i Şerîf,     20) Ellidört Farz Şerhi,     21) Usûl-i Hadîs Şerhi,     22) Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Mevâki'-un Nücûm Şerhi:     23) Miftâh-ı Vücûd-ıl-Eşher fî Tevcîh-i Kelâm-i Şeyh-ul-Ekber,     24) Mesnevî-i Şerîf Tercümesi,
    25) İmâm-ı Gazâlî'nin iki risâlesinin tercümesi,
    26) Şeyh Ebü'l-Hasan Harkânî'nin Esrâr-ı Sülûk Tercümesi,
    27) Mugnî Şerhi,
    28) Kavâid-i Fârisî Şerhi,
    29) Sunûhât-ı Salâhî,
    30) Aruz Şerhi,
    31) Dîvân-ı Arabî.
Ali Köstendilli Bu gün Bulgaristan sınırları içerisinde bulunan "Köstendil" şehrindendir. Nûreddîn-i Cerrahî hazretlerinin mürşidi. İlmi ve ameli, zühd ve takvası herkesçe teslim edilmiştir. O da tasavvuf yolunu Lofçalı Fâzıl Aliyyü'r-Rûmî'den alınış ve uzun müddet mürşidine hizmet ile tasavvufî edebleri ikmâl eylemişti. Kerametleri halk dilinde dolaşan şeyhlerdendir. Aziz Mahmûd Hüdâyî'nin halifelerinden ve Celvetiye tarikati mensuplarındandır. Halk arasında Köstendil Kadısı Ali Efendi nâmı ile meşhur olan bu zat Üsküdar Tekkekapusu Tekkeiçi sokağında Selâmi'nin hâlen yıkılmış olan tekkesinin mezarlığında medfundur. Adı geçen tekkeye şeyh olması hâdisesini Evrenoszâde Sami Bey şöyle anlatmıştır: Zamanın Pâdişâhı, uzun müddet Medine'de kalan haremağalarından Beşir Ağa'ya sormuş: "Bunca sene Ravda-i Mutahhera'da hizmet etmişsin, bu müddet zarfında hiçbir fevkalâdelik görmedin mi?" Beşir Ağa: "Evet Efendim" demiş. Bir gün şöyle bir vak'a oldu: Bir akşam üzeri türbenin kapılarını kaparken bir adam hızla içeri girdi. "Ben Köstendil Kadısı Ali" dedi ve benden geç kaldığı için özür diledi ve ziyaret sebebi olarak bazı hadîs hakkındaki iltibasın halli için huzur-u Peygamberî'ye geldiğini söyledi. Kendisini biraz bekledim ve beraberce türbenin kapısını kapayıp çıktık. Yolda ben birisine selâm verdim, hal hatır sorarken bir de arkama baktım ki hazret kaybolmuş. Beşir Ağa'nın anlattığı bu vakıa üzerine Pâdişâh bu zâtı arayıp bulmasını irade ediyor. Bir gün Beşir Ağa Bayezit meydanında geçerken Kadıya rastlıyor. Köstendilli Ali Efendi: "Sırrımı neden Pâdişâha ifşa eyledin?" diye sitem ediyor. Beşir Ağa Pâdişâhın zoru ile anlattığını söylüyor ve saraya avdet edince vaziyeti Padişaha arzediyor. Hükümdar da Ali Efendinin şeyhliği açık olan bir tekkeye tâyin edilmesi hususunda Şeyhülislâmlığa irâde ediyor. Köstendilli Ali Efendi bu vazifeyi kabul etmek istemiyor. Fakat Şeyhülislâm kendisine: "İki şey reddedilmez, diyor. Biri Pâdişahın irâdesi, diğeri, Şeyhülislâm'ın mucibi." Hazret ister istemez vazifeyi kabul edip Üsküdar'ın yolunu tutuyor.
Mehmed Eşref Efendi Aslen Bulgaristan "Lofçalı"dır. Son devir Osmanlı ulemâsından.  Babası Ali Kemâlî Efendi, âlim bir zât olup Lüleburgaz'da Sokullu Mehmed Paşa Medresesinde yirmi sene müderrislik yaptı. İlk tahsîlini babasından yaptı. Babası, 1855 senesinde hacca giderken vefât etti. Bunun üzerine yarım kalan tahsîlini tamamlamak için İstanbul'a gitti. Tırnovalı Hasan Sıdkı Efendinin derslerine devâm etti. 1872'de bu hocasından icâzet aldı.

Ayrıca Amasyalı Abdülkerîm, Trabzonlu HasanSabri, Ahıskalı Şerîf, Tikveşli Yûsuf Ziyâeddîn Efendilerden de ders aldı. Zamânın büyük âlimi ve meşhûr velîsi Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinden de ilim ve feyz aldı. Bu hocası ona hadîs ilminde ve tasavvufta Hâlidiyye yolundan icâzet verdi.

1870 senesinde açılan imtihanı kazanarak Fâtih Câmii dersiamlığına tâyin edildi. 1886'da talebe mezun edip icâzet vermeye muvaffak oldu. 1874'teŞeyhülislâm HasanHayrullah Efendinin teklifi ile İbtidâ-iHâric rütbesinde İstanbul rüûsu ilim rütbesi verildi.

Sonra Süleymâniye rüûsuna, ilim rütbesine kadar yükseldi ve Süleymâniye Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. 1904'te haftada bir toplanan Şifâ-i şerîf heyetine de üye seçildi. 1887 senesi Ramazan ayında huzur dersleri muhataplığına, 1909'da huzur dersleri ikinci ders mukarrirliğine tâyin edildi. 1911'de ise birinci mukarrirliğe tâyin edilip yedi sene bu vazîfede kaldı.

Dördüncü rütbeden Osmanlı ve Mecdî nişanı ve üçüncü rütbeden Mecdî nişanı verilmiştir. Halîfenin irtibâtını sağlamak ve din bilgilerini öğretmek için Çin'e gönderilmiştir. Bu sebeple Çinli Hoca diye de anılmıştır. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin otuz sene hizmetinde ve sohbetinde bulunmuştur. 1922 senesine kadar huzur dersleri mukarrirliği yapmıştır.
1953 senesinde vefât etti.
Hasan Adli Efendi Rumeli'de "İştib" kasabasında doğdu. Künyesi "Ebü'l-Mütekellim"'dir. İlk tahsîlini babasının yanında yaptı. Tahsil hayâtına devâm etmek için İstanbul'a gitti. Zamânın meşhûr âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Zâhirî ilimleri Kemâleddîn Taşköprüzâde'den öğrendi. O devirde makam ve mevki bakımından rağbette olan kâdılık ve müderrislik mesleğine ve makam sâhibi olmaya çok arzulu idi.
Bir gece Dâvûtpaşa semtinde bir arkadaşının evinde misâfir oldu. O gece rüyâsında, başına toplanan kırk-elli siyah benizli kâfirin eziyet ettiğini gördü. Onların bu eziyetleri karşısında çok zor durumdaydı. Bağırıp çağırmasına rağmen kimse yardımına gelmeyip, nefesi kesileceği sırada, gâyet nûrânî yüzlü bir zât çıktı ve; 
"- Eğer içindeki makam mevkı sâhibi olmak emellerini atarsan, bu kötü kimselerin elinden seni kurtarırım." dedi.

Bu acılı girdaptan kurtarması için, o zâtın sözünü kabul etti. O mübârek zât, o kâfirlerin üzerine yürüyüp, bırakın onu diye işâret edince, bıraktılar. Fakat o zât gözden kayboldu. Hasan Efendi uykusundan uyandığında kalbinde mal, makam ve mevkı sevgisinin kaybolduğunu gördü. Sonra, sohbetlerini dinlemek için, rüyâsında gördüğü o mübârek zâtı aramaya başladı. Dost ve arkadaşlarına sorunca, Germiyanlı Yâkup Efendiden bahsettiler.
Hasan Adlî, dostlarının sözlerinin tesiriyle Germiyanlı Yâkup Efendinin dergâhına gitti. Öğle vakti yaklaştığı için, abdest alıp, bahçedeki kabirleri ziyâret ettikten sonra içeri girdi. Bu esnâda vakarlı ve nûrânî yüzlü bir zât gelip, öğle namazını huşû içerisinde kıldırdı. Duâdan sonra, Hasan Adli o zâtın elini öptü. O zât ona, hoş geldin, nasılsın diye hal hatır sordu ve iltifatlarda bulundu. Biraz sonra Hasan Adlî, kalbinin o zâta meylettiğini gördü ve bâzı nasîhatlarını dinledi. Rüyâsından haberdâr olduğunu anlayınca ona bağlanıp, talebesi oldu. 
Hasan Adlî, hocasının dergâhında on beş sene hizmet etti. Bu müddet içerisinde tasavvuf yolunun edepleri ile edeplendi. Güzel ahlâk ile süslendi. Pek ince sırlara vâkıf oldu. Nefsinin arzu ve isteklerini kırmak için çeşitli riyâzetler çekti. Hocası sohbet esnâsında, Mısır'daki bir zâviyede çektiği riyâzetlerden sık sık bahsederdi. Bir ara Hasan Adlî Efendinin kalbinde Mısır'a gitmek ve hocasının bulunduğu yerlerde riyâzet çekmek isteği geldi. Fakat hocasından izin istemeye cesâret edemedi. Allahü teâlânın izni ile hocası duruma vâkıf oldu ve bir sohbet sırasında Hasan Adlî'ye; 
"- Gönlünüzden geçtiği üzere saâdet ile Mısır'a gidiniz. Câmi-ul-Ezher'de, gönüllerinde dünyâ sevgisi olanlardan uzak dur. Gönül ehli olan velîlerle berâber ol." diye tavsiyede bulunarak Mısır'a gitmesine izin verdi. 
Hasan Adlî, Kâhire'ye giderken, İskenderiye'ye uğradı. Buradaki kabirleri ve velîleri ziyâret ettikten sonra Kâhire'ye geçti. Hocasının tavsiyesi üzerine dünyâ ehlinden uzak durdu. "Câmi-ul-Ezher"'de birçok âlim ve velînin sohbetinde bulundu. Bir müddet Mısır'da kaldıktan sonra hocasını çok özleyip, dönmeye karar verdi. Birkaç dervişle birlikte yola çıktı. Yolda parası bitti. Sıkıntı içinde Dimyat'a vardı. Dimyat'ta câmi ve büyük zâtların kabirlerini ziyâret ettiği sırada, karşısına çıkan bir zât, bir kese verip kayboldu. Kesenin içinde bir mikdâr para ve küçük bir kâğıt parçası vardı. Kâğıtta bu sırrı kimseye söyleme diye yazılıydı. Dönüş yolculuğu sırasında Konya'ya da uğradı. Burada Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret ederek, ruhâniyetinden istifâde etti. Uzun bir yolculuktan sonra Üsküdar'a ulaştı. Sonunda hocasının dergâhına vardı ve huzûra girip el öptü. Hocasının iltifâtına kavuşan Hasan Adlî, derslere devâm etti. Bu sırada pekçok hallere kavuştu.
Bir gün Hasan Adlî, halvethânesinde tek başına otururken çeşitli memleketleri gezen bir zât yanına girdi. Bu sırada Hasan Adlî Efendiye gezip gördüğü, ibret almaya değer yerleri gâyet canlı bir şekilde anlattı. Bunun üzerine Hasan Adlî Efendide onları görmek arzusu doğdu.Yatsı namazından sonra yanındaki misâfirle berâber hocasının sohbetine katıldı. Hocası sohbet esnâsında bir vesîle ile onlara, misâfirin bahsettiği memleketleri gösterdi. Hasan Adlî Efendinin bu manzara karşısında hocasına olan bağlılığı daha çok arttı. Hasan Adlî günlerini ibâdet, tâat ve zikirle geçirirken bir gün hatırına; 
"- Ne olaydı rûhânî varlıklar benim dediğimi yapaydı." diye geldi. 
Bu arada bir vesîle ile hocasının huzûruna gitti. Hocası konuşma sırasında; 
"- Biz talebeliğimiz sırasında sizin kaldığınız odada kalırken rûhânî bir cemâat gelip bize bir kese altın getirirdi. Biz kalbimizi esas maksaddan ayırmayıp, altınlara iltifât etmezdik. Bilhassa talebeye, mâsivâ bağı ile bağlanmak yakışmaz. Onlar da mâsivâdandır." diyerek, Hasan Adlî Efendinin kalbinden bozuk düşüncelerin gitmesini sağladı.
Hasan Adlî Efendi, bir süre sonra hocasının terbiyesinde, kemâle geldi. Hocasından hilâfet ve icâzet aldıktan sonra, Balat Ferruh Kethüdâ zâviyesi şeyhliğine tâyin edildi. Burada talebe yetiştirmek ve insanlara doğru yolu anlatmakla meşgûl oldu. Daha sonra Şeyh Hasan Efendinin vefâtı üzerine Kocamustafapaşa Dergâhına şeyh tâyin edildi. Hasan Adlî, 1617 senesinde İstanbul'da vefât etti. Kocamustafapaşa Zâviyesine defnedildi. Hasan Adlî Efendinin "Manzum Tergibat" ve "Müretteb Dîvânı" vardır. Eserleri basılmamıştır.
Abdülaziz Bekkine Babası "Kazan"lı tüccar Hâlis Efendidir. 1895 senesinde İstanbul'da doğdu. 1952 senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır. 

Henüz okula gitmeden Kaptan Paşa Câmii İmâmı Halil Efendiden Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi, Arapça ve din dersleri aldı. Daha sonra Dârüttedrîs'e devam ederek bu mektebi bitirdi. Bir müddet babasının yanında çalıştıktan sonra, 1910'da âilesi ile birlikte Kazan'a gitti. Aslen Kazan'lı olduklarından orada binâ ve arâzileri vardı. Otuz odalı olan evlerinin, çoğu odalarında ilim tahsîl eden talebeler barınırdı.

Abdülazîz Efendi bir müddet Kazan'da kaldı. Sonra Buhârâ'ya geçerek orada beş yıl müddetle ilim tahsîl etti. Babasının vefâtı üzerine memleketine dönüp, kardeşlerini de alarak 1921'de İstanbul'a geldi. İki anneden, on ikisi kız olmak üzere on altı kardeştiler. Erkek kardeşleriyle birlikte Asmaaltında bir dükkan açıp kısa bir müddet çalıştırdı. Sonra dükkanı kapatıp Çarşıkapı'daki Bâyezîd Medresesine devâm etti. Bu medreseden mezûn olduktan sonra ilk olarak Beykoz'da, daha sonra da Aksaray'da bir câmide imâm olarak vazîfe aldı. Sonra sırasıyla, Yazıcı Baba,Kefeli ve Zeyrek Çivicizâde, Ümmü Gülsüm câmilerinde İmâm-Hatip olarak vazîfe yaptı. Zeyrek'teki bu vazîfesi on üç sene kadar sürdü.
Abdülazîz Bekkine Kazan'dan döndükten sonra medrese arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi vâsıtasıyla Tekirdağlı MustafaFeyzî Efendi ile tanıştı ve sohbetlerine devâm etti. Yirmi yedi yaşındayken 1922'de mânevî ilimlerde irşâd selâhiyeti mertebesine ulaştı. Râmûz el-Ehâdis kitabını okutma icâzeti aldı. Bütün hayatı boyuncaİslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle meşgûl oldu. pek çok talebe yetiştirdi. Sohbetleri tatlı bir hava içinde geçerdi. Konuşmaları kısa, mânâlı ve özlü idi. Bir gece, sohbetinde talebelerine dedi ki:

"- Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?"Orada bulunanlar değişik şeyler söylediler. Fakat bu cevapları yeterli bulmayan Abdülazîz Bekkine şöyle söyledi:

"- O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamıyacağı, anlaşılabilir tek vasıf sabırdır. Sabır musîbet geldiği an (ilk anda) hiç şikâyet edilmeden sîneye çekebilme hâlidir. Şâyet o kimse ilk anda feverân eder de sonra sîneye çekerse, ona sabırlı değil tahammüllü insan denir."

Bir sohbetinde de şöyle dedi:

"- Müminin dünyâya bakışı öyledir ki, dünyâdaki zevk ve sefâya bakar, arkasında Cehennem'i görür. Meşakkate, hizmete bakar, arkasında Cennet'i görür. Yâni müminin nazarı dünyâya takılmaz."

Abdülazîz Bekkine iki defâ hacca gitti. İkinci gidişinde hacdan döndükten sonra rahatsızlandı. Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamıyarak 57 yaşında 2 Kasım 1952 senesinde İstanbul'da vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı kabristanında defnedildi.Abdülazîz Bekkine zekî bir kimse idi. Hangi meslekten, tahsîl ve kademeden olursa olsun sohbetinde bulunan herkes, zekâ ve ilmine hayran kalırdı. Hoş sohbet olup, meclisinde bulunanlar ondan ayrılmak istemezlerdi. Sohbetleri umûmiyetle sualli-cevaplı geçerdi.

Sohbetlerinde zaman da mevzubahs değildi. Umûmiyetle yatsı namazından sonra oturulur, bâzan sabaha kadar devâm edilirdi. Buyurdular ki:
"- Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah'ın muhabbetidir.""- Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdır.""- Peki, demesini öğrenmek lâzımdır.""- İslâmiyet baştanbaşa mes'ûliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayız.""- Tâlib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir."
Abdurrahman Nesib Efendi Rufâî tarîkatinin Gülşenî koluna mensup evliyâ. Son devir Osmanlı şeyhülislâmlarından. 1842  senesinde "Üsküp"te doğdu. 1914  senesinde istanbul'da vefât etti. Üsküp Nâibi Halil Fevzi Efendinin oğlu, Tırhala kâdısı Ahmed Sâdık Efendinin torunudur.
Babası, oğlunun doğumundan birkaç ay önce vefât etti. Vasiyetinde eğer çocuğu erkek olursa, Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi Dergâhı postnişîni ve kendisinin de şeyhi olan Abdurrahmân Nesîb Dede'nin adının verilmesini istedi. Nitekim doğan çocuğa Abdurrahmân Nesîb ismi verildi.
Âilenin Liphova'ya taşınması üzerine ilk tahsîlini orada yaptı. Yanyalı Şeyh Ömer ve Abdüllatif efendilerden ders aldı. Ergiri'de medreseye devâm etti. Liphovalı Süleymân Efendiden hat dersleri aldı. Dînî ilimlerde ilerledi. Bu arada Rufâî tarîkati şeyhlerinden Liphovalı Şeyh Mehmed Resmî hazretlerinin derslerine devâm etti. Yine aynı tarîkatin Gülşeniye koluna mensup meşhur velîlerden Edirneli Şerefüddîn Şuayb Efendiye diye bağlanarak sohbetlerine devâm etti. Tasavvuf makamlarında ilerledi ve icâzet, diploma aldı.
1863'te İstanbul'a giderek Fâtih dersiâmlarından Mustafa Şevket Efendinin derslerini tâkib eden Abdurrahmân Nesîb Efendi, daha sonraRumeli sadâreti Dâiresinde zabıt kâtipliğinde bulundu. 1868'deNevrokop nâibliğine, 1871'de Bosna vilâyeti merkez nâibliğine tâyin edildi. 
1876-1909 yılları arasında Rodos, Diyarbakır, Erzurum, Yanya, Selânik, Şam ve Haleb nâiblikleriyle Rodos, Yanya, Edirne veİstanbul vilâyetleri mahkeme reisliği, temyiz âzâlığı ve Mısır kâdılığı görevlerinde bulundu. Bu vazîfeleri sırasında hareket-i altmışlı (Süleymâniye Medresesinde 12 olan okutma yolu silsilesinin sekizinci mertebedeki müderrislerine verilen ünvan), mûsile-i Süleymâniye, İzmir, Bursa, Haremeyn ve İstanbul pâyelerini elde etti. 31 Aralık 1911'de şeyhülislâmlığa getirildi. Bu görevde yedi ay kadar kaldıktan sonra 20 Temmuz 1912'de İttihât ve Terakkî Partisinin baskısı sonucu Saîd Paşa kabînesinin istifâsı ile o da görevinden ayrıldı. 11 Mart 1914'te 72 yaşında vefât eden Abdurrahmân Nesîb Efendinin kabri Bakırköy mezarlığındadır.
Abdurrahmân Nesîb Efendi, altmış seneye yaklaşan memuriyet hayâtında bulunduğu yerlerde dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile iyi bir intibâ bıraktı. Her hareketi İslâmiyet'e, Resûlullah efendimizin yaşayış ve sözlerine uygundu. Kendisini görenler ve hâline vâkıf olanlar; "İşte Müslüman böyle olur." derlerdi. O yaşayışı ile İslâmiyeti yayan, insanlara doğru yolu gösteren bir zâttı. Şam, Haleb, Mısır âlim ve şâirleri tarafından hakkında yazılan pek çok kasîde ve makâlelerle övülmüştür. Muhyiddîn-i Arabî'yi çok seven Abdurrahmân Nesîb Efendi onun eserlerinden yaptığı bâzı tercümeleri Müntehebât adıyla Tercümân-ı Hakîkat'ta yayımlamıştır.
Zarifi Hasan Efendi Büyük velîlerden. İsmi, Hasan Zarîfî Efendidir. 1477 senesinde Rumeli’de "Siroz" şehrinde doğdu. 1576 da İstanbul’da Boğazkesen Hisarında vefât etti. Yaşadığı devir, Sultan Selîm ile oğlu Sultan Murâd Han devriydi.

Hasan Zarîfî Efendi tahsîlini İstanbul’da yaptı. Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden olan Kemâlpaşazâde’nin talebesi olmakla şereflendi. Sonra tasavvuf yoluna girmek istedi. Halvetî büyüklerinden Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin yolunu devâm ettiren Pîr İbrâhim Gülşenî’nin sohbetlerine kavuştu. Çok mücâhede ve riyâzetlerde bulundu. Nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yaptı. Böylece nefsini terbiye etti. İcâzet, diploma alıp Bursa’ya gönderildi. Orada insanlara hak yolun bilgilerini öğretmeye başladı.

Hasan Zarîfî Efendi Bursa’da sevdikleri tarafından inşâ edilen dergâhta bir zaman ilim ve edeb öğretmekle meşgûl oldu. Sonra hac için yola çıkıp Mısır’a vardığında orada Câmi-i Müeyyedde Pîr Gülşenî hazretleriyle görüştü. Birlikte hac ettiler.

Hasan Zarîfî Efendi, zühd sâhibi olup, dünyâ malına mülküne hiç kıymet vermezdi. Çok kere bir yere oturur tefekkür üzere olurdu. Tayy-ı mekân sâhibi olup, bir anda birçok yerler dolaşıp gelirdi. Talebeleri yanında iken gidip geldiği çok olmuştur. Lâkin talebesinin bundan haberi olmamıştır.

Pîr Gülşenî hazretleri, Hasan Zarîfî Efendiyle İstanbul’a vardıklarında, Sultan Süleymân Han ona; 

 “- İstanbul’da kalsanız iyi olmaz mı?” diye arzûsunu bildirdiğinde; 

 “- İhtiyarız, tahammülümüz yoktur.” dedi. Bunun üzerine Süleymân Han;

“- Bir sevdiğinizi bıraksanız da istifâde etsek.” dediğinde, Pîr Gülşenî hazretleri Hasan Zarîfi Efendiyi bu hizmete lâyık görüp oradan ayrıldı.

Hasan Zarîfî Efendi Kumkapı yakınında, kiliseden dönme bir mahalle mescidi edinip orada hizmete başladı. Sonra burası bir zelzele sonucu yıkılınca, Maktul İbrâhim Paşanın hanımı Muhsine Hâtun yeniden bir câmi ve dergâh yaptırıp Hasan Efendinin hizmetine verdi. Oraya hizmetliler tâyin etti. Zarîfî Efendi burada sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. Yüz seneyi geçkin ömründe ibâdet ve insanlara doğru yolu anlatmakla meşgûl oldu. Sonra Boğazkesen Hisarına yerleşti. Orada verdiği vâzlara çok gelen olurdu. Ömrünü burada tamamlayıp, hisardaki kayalıklarda bir yere defnedildi. Vefâtından sonra kerâmetleri görüldü.

Bir iş için taşa ihtiyaç olmuştu. Bu sebeple hisar kayalıklarından aşağıya taş yuvarlayıp bunları alıp götürüyorlardı. Taşlar yuvarlanıp aşağıya inerken aslâ Hasan Zarîfî Efendinin kabri üzerine gelmezdi. Sağından ve solundan aşağıya inerlerdi. Bu işle uğraşan taşkesen mîmâr hıristiyan olup, birkaç defâ bu hâli görünce hayretler içinde kaldı. Evliyâ bir zât olduğunu anlayıp, onun bereketiyle müslüman olmakla şereflendi. Sonradan orasını çevirip belirli bir hâle getirdiler.
Yâ Vedûd Sultân Horasan Erenlerinden. Asıl adı Abdülvedûd’dur. "Buharalı"dır. İstanbul’un Fethinde bulunmak üzere, Buhara velileri ile birlikte gelmiş ve Fatih’in ordusunda hizmet ederek, ordu ile birlikte şehre girmiştir. "Yâ Vedûd" diye zikrettiğinden, bu mübarek kelime kendisine lakap olmuştur. Fetihten sonra bir müddet Ayasofya semtinde kaldığı, sonradan adına yaptırılan Ayvansaray’daki mescid ve tekkeye yerleşerek orada vefat ettiği sanılıyor. Türbesi ve camisi IV. Mehmet’in kızı Hatice Sultan tarafından yeniden inşaa ettirilmiştir. Hakkındaki rivayetlerden biri de İstanbul’un fethi sırasında şehit olduğu ve naaşının nakledilerek Ayvansaray’daki bu günkü yerine defnedildiği şeklindedir. Bu husus da şöyle anlatılmaktadır:
İstanbul’a girdikten sonra Fatih Ayasofya çevresinde yanında kumandanları, devrin âlim ve velileriyle dolaşırken, “Terler Direk” adlı yere gelince üzerinde nurlar parıldayan beyaz bir vücudun kıbleye karşı yatmakta ve göğsünde sanki kırmızı mürekkeple yazılmış gibi “Yâ Vedûd” ismi ilk bakışta göze çarpmakta olduğunu görürler. Akşemseddin ve diğer 70 kadar Veli şöyle derler. “Padişahımız! Allah’ın hikmetiyle İstanbul’un elli günde fethini yine Allah’tan dileyen ve bugün burada ruhunu teslim eden meczub zat işte budur.” Gasl edilmiş olarak bulunan naaş veliler ve âlimler alayı ile bu günkü türbesinin bulunduğu yere getirilip defnedilmiştir.
Ömer Ziyâeddin Dağıstânî Son devir Osmanlı âlim ve velîlerinden. 1849 senesinde Dağıstan'da Çerka'ya bağlı "Miatlı" köyünde doğdu. 1921 senesinde vefât etti. Kabri, İstanbul'da Süleymâniye Câmii hazîresindedir. Babası ulemâdan Abdullah Efendi olup, Avar Türklerindendir.

Gençliğinde Şeyh Şâmil'in ve onun oğlu Gâzi Mehmed Paşanın maiyetinde Ruslara karşı senelerce savaşıp cihâd etti. Sonra İstanbul'a gidip tahsîlini yaptı. Hocası Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip icâzet aldı.

Hocası ona "Hâfız Ömer" diye hitâb ederdi. Hıfzı çok kuvvetliydi. Altı ayda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Ayrıca hadîs-i şerîf hâfızlığı da vardı. Zübdet-ül-Buhârî ve diğer bâzı hadîs-i şerîf kitaplarını ezberlemişti.

İlim tahsîlini tamamlayıp, icâzet aldıktan sonra, 1880 senesinde Edirne'de ikinci ordu alay müftülüğüne tâyin edildi. On altı sene bu vazîfeyi yaptı. Sonra on üç sene Malkara ve iki buçuk sene Tekirdağ kâdılığı yaptı.

Meşrûtiyetin îlânından sonra İstanbul'a, burada bir müddet kaldıktan sonra Medîne'ye gitti. Orada Mısır Hidivi Abbâs Halim Paşa ile tanışıp dâveti üzerine Mısır'a gitti. Bu sırada Birinci Dünyâ Harbi devâm ediyordu. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapsedildi. Sonra İstanbul'a döndü. Dârülhilâfe "Medreset-ül-Mütehassısîn" de mezhebler ve hadîs ilmi dersleri verdi. Bu vazîfesinden sonra da Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin dergâhında üçüncü halîfesi olarak irşâd vazîfesini üstlendi. Ayrıca "Râmûz-ül-Ehâdîs" kitabını da okuttu.

Şeyhülislâmlık teklif edildiyse de kabûl etmedi. Uzun boylu, büyük yüzlü, ak sakallı ve vakarlı olup, çok cömertti. Arapça, Farsça, Rusça ve Orta Asya Türk şivelerini bilirdi.
Mevlîd-i Şerîf (Lezgî dilinde),  Kısâs-ı Enbiyâ (Lezgî), Fetevâ-yı Ömeriyye, Buhârî Şerîf'ten Sünen-i Akvâl-i Nebeviyye, Hadîs-i Erbeîn, Usûl-i İlm-i Hadîs, Zevâidi Zebîdî, Kırâat-i Aşere, Âdâb-ı Kırâat-ı Kur'ân-ı kerîm, Miftâh-ül-Kur'ân, Mûcizât-ül-Enbiyâ (manzum), Mirât-ı Kânûn-ı Esâsî, Terceme-i Zübdet-ül-Buhârî adlı eserleri vardır.
Kevserî Kafkasya'nın "Sebj" (Şebjer) kasabasında doğdu. 1926 senesinde İstanbul'da vefât etti. Küçük yaşında ilim tahsîline başlayan Kevserî, Kur'ân-ı kerîmi zamânın kurrâlarından el-Battal el-Hâc Süleymân el-Ezherî'den öğrendi. Sonra Soposzâde diye meşhûr Şeyh Allâme Mûsâ Efendinin derslerine devâm ederek Arapça gramer bilgilerinden icâzet, diploma aldı.

Şeyh Şâmil'in hocalarından Suskî el-Hâc Hasan Efendiden de fen ilimlerini öğrendi. Bilâhare yaşadıkları bölgenin Rus işgâline uğraması üzerine 1863 senesinde Osmanlı ülkesine geçerek Düzce yakınındaki Çalıcuma (Hacı Hasan Efendi) köyüne yerleşti. 
Beyzâdeler diye meşhur bir âile olarak yaşadılar. Düzce'de Şeyh Devlet adında Abdullah-ı Mekkî silsilesine mensûb halîfelerden Saîd Giray'ın halîfesi olan bir zâta talebe olup ondan icâzet aldı. Şeyhinin hac dönüşü vefât etmesi üzerine İstanbul'a gelerek Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Delâil-i Hayrât okutma icâzeti aldı. 

Bu arada hac vazîfesini yerine getirmek üzere Hicaz'a giderek Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Mûsâ el-Mekkî'ye intisâb etti. Ondan hilâfet ve icâzet aldı. 1871 senesinde tekrar Düzce'ye döndü. Kendi adıyla yaptırdığı medresede hem ilim öğretti, hem de tasavvuf yolunu anlatıp insanların kurtuluşu için gayret etti. Şeyh Devlet'in Düzce'deki halîfesi Âtıf Efendiye de bağlılığını sürdürdü. Daha sonra İstanbul'a giderek Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerine olan bağlılığını yeniledi. Halvete girdi ve kısa zamanda ondan hilâfet yâni İslâmiyeti insanlara anlatma izni aldı. 
Bilâhare Düzce'nin ileri gelenlerinin yaptırdığı Yeni Câmi bitişiğindeki medresede senelerce ilim öğretti ve "Râmûz-ül-Ehâdîs" okuttu. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî'nin emri üzerine medresenin yanına bir dergâh yaptırdı. Burada fıkıh, hadîs, tefsîr, Kur'ân-ı kerîm okutmak ve halvetten başka bir şeyle meşgûl olmamaya başladı. Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmek ve ibadetle meşgûl olarak Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden Hasan Hilmi el-Kevserî hazretleri, 1926 senesinde İstanbul'da vefât etti.
İdris-i Muhtefi Bayramiyye yolunun Melâmiyye koluna mensuptur. İsmi Ali'dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye bilinir. Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için İdris, kendi hallerini ve yakınlarını insanlardan gizlediği için Muhtefî lakaplarıyla anılmıştır. Aslen Rumeli'deki "Tırhala"dandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1615 senesinde İstanbul'da vefât etti. 
Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı'nın Haliç Tersânesi'ne bakan kısmındadır. Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi.
Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerinden Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söylenince, terzilerin pîri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbetle ona İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. 
Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbetinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İstanbul'a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketlere gitti. Gittiği yerlerdeki âlim ve evliyâ zâtların sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda yükseldi. 
Defâlarca hac vazîfesini yapmak için Hicaz'a gitti. Oradan Yemen'e gitti. Son zamanlarında ticâreti bırakıp İstanbul Fâtih Çarşamba'da Mehmed Ağa Câmii yakınındaki evinde ikâmet etti. Ticâreti, emrinde bulunan kimseler yürüttüler.
Çevresinde Hacı Ali Bey diye meşhûr olan bu zât, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bunları insanlardan gizledi. Bu sebeple gizleyen mânâsına "Muhtefî" lakabıyla anılmaya başlandı.
İdris-i Muhtefî diye anılan Hacı Ali Bey birçok talebe yetiştirdi. Tanınmış âlimler ve edipler onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerlediler. 1615 senesinde İstanbul'da vefât etti. Kasımpaşa'da Kulaksız Câmiinin karşısında Okmeydanı'nın Tersâneye bakan tarafında defnedildi. Arûz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı mecmuaları vardır. Yûnus Emre'nin Şathiyesi tarzında yazdığı hece vezniyle ve on beş dörtlük hâlinde yazdığı Şathiye'si meşhurdur.
İşbu deme erinceÜç kez doğdum anedenNice yavru uçurdumNice aşiyaneden
mısrasıyla başlayan şiiri bâzı kimseler tarafından şerh edilmiştir.
Ahmed Amiş Efendi Fâtih Sultan Mehmed Han türbedârlarından ve Şa'bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden. İsmi, Ahmed Amiş olup, Türbedâr veya Türbedar Ahmed Efendi isimleriyle de tanınır. 1807 de Bulgaristan'ın Tuna vilâyetine bağlı "Tırnova"da doğdu. 1920 de İstanbul'da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii yanındaki kabristandadır. 
1853 Osmanlı-Rus yani; Kırım harbine tabur imamı olarak katıldı ve harpte üstün hizmetler gördü.

1877 senesinde  Tuna vilâyetinin Osmanlılar elinden çıkması üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Niğdeli Bekir Efendiden Fâtih türbedarlığını devraldı ve "Fâtih Türbedârı" ünvanıyla anıldı. 

Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendiden de Nakşibendiyye icâzetli olan Ahmed Amiş Efendi tasavvufta mücâhede yolunu değil de sohbet ve telkin yolunu tercih etti. Kendisine tâbi olanlardan İslâmiyetin emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra sadece sohbet ve muhabbet yolunu seçmelerini istedi. Çile ve riyâzet yolunu tercih etmedi.

Ömrünün sonuna kadar mensûb olduğu Şa'bâniyye yolunun şeyhliğini ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbedârlığını yürüten Ahmed Amiş Efendinin müridleri ve yakınları arasında, Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Müderris Babanzâde Ahmed Naîm Bey, Ahmed Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmâil Fenni Ertuğrul, Abdülazîz Mecdî (Tolun) Efendi gibi kimseler yer aldı. 
Yaklaşık 113 yaşında iken dâmâdı Ahmed Naîm Beyin İstanbul Şehzâdebaşı'ndaki evinde 9 Mayıs 1920) târihinde vefât etti. Cenâze namazını talebelerinden Abdülazîz Mecdî Efendi kıldırdı. Senelerce türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbesi yanındaki kabristana defnedildi. Vefâtına talebelerinden Evranoszâde Sâmi Bey; "Gitti gülzâr-ı Cemale pîr-i efrad-ı Cihân." mısra'ı ile târih düşürdü.

 Ayrıca Evranoszâde Sâmi Bey tarafından mezar taşına bir manzûme yazılmıştır. Şa'bâniyye ve Halvetiyye yollarının son devir temsilcilerinden olan Ahmed Amiş Efendi, sohbet yoluyla talebe yetiştirmeye çalıştı. Sohbetleri esnasında kısa ve özlü sözlerle talebelerini îkaz eder, onların istikâmet üzere Peygamber efendimiz ile Eshâbının yolunda olmalarını isterdi.

Talebelerinden birisi müridin yâni talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca;

"Dağı dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle olsundan kurtuluncaya kadar, şeyhe muhtaçsın." demiştir.

Rızk ile ilgili olarak soru soran birine de; "En âlâ rızık mânevî rızıktır. Dünyâda eşini bulamaz, işini bilemezsen rahat edemezsin." demişti.

Gümüşsuyu Askerî Hastanesi Baştabibliğinden emekli albay Doktor Hamdi Hızlan Bey, Ahmed Amiş Efendiden naklen anlatıyor: Siz harbin fecâatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin fecâatini yakînen bilirim. Sakın harbi temenni etmeyin.
Balkan harbi sırasında Ahmet Amiş Efendi Hazretleri (kuddise sirruh) : “Darü’l Hilafet'e (İstanbul) Bulgar’ı mı sokacağız?” diye  sabaha kadar tazarrua başladı. Yalvardı, yakardı… O kadar ki çamaşırları sırılsıklam olur, sık sık çamaşır değiştirir, çıkardığı çamaşırları sıksalar su çıkacak kadar ıslak olmuştu. Ertesi gün gazeteler büyük puntolarla, İstanbul halkını müjdeliyordu: - Bulgarlar Çatalca’dan çekildiler.Bulgar ordusunun Çatalca’ya dayandığı , top seslerinin İstanbul’da camları titrettiği günlerde, dağılmış, bozulmuş Osmanlı ordusunun tekrar toparlanarak Bulgarları Çatalca’dan geri döndürmüştü. 
Feyzullah Efendi İsmi, Muhammed bin Ali'dir. Feyzullah lakabı ile meşhurdur. Şimdi Bulgaristan sınırları içinde bulunan Silistre'nin Sazlı köyünde 1805 senesinde doğdu. 1876 'de İstanbul'da vefât etti. Fâtih Câmiinde kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılınıp, Halıcılar semtindeki dergâhına defnedildi.

Çocukluğunu ve tahsil hayâtını kendisi şöyle anlatmıştır:

"Çocukluk zamânında yaşım îcâbı olarak; oyun, eğlence gülüp oynamak ve neşelenmek gibi şeylere aslâ rağbet etmezdim. Mektebe başlamadan önce; (Rabbi yessir: Rabbim kolaylaştır) ile (Rabbi zidnî ilmen ve fehmen: Yâ Rabbî ilmimi ve anlayışımı artır) mübârek sözlerini çok söylerdim. Yine bir vâizden namazı özürsüz terk etmenin çok büyük günâh olduğunu işittikten sonra onun tesiri ile namazlarımı ve oruçlarımı hiç terk etmedim. Ayrıca nâfile namazlar yanında gece teheccüd namazı da kılardım.

Yedi yaşımda ve 1812 târihinde mektebe başladım. Bir sene zarfında Kur'ân-ı kerîmi hatmettim ve ikişer defâ tecvid ve ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okuyup yazdım. On sekiz yaşıma kadar sarf, nahiv, Farsça ve fıkh-ı şerîften çok kitap okudum. Bundan sonra her hâlim Allah korkusu, düşüncem dâimâ namaz, oruç, ibâdet ve tâat, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaktı. İçimizde Allahü teâlânın sevgisi ve hakîkat yolunun sevdâsı parıldamakta olup, her zaman âlimlerin tasavvuf ehli zâtların meclislerine ve sohbetlerine devâmla vakitlerimi geçirirdim."

Feyzullah Efendi, 1847 senesinde İstanbul'a gidip insanları irşâd, doğru yolu gösterme ile meşgûl oldu. Hocası Konyalı Muhammed Kudsî Efendi ona daha önceden; 

"- İstanbul'un bir köşesinde yerleşip, nice zaman tanınmazsın. Yalnızlık âleminde gizli kalırsın!" buyurmuştu. 

İşâret edildiği gibi İstanbul'da sekiz sene talebeleri ve çocuklarıyla kendi halleri üzere bir evde kaldılar. Sessiz sedâsız insanları irşâd ile meşgûl oldu. Daha sonra ismi duyulup tanındı. Sohbetleri çok kıymetli idi. Uzunca boylu, buğday benizli, güler yüzlü, yumuşak sözlü, kalbi feyz saçan büyük bir velî ve rehberdi. Etrâfına ilim ve feyz saçmaya başladı. Âlimler, tasavvuf ehli zâtlar, devletin ileri gelenleri ve halk büyük kalabalıklar hâlinde sohbetlerinde toplandı. Böylece pekçok kimse onun rehberliği ile saâdete kavuştu.

Talebeleri gâyet iyi yetişip âlim, sâlih ve fazîlet sâhibi oldular. Bir zamanlar Konya vâlisi olan Ali Kemâl Paşa şöyle anlatır: 

"- İstanbul'da bulunan bâzı fitne ve fesâd zümreleri, Feyzullah Efendinin hizmetlerine, ilim ve evliyâlık yolunda çok talebe yetiştirmesine tahammül edemediler. O zaman ben Midilli'de vâli idim. Tevkif edilmek, zindana atılmak gibi şeyler onun için umurunda değildi ve hizmetine devâm ediyordu. Cin tâifesinden altı bin kişiyi irşad edip yetiştirdiğini biliyorum." Kerâmetleri çoktur. Bunlardan biri, Resûlullah efendimizin onun için; "Dostum Hacı Feyzullah Efendi." buyurmasıdır. 

Şöyle ki: Sâlihlerden Mustafa Efendi isminde bir zâta rüyâsında, Resûlullah efendimiz; 
"Sen İstanbul'da dostum Hacı Feyzullah Efendiye git." buyurmuştur. O da gelerek Feyzullah Efendinin sohbetlerine katılmış ve çok istifâde etmiştir.

Mevlânâ Seyyid İbrâhim İsmi, Mevlânâ Seyyid İbrâhim bin Muhammed bin Hüseyin bin Ali el-Horasânî olup, Mevlânâ Seyyid İbrâhim adı ile tanınır. Ayrıca Emîr Efendi diye de bilinir. Babası Horasan diyârının ileri gelenlerinden Sadrüddîn Muhammed isminde bir zât olup, Anadolu'ya gelerek, Amasya yakınında bulunan Yenice ismindeki köyde yerleşmişti. O köyde bulunan büyük bir zâviyede talebe okuturdu. İbrâhim Efendi bu köyde dünyâya geldi.İlk tahsîlini babasının huzûrunda yapan Seyyid İbrâhim, bundan sonra ilim öğrenmek maksadıyla Bursa'ya gitti.Orada; Şeyh Sinânüddîn, Hasan Samsûnî ve Hocazâde gibi meşhûr âlimlerin derslerinde ilim öğrenip yetişti. Zamanın âlimlerinden oldu. Bir ara, Karamanlı vezîr Mehmed Paşa tarafından, oğlunun tâlim ve terbiyesi için tâyin olundu. Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında Sultan Bâyezîd'in oğlu Şehzâde Korkut'un hocalığına memur oldu.
Merzifon, Karahisar ve diğer bâzı şehirlerde müderrislik yaptıktan sonra, Amasya'da Sultan Bâyezîd Medresesine müderris oldu. Bundan sonra da Amasya kadılığına tâyin edildi. Sultan Bâyezîd Hanın saltanâtının son zamanlarında emekli oldu. Kardeşleri Hüseyin ve Abdâh efendiler de âlim ve velî olup, Amasya'da Bâyezîd Medresesinde müderris idiler.
Yavuz Sultan Selîm Han, İstanbul'da Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinin yakınında bir ev satın alıp, Seyyid İbrâhim'e hediye etmişti. O da emekliliğinden sonra İstanbul'a gelerek bu eve yerleşti ve vefâtına kadar ikâmet etti. Vefâtından evvel, kendisinden sonra bu evi, Ebû Eyyûb Medresesi müderrislerine mahsus olmak üzere vakfetti. Seyyid İbrâhim hazretleri, gâyet uzun boylu, gür sakallı, heybetli bir zâttı. Güzel ahlâklıydı. Diğer velîler gibi, o da az yemek, az uyumak ve az konuşmak kaidesine tam uygun yaşardı. Hiçbir zaman yatakta yatarak uyuduğu görülmezdi. Oturarak bir mikdâr uyuyup, uyku ihtiyâcını giderirdi. Çok kerâmetleri görülmüştür. Devâmlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı, başka hiçbir şey ile alâkadar olmamayı tercih etti. Bu sebepten hiç evlenmedi.
Seyyid İbrâhim, bu hâdiseden sonra insanlarla münâsebetten yüz çevirip, gösterişten, bozuk niyetten uzak bir şekilde, hâlis bir kalb ile Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmeye başladı. Hâl ve gidişâtında; sâlih, doğruluk, iffet ve takvâ üzere ve dînimizin emirlerine tam uymakta son derece titiz olup, zühd ve verâ sâhibi pek yüksek bir zât idi.
Hem anne, hem de baba tarafından asâlet sâhibi temiz âilelere mensûb, çok edepli, aklı ve zekâsı fevkalâde olan bir kimseydi. Dünyâya düşkün olmaması o dereceydi ki, onun yanında altın ile saksı parçası bir idi. Dünyâlık şeylerden eline geçenlerin, kendisine zarûrî kısmını bırakıp, fazlasını ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı.
Hizmetçileri dâhil, hiçbir zaman hiçbir kimseye şu işi şöyle yap diye emr etmez, zarûrî lâzım olursa, yine emretmeyip îmâ yoluyla bildirirdi. Meselâ su kabını boş görse, hizmetçisine bunu doldur demez; "Bunu yapan kimse su koymak için yapmıştır." derdi.
Allah rızâsı için çok ibâdet edenlere mahsus nûrlar, Seyyid İbrâhim'in yüzünde gün ışığı misâli parlardı. İnsanlarla konuşmasında ender rastlanan bir husûsiyete sâhib idi. Sözde ve fiilde, büyükler ile küçükleri bir tutar, küçükleri de büyükler gibi vakarla, ağırbaşlılıkla karşılardı. Bu da tevazuunun çokluğundandı. Beş vakit namazı câmide cemâatle kılar, akşam ile yatsı arası mescidde bulunup, ibâdet ile meşgûl olurdu.
İnsanın anlatmaktan âciz kaldığı güzel sıfatları ve fazîletleri yanında, hüsn-i hatta (güzel yazı yazmakta) da mehâret ve ihtisas sâhibi idi. Birçok mûteber eseri, kendi hattı (yazısı) ile yeniden yazmıştır.
Ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görme hassası gidip, iki gözü de görmez olmuştu. Bir ilâç yapılıp, Allahü teâlânın izni ile bir gözü açıldı. Ömrünün sonuna kadar, o bir tek gözü ile yetindi. Hiçbir zaman dünyâya rağbet gözüyle bakmadı.
Osmanlı âlimlerindenTaşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa, Şakâyik-ı Nu'mâniyye isimli meşhûr eserinde, Seyyid İbrâhim'i anlatırken buyuruyor ki:
 "Ölüm hastalığında Seyyid İbrâhim'i ziyârete gittim. Vefâtı yaklaşmıştı. Geldiğimi anlayınca gözünü açıp; "Hak teâlâ hazretleri çok kerîm ve latîftir. O'nun, târif ve tavsîfin çok üstünde, hadsiz ve hesapsız olan lütuf ve keremi bana müşâhede olundu." buyurdu. Bundan sonra yine kendinden geçip gözlerini kapadı. Yanından ayrıldığım gece vefât ettiğini öğrendim.";
Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlandı. Hastalığı sırasında hep, Allahü teâlânın yüce ismini tekrarlıyordu. 1528 senesinde vefât etti. Vefâtında yaşının doksanı geçmiş olduğu rivâyet edilmektedir. Cenâzesi, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin câmiine yakın bir yerde defnolundu."
Hasan Hüsameddin Uşâki Evliyânın büyüklerinden ve Uşâkîlik tarîkatının kurucusu. İsmi Hasan, lakabı Hüsâmeddîn'dir. 1475 senesinde Buhârâ'da doğdu. Soyu hazret-i Hüseyin'e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu'ya gelip, Uşak'ta yerleştiği için "Uşâkî" denildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsîlini babasının nezâret ve himâyesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgûl olmaya başladı. Üzüntü içinde uyuduğu bir gece, rüyâsında ona;
"Boş yere ticâretin zahmetini çekmek, hakîkat ehli için zarar ve ziyândır. Arzun ahiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gâyen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu'nun güzel şehirlerinden Uşak'ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine varıp teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâimâ Rabbin ile bulun!" denildi.
İşte bu mânevî işâretten ve almış olduğu emirden sonra kendinde bir başkalık hisseden Hüsâmeddîn Uşâkî hazretleri, bir an önce bu zâta kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başladı. Babasından mîrâs kalan bütün mallarını, servetini ve kurulu ticâret düzenini kardeşi Mahmûd Çelebi'ye bağışlayıp, kalbinden dünyâ sevgisini uzaklaştırdı. Durmadan içini yakan aşk ateşinin tesiri ile, yaya olarak Buhârâ'dan ayrılıp yola çıktı. Aylarca süren zahmetli ve meşâkkatli yolculuklardan sonra, Erzincan vilâyetine geldi. O sırada Erzincan'da bulunan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretleri ile karşılaşıp ona bağlanarak, sâdık bir talebesi oldu. Sonra hocası ile birlikte Uşak'a giderek oraya yerleşti.

Hakîkî rehber olan bu büyük âlime bağlılığının kuvveti sâyesinde kemâle kavuşup, evliyâlığın yüksek derecelerine ulaştı. Seyyid Emîr Semerkandî hazretleri, kısa zamanda evliyâlık makâmına yükselen Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye, aldığı mânevî emir üzerine hilâfetnâme verdi. Hocası Seyyid Ahmed-i Semerkandî'nin âhirete irtihâlinden sonra, onun yerine geçti ve talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda ismi güneş gibi parladı ve şöhreti çok uzaklara yayıldı.
Hüsâmeddîn Uşâkî, hac farîzasını yerine getirip geri dönerken, Konya'da rahatsızlandı ve 1594 senesinde orada vefât etti.Cenâze namazı Konya'da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul'a götürülmek üzere yola çıkarıldı. Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn Uşâkî'nin cesedinin kokmaması için ilâçlatmak istedi. Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmıyacağını söylediler ve ilâçlatmadılar. Mübârek bedeni, hiç kokmadan İstanbul'a getirildi şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, çeşitli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1-Evrâd-ı Kebîr, 2-Hizb-üt-Tesbîh, 3-Ahzâb-ı Usbûiye,4-Şerhu Virdi Settâr.
Cârullah Veliyüddin Efendi Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, âbid ve velî. Asıl ismi Veliyyüddîn bin Mustafa'dır. 1659 da bugün Yunanistan sınırları dâhilinde bulunan Yenişehir'de doğdu. 1738  senesinde İstanbul'da vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren zamânın meşhûr ulemâsından din ve fen bilgilerini tahsîl etti. İlimde ilerleyip kemâl derecesine ulaştıktan sonra hocalarından icâzet, diploma alarak talebe yetiştirmeye başladı. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Veliyyüddîn Efendi ilim öğrenmeye başladığı ilk günden îtibâren Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek ve hac vazîfesini yerine getirmek aşkı ile dolu idi.

Nitekim bu arzu ile 1691 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Ancak çok sevdiği bu topraklardan yedi sene ayrılamadı. Bu müddet içerisinde devamlı olarak Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Haram ile Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebîde ibâdetle meşgûl oldu.

Bu arada İslâm âleminin her tarafından gelen âlimlerle görüşme imkânı buldu. Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin talebelerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. O büyük zâttan Nakşibendiyye yolunun âdâb ve erkânını öğrendi. Aldığı feyz ve himmetle kalbi nûrlanıp, nefsi İslâmiyetin haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerden kurtuldu. İçini, Allahü teâlânın aşkı ve Resûlullah'ın sevgisiyle doldurup, dışını da Allahü teâlânın emir ve yasaklarına, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine uymakla süsledi. Bu arada yedi sene mücâvir olarak kalması dolayısıyla kendisine "Cârullah" lakabı verildi.

Tefsîr, hadîs, kırâat ve fıkıh ilimlerinde âlim, tasavvuf ehli mübârek bir kimse olarak hacdan dönen Cârullah Veliyyüddîn Efendi, Fâtih civârında bir medrese ve bir kütüphâne yaptırdı. Kütüphâneyi faydalı kitaplarla doldurdu. Kendi eserlerinin de bulunduğu bu kütüphâneyi vakfederek müslümanların istifâdesine sundu. İstanbul'a döndükten sonra daha çok, insanlara nasîhat edip talebe yetiştirmek, kitap yazmak ve ibâdet etmekle meşgûl oldu. Edirne ve Galata kâdılıklarında bulundu.

Cârullah Veliyyüddîn Efendi, çeşitli ilim dallarında pek kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Üç yüz on dokuz hadîs-i kudsîyi içinde toplayan bir eser.
2) El-Fürkân isimli, Kur'ân-ı kerîm kırâatı, Arap dilinin gramer özellikleri, kırâat âlimlerinin hâl tercümelerinden bahseden eseri,
3) Çagminî'nin şerhine hâşiye,
4) Kavl-i Ahmed'e hâşiye,
5) Hüseyniyye'ye hâşiye,
6) Tasdîkât'a hâşiye,
7) Âdâb-ı Mîrî'ye hâşiye,
8) Taşköprülü Efendinin eserine hâşiye,
9) Şerh-i Mekâsıd'a hâşiye,
10) Tefsîr-i Kâdı Beydâvî'ye hâşiye,
11) Mir'ât'a hâşiye,
12) İ'râb-ül-Kur'ân,
13) Fedâil-i Cihâd,
14) Âdâb-ı Birgivî'ye şerh,
15) Köprülüzâde Nûmân Paşanın Risâlet-ül-Adl fî Hâl-il-Hadr risâlesine şerh ve hâşiye.
16) Isâm'a hâşiye.

1738 yılında İstanbul'da vefât eden Cârullah Veliyyüddîn Efendi, Fâtih'te yaptırdığı medrese ve kütüphâneden ibâret olan külliyesinin bahçesine defnedildi. Kabri sonradan yıkılan ve yola dahil edilen bu külliyeden alınarak Fâtih Müftülüğü arkasındaki Sâdi Çelebi Dârü'l-Kurrâsının bahçesine taşındı.
Ahıskalı Ali Haydar Efendi
İstanbul-Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi Dergahının son şeyhi. İsmi, Ali Haydar olup, babası Şerîf Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhûr olmuştur. 1870 senesinde Batum'un Ahıska kazasında doğdu. 1960 senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi ilk tahsîlini memleketinde yaptı. Erzurum'a gelerek oradaki Bakırcı Medresesine sonra, İstanbul'a gidip Fâtih Câmiinde derslere devâm etti.

Tahsîlini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendiden 1901 senesinde icâzet aldı. Bir yandan hocasının derslerine devâm ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medreset-ül-kuzât'a gidip 1906 yılında mezûn oldu. Dînî derslerden yapılan imtihanı kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yer aldı.  1909 senesinde Fetvâhânede fetvâ yazmakla vazîfelendirildi. Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.
Derin bir bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915'te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan "Te'lif-i Mesâil Heyeti" reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle'yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede "Kitâb-ül-Büyû" (Alış-veriş kitabı) ve "Kitab-ül-İcâre"yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti. Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgûl oldu. Yirmi beş yıl boyunca göz hapsinde tutuldu.

Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin ederdi. Talebelerine ve sevenlerine nasîhatlarda bulunurdu. Zamânın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.
Baba Nîmetullah Nahçıvani
Azerbaycan'ın Nahçıvân şehrinde doğdu. Asıl ismi Nîmetullah bin Mahmûd Şeyh Alvan'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1514 senesinde Konya'ya bağlı Akşehir kasabasında vefât etti. Daha önce vefât ettiği de rivâyet edilir. 
Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Nahçıvân'da bulunan kıymetli âlimlerden dersler almaya başladı. Fen ve din ilimlerini tahsîlden sonra tasavvufa yöneldi. Böylece her yönüyle yetiştikten sonra aldığı mânevî işâret üzerine memleketinden ayrılıp Osmanlı ülkesine gelen Nahçıvânî, Nasreddîn Hoca'nın memleketi olan, Konya'ya bağlı Akşehir beldesinde yerleşti.

Burada gerek yaşayış ve gerekse verdiği yazılı eserleriyle herkese ahlâk, fazîlet, ilim ve irfân nümûnesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksek idi. Mânevî ilimlerdeki engin bilgisi ile tasavvufta, ilâhî sırlar denizinin dalgıcı olmuştu. Yâni bu yolda derecesi çok yüksek idi.

Bununla berâber, kendi hâlini gizler, tevâzu gösterirdi. Gâyet sâde yaşamayı sever, fakîrliği zenginliğe tercih ederdi. Naklî ilimlerden, bilhassa tefsîr ilminde mütehassıs idi. "Fevâtih-ul-İlâhiyye vel-Mefâtih-ul-Gaybiyye" isimli tefsîri ve Beydâvî Tefsîrine yazdığı hâşiyesi çok kıymetlidir. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî'nin "Füsûs-ül-Hikem" isimli eserine ve "Gülşen-i Râz" isimli manzûm esere hâşiyeleri vardır. Bunlardan başka, "Hidâyet-ül-İhvân" ve "Risâlet-ül-Vücûd" isminde tasavvufla ilgili iki risâlesi bulunmaktadır.

"Fevâtih-ul-İlâhiyye" isimli tefsîrinin, bizzât kendi el yazısıyla olan nüshası, Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmed Han Kütüphânesinde mevcuddur. 1908 de, Matbaa-i Osmâniyyede iki cild hâlinde basılmıştır. Nahçıvânî bu eserini, 1498 senesinde, Ramazân-ı şerîf ayının ortalarında tamamlamıştır.

Târihte ve günümüzde, bilhassa Akşehirliler arasında; Şeyh Alvân, Nîmetullah Nahçıvânî, Baba Nîmetullah, Baba Nîmet ve Nîmetullah Sultan gibi isimlerle anılan bu büyük Türk-İslâm âlim ve velîsi, zamânındaki âlim ve velîlerin en üstünlerinden idi. Akşehir'de uzun seneler ilme hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Türkçe ile birlikte, Arabî ve Fârisîyi de çok iyi bilirdi.

1514 yılında vefât eden Baba Nîmetullah Nahçıvânî'nin türbesi Akşehir'de, Baştekke yolu üzerindedir. Tekkeye giden yolun sağında ve Akşehir deresinin solunda olup, birkaç defâ tâmir görmüştür. Türbenin önünde bir havuz vardır. O büyük zâtı sevenler, kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmekte, onu vesîle kılınca yaptıkları duâlar kabûl olmaktadır. Baba Nîmet'in sandukasının dere tarafında, büyüklü küçüklü dört ayrı kitâbe taşı bulunmakta olup, ikinci taşın kitâbesinde şöyle yazmaktadır:

"Hû Dost. Kibâr-ı Ehlullahdan ve müfessirîn-i izâmdan Hâce Nîmetullah kuddise sirruh hazretlerinin merkâd-i münevvereleridir (mübârek, nûrlu kabirleridir)."
Ahıskalı Abdullah Efendi İsmi Abdullah, nisbeti Ahıskalı, lakâbı Ziyâüddîn, künyesi Ebû Abdullah'dır. 1733 senesinde Ahıska şehrinin Özgür nâhiyesine bağlı Urpala köyünde dünyâya geldi. Ahıska şimdi Gürcistan'da olup, o zamanlar Osmanlı memleketi idi. 1813 senesinde Üsküdar'da vefât etti. Karacaahmed mezarlığının Söğütlüçeşme tarafında medfûndur.
Çocukluğunda, âlim bir zât olan babasıyla birlikte Şam'a giderek, Sâlihiyye semtinde bir müddet ikâmet eden Abdullah Ahıskalı, ilk tahsîlini babasından aldı. Kur'ân-ı kerîmi okumasını ve tecvîd ilimlerini öğrendi. Babasıyla birlikte memleketlerine döndüklerinde ders almaya devâm edip, âlet ilimlerini öğrendi.
Babasının vefâtından sonra Kars'a gelerek, oranın fazîlet sâhiplerinin meşhûrlarından İsmâil bin Muhammed Berküşâdî'den usûl-i fıkıh ve hadîs ilimlerini okudu. Bu hocası tarafından kendisine icâzet ve "Ziyâüddîn" lakabı verildi. Orada bir müddet kaldıktan sonra Erzurum'a geçti. Erzurum âlimleriyle sohbet edip, sonra Diyarbakır'a gitti. Oradaki âlimlerden, fazîlet ve kemâlât yönleriyle akrânından ileride olan Küçük Ahmedzâde Ebû Bekr Efendiden, Sahîh-i Buhârî ve Muhtasar-ı İbn-i Hacîb isimli eserleri okudu. Bozcuzâde Ömer Efendiden, tefsîr ve arûz ile birlikte, fen ilimlerinden; hesap, hendese, astronomi ilimlerini okuyup icâzet aldı.
Ahıskalı'nın hocalarından Ömer Efendi, Mısır'ın âlim ve fâdıllarından Abdüsselâm Erzincânî'ye bir mektup yazmıştı. Bu mektubu yerine ulaştırmak üzere, Ahıskalı'yı vazîfelendirdi. Mektubu alıp Mısır'a giden Ahıskalı, Abdüsselâm Erzincânî'den, Buhârî, usûl-i hadîs, fıkıh, kırâat ve başka ilimler okuyarak ilmini ilerletti. Tahsîlini tamamladıktan sonra, 1761 senesinde İstanbul'a geldi. Bir taraftan öğrendiği yüksek ilimleri ilim âşıklarına öğretmeye, bir taraftan da kıymetli ve faydalı eserler telif etmeye başladı.
Abdullah Ahıskalı Efendi, bir ara Edirne yoluyla Bosna taraflarına seyahate çıktı. İki sene süren bu seyahati esnâsında en büyük eseri Revâmîz-ül-A'yân'ı telife başladı. Seyahatten sonra İstanbul'a döndü, hac vazîfesini yerine getirmek maksadıyla yola çıktı. Şam-Kudüs yoluyla hacca gitti. Hacdan sonra İstanbul'a döndüğünde vazîfe yaptığı Ayasofya Medresesinde, Revâmîz-ül-A'yân isimli eserini tamamladı. Beş ciltlik olan bu eserin yazma nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Hâlet Efendi Kısmı 583 ve Es'ad Efendi Kısmı 2127, 2128 numarada kayıtlıdır. Eserlerinden bâzılarının isimleri şöyledir:
1) Revâmîz-ül-A'yân fî Beyan-i Mezâmîr-il-Uhûdî vel-Ezmân, 2) Levâmi'un-Nûr: Kütüb-i sitte denilen altı meşhûr hadîs-i şerîf kitabındaki hadîs-i şerîflerden tekrar olunanların çıkarılmasıyla hazırlanmış muhtasar bir eserdir. 3) Dürer Hâşiyesi, 4) Mirkât-üt-Tarîkat-il-Muhammediyye ve Merdât-üş-Şerîat-il- Ahmediyye, 5) Câmi'ul-Fürsûl, 6) Mebâhic-ül-İhvân (Îsâgûcî şerhi), 7) Risâle fî Hakk-ıl-Müsâfir, 8) Risâle fit-Tıbbi ve'l-Kıyâfeti, 9) Rumûz-ül-Hakâyik ve Künûz-üd-Dekâyik, 10) Bedî-un-Hizâm fil-Coğrafya, 11) Muhtasarı Revâmîz-ül-A'yân.
İsmâil Sirâceddin Şirvâni
Meşhûr velîlerden. Azerbaycan'ın Şirvân vilâyetinin Şemâhî kasabasına bağlı Kerdemir köyünde 1782 senesinde doğdu. 1847 (H.1264)'de kolera salgınından vefât etti. Tahsil çağına ulaşınca, Şemâhî kasabasında bulunan âlimlerden Baba Efendinin talebelerinden olan Muhammed Nûrî Efendiden, ilk tahsiline başlayıp, Molla Câmî'nin Kâfiye Şerhi'ne kadar okudu. 
1800 senesinde Erzincan'a gidip, oradaki âlimlerden Evliyâzâde Abdurrahmân Efendiden ders gördü ve derslerinde tahsilini tamamlayıp, icâzet aldı. 
Bundan sonra Tokad'a vardı. Bir sene kaldıktan sonra Bağdât'a gitti. Bağdât'ta Süleymâniye'de Mervezî Yahyâ Efendi ve İbn-i Âdem adındaki âlimlerden hadîs ve riyâziye ilmini öğrendi.
1220 senesinde Anadolu'ya, Burdur'a giderek bir müddet de orada fıkıh ilmi öğrendi. Bu tahsil hayâtından sonra Şirvan'a dönüp köyüne yerleşti. Yedi sene ilim öğretmekle meşgul oldu. Daha sonra hacca gitti. 
1813 senesinde İstanbul'a dönüp yerleşti. İlim öğrenmek için yaptığı bütün bu çalışmalar ve seyâhatlerden sonra, kendisini tasavvufta yetiştirecek bir mürşîd-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen büyük bir evliyâ arıyor, ona talebe olmak istiyordu. Bu sebeple zamânın en meşhûr velîlerinden feyz menbaı Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine talebe olmak, sohbetiyle şereflenmek için Hindistan'a gitmeye karar verdi. Yola çıkıp Basra'ya kadar gitti. Yolculuğu sırasında Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, mânevî bir işâretle ona en meşhur talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine gitmesini bildirdi. Bunun üzerine Hindistan yolculuğundan dönüp, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin huzûruna giderek ona talebe oldu. 
1817 senesinde icâzet ve emir verilmesi üzerine Şirvan'a döndü. Dokuz sene Şirvan'da kaldı. Rusların Şirvan'ı istilâsı üzerine, Ahıska'ya gitti. İki sene de orada kaldı. Ahıska da işgâl edilince, 1828 senesinde Amasya'ya gidip dört sene kaldıktan sonra Sivas'a gitti. Dokuz sene de Sivas'ta kaldı. Sonra tekrar Amasya'ya döndü. Ömrünün son zamanlarını Amasya'da geçirip, orada 1847 senesinde çıkan kolera salgınından bir Ramazan ayında vefât etti.
Geyikli Baba
Orhan Gâzi devri Osmanlı evliyâsından. Âzerbaycan'ın Hoy şehrinde doğdu. 1275-1350 (H.674-750) yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.
Bağdâtlı Şeyh Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yolundan feyz aldı. Aynı yoldaki Baba İlyas Horasânî'den ilim öğrendi. Zâhirî, bâtınî ilimlerde ve tasavvuf yolunda kemâl derecesine ulaştıktan sonra Rum ülkesine geldi. Derhal Anadolu'nun en uç bölgesinde İslâmiyeti yaymak için çarpışan ve gayret eden Osmanlı mücâhid gâzileri arasına katıldı. Bursa'nın fethi sırasında bir geyiğe binmiş ve elinde altmış okkalık bir kılıç olduğu halde en ön saflarda çarpıştı. Kalenin fethinde pekçok kerâmetleri görüldü. Bu sebepten kendisine Geyikli Baba denildi.
Fetihten sonra Keşiş (Ulu) Dağına yerleşti. Buradaki dergâhında kendi hâlinde yaşar, gelenlere dînini öğretir, şehre inmezdi. Diğer taraftan Orhan Gâzi ise Bursa'nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa'ya dâvet etti. Bu arada Bursa'nın fethinden sonra bir daha görmediği Geyikli Babanın da gelmesini istedi ve; "Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim." dedi. 
Geyikli Babayı arayıp buldular. Sultânın sözünü arz ettiler ve Bursa'ya dâvet ettiler. Geyikli Baba bu dâvete rızâ göstermedi.
"Sakın Orhan da gelmesin. Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler. Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler." buyurdu. 
"Bâri Orhan Gâziye duâ et." dediklerinde; "Biz onu hâtırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgûlüz. Onun İslâmiyete hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur." diye haber gönderdi.
Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omuzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa Hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. 
Sultan Orhan Gâziye haber verdiler. "Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker." dediler. Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi.
Geyikli Baba, ağacı dikince doğruldu ve Orhan Gâziye; "Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerindedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlatların dîn-i İslâma çok hizmet edecekler." deyip; "Kökü sâbit, dalları ise göktedir." meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti.Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün Bursa'da hazret-i Üftâde'ye giden Kavaklı Caddedeki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.
Bir zaman sonra Orhan Gâzi, Geyikli Babaya iâde-i ziyârette bulundu. Ona; "İnegöl ve çevresi senin tasarrufunda olsun." dedi. "Mülk ve mal cenâb-ı Hakk'ındır, ehline verir, biz O'nun ehli değiliz. Mal, mülk ve sebeplere meyletmek, emir ve sultanlara gerektir. Bizim gibi fukara kısmına, Allah adamlarına yakışmaz." diye cevap verdi. Pâdişâh ısrar edince, kendisine hibe edilen yerlere bedel olarak, dergâhının çevresinden az bir mikdarını dervişlere odunluk kabûl edip, Sultânın gönlünü aldı. Orhan Gâzi memnûn ve râzı olup, pekçok duâ aldı.
Geyikli Baba bundan sonra yine Keşiş Dağındaki dergâhında ibâdet ve zikirle meşgûl oldu.Sayısız talebe yetiştirdi. Kendisinden nasihat almak ve duâsına mazhâr olmak isteyen pekçok kişi dergâhına gelirdi. Uludağ'ın doğu eteklerinde İnegöl yakınlarında vefât edip oraya defnedildi. 
Orhan Gâzi tarafından kabri üzerine türbe yaptırıldı. Sonradan yine Orhan Gâzi tarafından türbe yanına bir câmi ve dergâh ilâve edildi.Sevenleri çevresinde bir köy meydana getirdiler. Kurdukları bu köye Baba Sultan adını verdiler. Geyikli Baba Külliyesi 1950 (H.1369)den sonra yeniden restore edilip, onarıldı.
Taşköprüzâde merhum, Şakâyık-ı Nu'mâniyye'sinde, Osmanlı'nın gülbahçesinde yetişen, Nu'mân'ın (İmâm-ı A'zam'ın) bülbüllerini anlatırken, Geyikli Baba'dan da söz eder ve kabrini ziyâretle şereflendiğini söyler. "Kabrini ziyâret ettim. Kabrin yakınında bir mezar daha gördüm. Türbedârdan bu mezarın kime âit olduğunu sordum. Germiyanoğullarından saltanat sâhibi bir kimseyken saltanatı terk edip, Geyikli Babanın hizmetine giren bir büyüğün mezarı olduğunu söyledi." demekte ve zamânında Geyikli Babaya gösterilen îtibârı ifâde etmektedir.
Şeyh Mes’ud Horasanî
Ş eyh Mes’ud Horasanî hazretleri Batı Türkistan’dan Urfa’ya geldi. Türbesi şehrin hemen güneyindir.Anadolu’nun manevi fatihi Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin Alp Eren talebelerinden olan Şeyh Mes’ud Horasanî hazretleri, Anadolu’nun İslamlaşmasında büyük hizmetleri olan devrin âlim ve mutasavvıflarındandır. Türk devletlerinden Eyyubilerin(1182-1193) Urfa’ya hâkim oldukları dönemlerde Türkistan’dan talebeleriyle Urfa’ya gelerek, halka İslamiyet’i öğretmekle vazifelendirilmiştir. Şeyh Mes’ud Hazretleri’nin türbesi Selçuklu medreseleri tarzında yapılmış şehrin en eski binalarındandır. Türbede mescid, çilehane ve misafir odaları bulunmaktadır. Türbenin 100 metre kadar batısında bulunan Sarnıcın yanındaki kaya üzerinde Arapça kitabede şunlar yazılıdır: “Ulu sarnıç, Nişaburlu Said oğlu Mes’ud tarafından 10 Receb 579(m. 30 Ekim 1183) tarihinde oyulmuştur. Kim Allah’ı yardıma çağırırsa, Allah O’na ve bütün Müslümanlara yardım ve merhamet etsin.”
Seyyid Hârun Velî K onya'nın Seydişehir ilçesini kuran büyük velî. Türkistan’ın Horasan bölgesinde doğdu. Zamânının âlimlerinin sohbetlerinde ilim öğrendi. Amcasının vefâtı üzerine Horasan bölgesinin emirliğine getirildi. Bu görev sırasında büyük babası hazret-i Hârûn-ı Kerâmet'in ve amcasının kabrini sık sık ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerin birinde gâibden bir ses; 
"- Yâ Hârûn, Rûm'a çık! Karaman ilinde Küpe Dağının doğu eteklerinde bir şehir kur! O şehrin halkı sâlih ola... Şakî olanın âkıbeti hayır rolmaya." diyordu. 
Bu sesi daha sonra da duymaya başladı. Bunun üzerine Hârun Velî, ileri gelenleri topladı ve onlara; 
"- Ey yârenlerim! Büyük dedem ile amcamın kabirlerini ziyâretim sırasında fevkalâde bir hâl oldu." deyince, onlar ısrarla ne olduğunu anlatmasını istediler. Bunun üzerine duyduklarını anlatarak onlardan izin istedi. Dünyâ tâc ve tahtını terk edip, kendisni tamâmen Allah yoluna verdi.
Hârun Velî Karaman ilinin neresi olduğunu ve nasıl gideceğini düşünüyordu. Yine bir gün Allahü teâlâya ibâdet edip yalvardığı sırda kulağına; 
"- Yâ Hârun! Bir bulut sana kılavuzluk edecektir. Onun indiği yer senin mekânın olacaktır." nidâsı geldi. 
Bunun üzerine hazırlıklarını yapan Hârun Velî, kırk arkadaşı ile yola çıktı. Hârun Velî, etrafın güzelliklerini seyrederken, keşif hâli tecellî etti. Şehri meydana getiren bütün mahallelerin yerlerini şöyle gördü: 
Kıble tarafında ulu kapı vardı. İçinde bir mescid görünüyordu. Orada Peygamber efendimizin mübârek rûhâniyeti ve Eshâb-ı güzîn oturmuştu. Kuzey tarafında kapı ve mescid vardı. Burada da bütün peygamberlerin rûhâniyetleri ve Hızır aleyhisselâm bulunuyordu. Batı tarafındaki kapıdaki mescidde ise, dedeleri ve evliyâ-ı kirâm bulunoyurdu.Bütün bunları gören Hârun Velî yakın dostlarını yanına çağırarark onlarla istişâre etti ve hemen şehrin kurulmasını istedi. Dostları; 
"- Ey efendimiz! İnşâallah Allahü teâlâ kolaylık verir. Fakat bunun için ustalar, işçiler, kireç, taş gerekli. Bunca hizmetler nasıl görülebilir?" dediler. O da; 
"- Kalkınız gidip, yapacağım bu yer için lâzım olan taş ve ağaçlarınyerini görelim." dedi. 
Hârun Velî'nin geldiğini duyan pekçok müslüman ve gayr-i müslim oraya gelmişlerdi. Onlar da beraber bu dağın eteğine gittiler. Bir su akıyordu. Suyun kenarında inşâatta kullanılabilecek ağaçlar, pınarın başında ise eski bir yerleşim merkezinin taşları bulunuyordu. Hârun Velî, Allahü teâlâya; 
"- Yâ İlâhî! Senden bu taşların bir kısmının bizimle gelmesini umarım." diye duâ etti. Daha sonra taşlara doğru dönerek; 
"- Allahü teâlânın izni ile kalkın." dedi. Taşlar kalkarak Hârun Velî'nin önünde koyun sürüsü gibi giderek, istenilen yere geldiler. Bu manzara karşısında birçok hıristiyan, müslüman oldu. Müslümanların ise, Allahü teâlâya teslimiyetleri fazlalaştı. Bu durumu duyan bölge halkı, akın akın ona gelmeye başladı. Hârun Velî gelen halka; 
"- Ey cemâat! Biliyorsunuz ki, biz bir hayır işe başlayacağız. İnşâallah kurmakla vazîfelendirildiğimiz bu şehir, son zamanlarda çok faydalı olacak. Bilhassa sonradan gelenlere çok menfaatli olsa gerektir. Fakat şakî ve din bilgisinden mahrum olanların âkıbeti kötüdür." buyurdu. 
Allahü teâlânın yardımıyla halka büyük bir zevk ve coşkunluk geldi. Ustalar, marangozlar, demirciler, arabacılar ve işçilerin hepsi hizmete hazır olup, Hârun Velî'nin emir ve işâretini bekliyordu. Hârun Velî önce Ulukapı, Pazar kapısı ve Evliyâ kapısının yapılmasını emretti. Ulu kapının yapımına Akça Baba, Pazar kapısının yapımına Nasipli Baba, Evliyâ kapısının yapımına da Haydar Baba nezâret ediyordu. 
Halk canla başla kırk gün çalıştıktan sonra, Hârun Velî bir müddet inşâatı paydos etmelerini istedi. İnşâata birkaç gün ara verildi. Hârun Velî yapılan kalenin etrâfını gezdi. Daha sonra inşâata tekrar başlanıldı. Kale burçları bir hayli yükseldiği sırada kaldırılamayan taşlar için Hârun Velî'den yardım istiyorlardı. O da; 
"- Ey taş kalk!" deyince taş kalkıp istenilen yere konardı. Çalışanlardan herhangi birinin bir yeri taş ve kireçten yara olsa veya incindiğinde Hârun Velî orayı sıvazlayınca, Allahü teâlânın izni ile iyi olurdu. Böylece Seydişehir, Harun Veli Hazretleri'nin himmetiyle kuruldu.
Seyyid Harun Veli Hazretleri 1320’de vefat etti ve buraya defnedildi.
Ali Kuşçu İ slam aleminin büyük astronomu ve kelam alimi. İsmi, Alaüddin Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, ünlü Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Beyin kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, 15. yüzyılın başlarında Semerkant’ta doğduğu kabul edilmektedir.

Uluğ Beyin hükümdarlığı sırasında Semerkant’ta ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta matematik ve astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik dersleri aldı. Bu büyük alimlerden aldığı ilimlerle yetinmeyip daha fazlasını öğrenme arzu ve isteği ile kimseye haber vermeden sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman’a gitti.

Kirman’da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimler üzerinde çalışmalara devam edip, burada Hallü Eşkal-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risaleyi ve 'Şerh-i Tecrid' adlı eserini hazırladı. Kirman’dan tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, 'Zic-i Uluğ Bey'in hazırlanması çalışmalarına katıldı. Kadızade Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür tayin edildi.
Uluğ Beyin öldürülmesinden sonra Semerkant Medresesindeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek Semerkant’tan ayrılıp Tebriz’e, bir müddet sonra da, Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, onun değerli bir ilim adamı olduğunu kısa bir görüşmeden sonra anladı ve ondan Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Bu teklif üzerine Ali Kuşçu elçilik vazifesini tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a geldi. İlim adamlarına çok büyük ilgi ve hürmet gösteren Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’ya bu ikinci yolculuğu sırasında her konak menzili için bir altın hediye vermiştir.

Ali Kuşçu İstanbul’a geldikten sonra, Ayasofya Medresesine müderris tayin edildi. Fatih, Ali Kuşçu’ya bu görevi yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük vazifesini de verdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur alimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu’nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler.

Ali Kuşçu, yalnız telif eserleri ile değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan alemini aydınlatan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan Kabristanına defnedildi.

Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bazıları şunlardır:

Risale fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi). 1457 yılında Semerkant’ta Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı mühendishanesinde 19. asır başlarında ders kitabı olarak okutulmuştur.

Risale fi’l-Fethiyye (Fetih Risalesi): Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle Arabi’ye çevrilmişidir. Bu eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, 23°30'17" olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise 23°27' dır. Bu iki değer arasında küçük fark, Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar.

Risale fi’l-Hesap: Matematik kitabıdır.

Risale fi’l-Muhammediyye: Cebir ve hesap konularından bahseder. Eserin son sahifesinde Ali Kuşçu’nun kendi el yazısıyla bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.

Bunlardan başka Uluğ Bey Zici’ne yazdığı şerh çok kıymetli ve en mühim eseridir.
Behaeddin Veled (Sultan-Ül Ulema) A llahü tealanın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden, hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası. Resulullah efendimizin birinci halifesi olan Ebu Bekr-i Sıddik'ın soyundan gelmektedir. Annesi Harezmşah sultanlarından Alaüddin Muhammed Harezmşah’ın kızıdır. İki yaşındayken babası vefat ettiğinden yetim kalmıştı. İlimde ve tasavvufta yetiştikten sonra, Belh şehrinde pek tanındı ve sevildi. Necmeddin-i Kübra’nın  talebelerindendir. Seçkin ve büyüklerden oldu.

Halkın kendisine gösterdiği halis saygı ve hürmeti çekemeyen Muhammed Şah Harezmi yüzünden önce Bağdat sonra Şam daha sonra da Konya’ya hicret etti. Fazilet ve üstünlükleri, her yerde hürmet ve sevgi ile karşılanmasına sebeb oldu. 1228 tarihinde Konya’da vefat etti. Orada, oğlu hazret-i Mevlana ve torunu Behaeddin Veled ile beraber Mevlana türbesinde medfundur.
Hazret-i Behaeddin Veled’in çeşitli kitaplarda hayatı, üstün ahlakı, yaşayışı, hizmetleri ve kerametleri uzun yazılıdır. Bunlardan bir tanesi:
Belh’de bulundukları sırada, bir gece Belh şehrinin ileri gelen ve Behaeddin Veled’e itiraz eden alimlerinden üç yüzü hep birden bir rüya görürler: Bir sahrada kurulan ulu bir çadırın ortasında Allahü tealanın sevgilisi Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı ile oturmaktayken, Behaeddin Veled Belhi, son derece edep ve hürmetle çadıra girer, selam verir. Resulullah efendimiz Behaeddin Veled’e iltifat buyurarak sağ yanlarına oturtur ve orada bulunanlara: “Bugünden itibaren Behaeddin Veled’e Sultan-ül-Ulema (Alimlerin Sultanı) deyiniz ve öyle hitab ediniz.” buyururlar.
Sabah olunca rüyayı gören alimler Behaeddin Veled'in medresesine gitmişler. Daha gelenler rüyalarını anlatmadan, Behaeddin hazretleri, gördükleri rüyayı aynen anlatır. Bunun üzerine oradakiler; “Allahü teala ve Resulü şahittir ve biz de şahidiz ki, sen Sultan-ül Ulemasın. Bundan böyle bu isim ile tanınacaksın.” demişlerdir. O günden sonra Behaeddin Veled hazretleri (kuddise sirruh) bu namı ile tanındı. Ve Sultan-ül Ulema diye imza kullandı. Bu menkıbe, üstünlüklerini ifade etmeye kafidir.
Ali Gav Sultan On birinci asırda yaşamış gâzi ve mücâhid Horasan şeyhlerden .Türkler, on birinci asrın başlarından îtibâren Anadolu'ya aşırı bir şekilde akınlar yapmaya başlamışlardı. Bu akınlar Malazgirt Zaferinin ön hazırlıkları mâhiyetinde idi. 
Mücâhid gâziler ve şeyhler önderliğinde harekete geçen Selçuklu Türkleri, gönül verdikleri İslâm dînini yaymağa ve çoğalan nüfûsa yeni yerleşim yerleri aramaya çalışıyorlardı. Bilhassa Afşin Bey idâresindeki Türklerin yiğitlik, alplik, mertlik, cesâret ve muhâripliğinin yanısıra, İslâmın cihâd rûhu ve emri ile hareket etmeleri, Rumları müthiş bir bozguna uğrattı.

Bu cihat hareketi esnâsında Afşin Beyin kuvvetleri arasında dikkati çeken bir kişi vardı; Derviş Ali. Bu zât, Afşin Bey kumandası altındaki kuvvetlerin mânevî komutanı ve fetihlerin mânevî fâtihidir. Hiç bir ânını boşa geçirmek istemez, her nefesini, Allahü teâlânın dînini yaymak için sarfederdi. Gâzileri devamlı cihâd etmeğe ve İslâmiyeti yaymağa teşvik ederdi. Fırsat buldukça da İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmekle meşgûl olurdu.
Gönülleri cihâd aşkı ile tutuşan gâziler, Gaziantep, Haleb ve Antakya bölgesinde uğramadık yer bırakmadılar. Nihâyet 1068 yılında Konya kuşatma altına alındı. Günlerce süren muhâsaraya rağmen şehir, bir türlü düşürülemedi. Ordu komutanı şehri kuşatan duvarları savaş yoluyla aşamayacağını anlayınca, harp meclisini toplayarak ne yapılması gerektiğini sordu. Bu gibi durumlarda gâzi şeyhlerin sözlerine çok îtibâr edilirdi. Meclistekiler, Şeyh Ali'ye bakarak onun konuşmasını beklediler. Şeyh Ali kısa bir murâkabeye, düşünceye daldıktan sonra;
"- Ordumuz kuşatmayı kaldırıyormuş gibi geri çekilsin ve gizlenelim, sonra gizlice kaleye girmenin çâresini araştırırız." dedi. 
Bu teklif, emirler tarafından beğenildi. Selçuklu kuvvetleri dağınık bir şekilde çekilmeye başladılar. Selçukluların çevreden tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim olmadan kuşatmayı atlatmanın sevincine kapılan şehir halkı, birkaç gün sonra normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler normal seyrine döndü.
Halk şehir içinde olduğu gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş bulunan Şeyh Ali de karıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi.

Şeyh Ali'nin her türlü tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan askerler, nöbetçileri de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta gecikmediler. İşte şehrin ele geçirilmesi sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bürünmesinden dolayı Ali Gav Sultan denildi. Gav, Farsçada öküz demektir. Yine Konya'da bulunan Ali Gav mahallesi bâzı târihî kayıtlarda Mahalle-i Post-pûş şeklinde geçmektedir. Böyle olunca bu mahallenin adı "Posta bürünenin, post örtünenin mahallesi" mânâsına gelmektedir.
Vefâtı hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmayan Ali Gav Sultan, Konya'da Akıncı mahallesi Tolaltı sokağındaki zâviyesinde medfundur.
İsa Yusuf Alptekin İsa Yusuf Alptekin, 1901 senesinde Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetinin Yenihisar nahiyesinde dünyaya geldi. Eğitim hayatını dinî medreselerde tamamladıktan sonra takriben 20 yaşlarında, Çince bildiği için, Batı Türkistan’daki Milliyetçi Çin Konsoloslukları’nda görev yaptı. Hatıralarının 1. kısmını meydana getiren Esir Doğu Türkistan İçin (doğumundan 1949 yılında Komünist Çin istilasının başladığı devreye kadarki kısmını ihtiva etmektedir) adlı eserde hayatının bu devrelerine ait bilgileri teferruatlı bir şekilde bulmak mümkündür.     1932 senesine kadar Batı Türkistan’da görev yapan Alptekin, görev yapmış olduğu süre zarfında SSCB’nin Batı Türkistan Türkleri’ne karşı giriştiği insanlık dışı siyasetini bizzat yerinde müşahede etti. Burada çok sayıda Batı Türkistanlı münevverle tanışıp ahbap oldu. Bu dostlarının: “SSCB bağımsızlık vaadiyle bizi aldattı. Şimdi de Doğu Türkistan Türklerini aldatıp, kendi hâkimiyetine almak istiyor. Siz Doğu Türkistan Türklerini, Bolşeviklerin bu tatlı vaatlerine kanmamaları için ikaz edin. Bugünkü şartlarda Doğu Türkistan Türklerinin Çin’den kurtarılması mümkün, lâkin Batı Türkistan’ı kendi pençesi altında tutan SSCB, Doğu Türkistan’da bağımsız bir devletin kurulmasına aslâ tahammül bile edemez. Bu sebeple siz bu aşamada Milliyetçi Çin’den tamamen ayrılmadan Doğu Türkistan için âli muhtariyet talep edecek bir yol takip edin. Bizim meselelerimizi de dünya kamuoyuna duyurmaya gayret edin” gibi telkinlerin ömrü hayatı boyunca etkisinde kaldı ve bu minval üzere bir siyaset takip etti.İkazlar Haklı Çıktı…
     İsa Yusuf Alptekin, Batı Türkistan’da görev yaptığı sırada Doğu Türkistan’da Milliyetçi Çin’e karşı geniş bir ayaklanma patlak verir. Bu ayaklama neticesinde 12 Kasım 1933 tarihinde Kaşgar’da Bağımsız Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edilir. Bu fırsattan istifade etmekte gecikmeyen SSCB, Doğu Türkistan’a asker sevkine başlar ve ülke idaresini inisiyatifine almaya gayret eder. Bu olay da daha evvel Batı Türkistanlı münevverlerin İsa Yusuf Alptekin’e yaptıkları ikazların doğruluğunu ortaya koymaktadır.    Yaşadığı tecrübeleri bundan sonraki hayatında ülkesi ve milletinin bağımsızlığı, halkının refah düzeyinin yükseltilmesi ve şuurlanması için kullanma gayreti içerisinde olan Alptekin, Milliyetçi Çin’in o dönemdeki başkenti Nankin’e gider. Burada Mesut Sabri Baykozi ile daha sonra kendilerine iştirak eden Mehmet Emin Buğra ve Doğu Türkistanlı milletperverlerle birlikte 1932–1946 yılları arasında “Altay” ve “Tiyanşan” adlı dergileri çıkarırlar. Bu gaye ile hayat mücadelesine bir taraftan SSCB’yi Batı Türkistan’dan çıkarmak, Milliyetçi Çin’den Doğu Türkistan için âli muhtariyet alabilmek ve diğer taraftan da Batı ve Doğu Türkistan’ın problemlerini dünya kamuoyuna duyurabilmek için mücadeleye girişir.    Hatıratının 1. kısmında bütün teferruatıyla öğrendiğimiz bu olaylar arasında 1944 yılında Doğu Türkistan’ın İli (Gulca) şehrinde SSCB’nin de desteğiyle Milliyetçi Çin idaresine karşı bir ayaklamanın daha çıktığını görüyoruz. SSCB’nin İli’deki tesirini zayıflatmak gayesiyle Milliyetçi Çin Hükümeti, Doğu Türkistan’ın dâhilî idaresini mahallî idarecilere devretmek zorunda kalır. 1947 senesinde Doğu Türkistan’da yapılan mahallî seçimler sırasında İsa Yusuf Alptekin kurulan hükümetin “Genel Sekreterliği”ne getirilir. Vatanına bu suretle dönmüş olan Alptekin “Altay Neşriyat Evi”ni kurar ve “Erk” adı altında bir de gazete çıkarır. Bu neşriyatlar vasıtasıyla ırkdaşlarının şuurlanmasına gayret eder.    Doğu Türkistan’ın 1949 yılında Komünist Çin tarafından tekrar istila ve işgali üzerine Hindistan’a iltica etmek zorunda kalan İsa Yusuf Alptekin’in bundan sonraki hayatının 1980 yılına kadarki bölümünü “Esir Doğu Türkistan İçin–2” adlı eserde teferruatıyla bulmanız mümkündür. Hâtırâtının 1949 senesine kadar olan kısmı Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi tarafından 1985 yılında neşredilmiş olup, M. Ali Taşçı tarafından derlenmiştir.Mücadeleye Türkiye’den Devam… 
    1955 yılında Türkiye’ye yerleşen Alptekin burada da Türkiyeli ve Doğu Türkistanlı yurttaşlarının maddî ve manevî destekleriyle Batı ve Doğu Türkistan davasını Türk ve Dünya kamuoyuna duyurma gayretinden geri durmaz.    1970 senesine kadar 3 defa dünya seyahati yapan Alptekin bu seyahatlerinde pek çok memleket dolaşır. Seyahatlerinde pek çok kral, devlet ve hükümet başkanlarıyla mütalaalarda bulunur. Başta Asya-Afrika Konferansı, Dünya İslam Birliği ve Dünya İslam Kongresi olmak üzere pek çok uluslararası konferanslara iştirak eder. Bu dönemde yukarıda ifade ettiğimiz “Esir Doğu Türkistan İçin; Doğu Türkistan Türkleri İnsanlıktan Yardım İstiyor ve Doğu Türkistan Davası” adlı eserlerin de sahibi olan Alptekin’in Türk ve yabancı basında pek çok yazıları yayınlanır.    İsa Yusuf Alptekin bu mücadelesi sırasında çocuklarını da: “Bir Doğu Türkistanlı olarak Doğu Türkistan davası, bir Türk olarak Türklük davası, bir Müslüman olarak İslam davası ve bir insan olarak insanlık davası için hizmet edin” telkinleriyle yetiştirme gayretinde oldu. Doğu Türkistan’ın bir müstemleke olarak kalmasını hazmedemeyen Alptekin’in hayatındaki en büyük tesellisinin ise Batı Türkistan’ın bağımsızlığına kavuştuğunu görmüş olmasıdır. Ömrü hayatında, yaşamış olduğu bütün olumsuzluklara rağmen o mümtaz şahsiyet hiçbir zaman Doğu Türkistan’ın bağımsızlığına olan inancını kaybetmemiştir.Fedakârlığın Zirvesindeydi…
    Bir lideri veya büyük bir dava adamını sönmez bir meşale hâline getiren kuvvet hiç şüphesiz fedakârlığı ve irade gücü olsa gerek. 17 Kasım 1995 tarihinde İstanbul’da vefat eden İsa Yusuf Alptekin’i en veciz bir şekilde tarif etmek gerekirse; fedakâr ve bir o nispette de vatanperver bir ruh ve bitip tükenmeyen irade gücü.    Hayatını bu minval üzere yaşamış olan Alptekin, işgal edilmiş olan vatanının hürriyeti pahasına evladının ölümünü göze alacak kadar fedakâr, aynı zamanda birçok insanın tahammül edemeyeceği sıkıntılara rağmen mücadelesinden taviz vermeyecek kadar da sağlam bir irâde gücünün birleştiği bir insan. Bu beli bükülmez irade sayesinde olacak ki, uğradığı tenkitlerden yılmayan, maruz kaldığı tehditlerden korkmayan, kendisine yapılan teklifleri elinin tersiyle bir saniye bile olsun düşünmeden reddeden, uğruna canını hatta canından daha fazla değer verdiği ailesini bile fedâ eden, buna karşılık “Haklı Doğu Türkistan Davası”ndan zerre kadar taviz vermeyen mümtaz bir şahsiyet.    Bu mümtaz şahsiyetin hayatı incelendiğinde bir özelliği ön plana çıkar ki o da, hiçbir zaman maddî bir hesap içinde olmamasıdır. Evlatlarıyla görüştüğümde kendisinin ömr-ü hayatı boyunca ağzından fâni dünyaya dâir bir kelimenin dahi telaffuz edilmediğini öğrendiğimde hayranlığım bir kat daha artmıştı. Vatanının bağımsızlığı için elini taşın altına koymayı erdemlik addeden Alptekin, sadece Haklı Doğu Türkistan Davası ile değil aynı zamanda esaret altında inim inim inleyen mazlum Müslüman-Türk Halklarının da istiklal meseleleriyle geçen bir ömür tüketmiştir.Diğer Dava Arkadaşları
     Her milletin tarihinde mümtaz şahsiyetler vardır. Mümtaz şahsiyetleri bu mevkie yükselten değerlerin başında, mensup olduğu milletinin geleceğine yön veren mühim işleri sabır, metanet ve fedakârlıkla ifâ etmeleri gelir. XX. yüzyıl Doğu Türkistan tarihine damga vuran bu mümtaz şahsiyetler arasında Mehmet Emin Buğra, Mesut Sabri Baykozi, Osman Batur, Mahmut Muhiti ve kardeşleri ile Hoca Niyaz Hacım’ı sayabiliriz. İşte bunlar arasında bir diğeri de hatıralarını yayına hazırladığımız İsa Yusuf Alptekin gelmektedir ki, Doğu Türkistan’ın haklı hür yaşama davasına büyük hizmetleri geçmiştir. Ülkesi Doğu Türkistan’ı Çin, Rus ve komünist akımlarının etkisine düşmekten kurtarmak gayesiyle genç Doğu Türkistanlıların gönüllerine Türk olma şuurunu aşılamayı vazife addeden bir şahsiyet. Millî bütünlüğü temin etmenin yolunun ancak milliyetçilik fikri etrafında toplanmak ve yüce dinimiz İslamiyet’e sımsıkı sarılmak suretiyle gerçekleştirilebileceğini, dolayısıyla istiklal mücadelesinin millî şuur ve güçlü maneviyatla birlik ve beraberlik içinde olmak kaydıyla kazanılabileceğini savunmuştur.Dinimiz İslam, Milliyetimiz Türk, Vatanımız Doğu Türkistan!
    İsa Yusuf Alptekin ve mücadele arkadaşları gazete ve dergiler yayınlamak, talebe okutmak, sosyal ve siyasî faaliyetleri yapmaktan hiç bıkmamış, bu faaliyetlerinden dolayı başta Çinliler ve Ruslar olmak üzere onların uzantıları tarafından “Pantürkist” olarak suçlanmışlardır.    İsa Yusuf Alptekin, hayatı boyunca üç şiarı gerçekleştirmenin mücadelesini vermiştir ki bunları çıkarmış olduğu Erk Gazetesi’nin sağ üst köşesinde klişeleşmiş olarak görmekteyiz: “Dinimiz İslam, Milliyetimiz Türk, Vatanımız Doğu Türkistan”. İsa Yusuf Alptekin’in mücadelesini anlayabilmenin yolu Alptekin’in hayat mücadelesini her noktasıyla okuyup öğrenmekten geçer.Kadirbilmezlik ve “Çin Ajanı” İthamları!
    Üzülerek bir tespitimizi ifade edecek olursak; insanlık ve Doğu Türkistanlılık adına esef verici durum, vatanının Çin istilasından kurtulması, fiiliyattaki mezalimi dünya kamuoyuna duyurabilmek için bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan maddî ve manevî fedakârlıklardan kaçınmadan çalışıp didinen İsa Yusuf Alptekin ve mücadele arkadaşlarının yaptıkları hizmetin yaşarken veya öldükten sonra kadir bilmezliğe maruz kalmasıdır. Maalesef bu durum tarihte hep bu minvalde olmuştur. Tarih boyunca vatan ve milletine samimiyetle, özveriyle ve ihlâsla hizmet veren millî liderlerin kaderi bu olagelmiştir.    Yorulmak bilmeyen büyük milliyetçi İsa Yusuf Alptekin, diplomatik pasaport taşıyan normal bir diplomatın bile, normal şartlar altında başaramayacağı çok önemli işlerin üstesinden gelmeye muvaffak oldu. Bunun bir tek sırrı olsa da, Alptekin’in şahsî heves ve rahatından vazgeçerek, insanüstü bir gayret, metânet ve sabırla çalışması, aynı zamanda kendi ruhî ve manevî gıdasını millî dâvâsı uğrunda elde ettiği ve edeceği müstakbel zaferinin ebedî hazzından alarak hareket etmesi geliyordu.     Doğuştan milliyetçi Alptekin, kendisinin malî durumu o kadar müşkül bir vaziyette olduğu halde, görüştüğü yerlerde bundan hiçbir şey öne sürmüyordu ve şahsî hiçbir hedefi de yoktu. İlk ve son sözü “Türkistan” ve “Türklük” oluyordu. Bunları okuyup öğrendikten sonra kendisine atfedilen “Çin ajanıydı” ithamına karşı insanın; “Keşke bütün Çin ajanları İsa Yusuf Alptekin kadar Doğu Türkistan davasına hizmet edebilseler” demesi geçiyor. 
    Ruhun şâd, mekânın cennet olsun…
Emîr Sultan Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşayan büyük velî. İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn'dir. Babasının adı Ali'dir. 1368 senesinde Buhârâ'da doğdu. Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona, Buhârâ'da doğduğu için Muhammed Buhârî, Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da Emîr Sultan denilmiştir.
Emîr Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra bir müddet Buhârâ'da kaldı. Sonra aldığı ilâhî emîr üzerine Mekke'ye gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra Medîne'ye geçti. Niyeti, ceddi Resûlullah efendimizin mübârek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.
Medîne'ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sultan'ı yanlarına almak istemediler. Emîr Sultan onlara;
"- Ben de seyyidim."
dedi ise de dinlemediler. Hattâ;
 
"- Senin seyyid olduğunu burada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu." dediler. Emîr Sultan onlara;

"- Ben de burada, Allah'ın garib bir kuluyum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi Resûlullah efendimizin türbesine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap verirse, onun nesebinin sahîh olduğu belli olsun." dedi.

Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine dönerek;

"- Esselâmü aleyke yâ ceddî!"
dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle;

"- Esselâmü aleyke, yâ ceddî!" dedi. Resûl-i ekrem mübârek sesiyle;

"- Ve aleyküm selâm, yâ veledî!"
diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında büyük bir mahcûbiyet duydular ve af dilediler.

Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona;
"- Ey Oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed'in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. 
Emîr Sultan uykudan uyanınca; 
"Demek ki takdîr-i ilâhî böyle." diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali'nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.
Emîr Sultan hazretleri Bursa'ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında Üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında durdu. Böylece Emîr Sultan Bursa'ya yerleşti.
Emîr Sultan 1430 senesinde Bursa'da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yıkayıp, cenâze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret ile Bursa'ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenâze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa'nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.
Seyyid Mahmûd Çağırgan Türkistan'dan Anadolu'ya gelip insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan velîlerden. 1422-1518 yılları arasında yaşadığı ve 96 yaşında vefât ettiği tahmin edilmektedir.

Yavuz Sultan Selîm Han, Trabzon vâliliği sırasında sık sık Seyyid Mahmûd Çağırgan hazretlerini ziyaret edip derslerine katılmış ve bu kıymetli velî için bir çok yeri vakıf olarak bırakmıştır.

Fatih Sultan Mehmet Han Otlukbeli savaşına giderken Alucra'nın Boyluca (Zun) köyünün yakınlarından geçerken ordusu ile birlikte istirahata çekilirler.
Bu esnada Fatih Sultan Mehmed Han buyururlar ki

"- Burada bizden hiçbir Allah'ın kulu yok mu?" der. bunun üzerine piri fani bir ihtiyar elinde bir sepet ile,

"- Padişahım size ve ordunuza peksimet ve azık getirdim" der.

Cennet mekân padişah tebessüm ederek muhterem dede bize bu yetmez belli ki sende ihtiyaç sahibisin var git yoluna çoluk çocuğunla ye, nafakalan der. Bunun üzerine o yaşlı zat yani Seyyid Mahmud Çağırgan-ı Veli Hz.

"- Biz evladı Resuldeniz buraya da vazifeli olarak geldik sen hele şunu bir orduna dağıt" der.

O büyük mürşidin kerameti ile bir sepet peksimet bütün orduya yeter ve artar. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Hazretleri, o bölgeyi bu zata vakfeder. O bölgenin ismi de o kerameti hatırlatan peksimet tepesi olarak anıla gelir. Bu bölgede "Peksimet tepesi vakfiyesi" arşivlerde mevcuttur.
Günümüzde ziyâretçisi eksik olmayan Seyyid Mahmûd Çağırgan hazretlerinin kabri, Giresun-Alucra'ya bağlı Boyluca köyündedir.
Elvân Çelebi
On dördüncü asırda yaşamış Anadolu velîlerinden ve şâir. İsmi Elvân bin Ali'dir. Babası meşhur şâir, târihçi Âşık Paşadır.  Kabri, Çorum Mecidözü, Elvân Çelebi köyündeki zâviyesinin yanındadır.

Elvân Çelebinin mensub olduğu âile, on üçüncü asrın ilk yarısında Moğol istilâsı sebebiyle Türkistan'dan Anadolu'ya gelmiş ve Anadolu'da önemli bir nüfuz kazanmıştır. Elvân Çelebi, ömrünün çoğunu Çorum-Mecidözü arasında kendi ismiyle anılan Elvân Çelebi köyünde geçirmiştir. Burada daha önceden dedesi Muhlis Paşa yerleşmiştir.
Dedesi Muhlis Paşa da babası Baba İlyas Horasânî (Şücâüddîn Ebi'l-Bekâ)'nin kabrinin bulunduğu Ellez (Eski Çat, İlyas) köyünde kabri üzerine bir türbe yaptırmıştır. Bu köye yerleşip, talebeleri ile birlikte orada evler yaptırıp, çiftçilik ile meşgul olmuştur. Vefât edince de bu köyde defnedilmiştir. Elvân Çelebi de babası Âşık Paşanın izniyle bu köye yerleşti. Câmi, zâviye, türbe ve hamam yaptırdı. Bu köye yerleşmesi sebebiyle köyün ismi de Elvân Çelebi olarak anıldı.
Elvân Çelebi, babası ve dedesi gibi meşhur bir velî idi. Tasavvufta babasının önde gelen talebesi ve halîfesi Şeyhülislâm Fahrüddîn'den ders alarak yetişti. Babasının vefâtından sonra da onun yerine geçip insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirerek onların doğru yola girmeleri ile meşgul oldu.
Elvân Çelebi'nin "Menâkıb-ül-Kudsiyye fî Menâsıb-il-Ünsiyye" adlı manzum eseri, târihi ve edebî değer taşıyan mühim bir eserdir. Ecdâdının hayât ve menkıbelerini anlatan bu eserinde bâzı târihî hâdiselere de ışık tutmaktadır. Bu eserin yazma nüshası 1957 senesinde bulunmuştur. Konya Mevlânâ Müzesi kitaplığında muhâfaza edilmektedir.
Pîrî Baba
Ahmed Yesevî Hazretleri'nin Türkistan'dan Anadolu’ya İslamiyeti yaymak için gönderdiği altı halifesinden birisi. Merzifon’a yerleşip kurduğu zaviyede uzun yıllar İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmıştır. Zaviyesinden günümüze sadece camisi kalmıştır. Türbesi de Nusratiye mahallesi Muammer Kavlak sokaktaki camisinin karşısında olup, ziyaret edilmektedir. Kitabesinde: 
İmam Musa’yı Kazım evladı Seyyid Mehmed Piri Dede Baba Horasan'da 1241 tarihinde doğmuş. 1282 de Anadolu'ya gelmiş. 1341  de vefat etmiştir, diye yazmaktadır.
Hakkındaki bilgiler daha ziyade menkıbelere dayanan Piri Baba, Horasan'dan gelmesi sebebiyle Horasani Dede olarak da anılır. Marıncalı olduğu da rivayet edilen Piri Baba memleketteki ayakkabıcıların piri sayılır. Küçük yaşta ayakkabıcı çırağı olarak çalışmaya başlayan Piri Babanın ustası hacca gider. Ustanın hanımı usta hacda iken helva yapar, çırağa da bir tabak helva verir. Çırak: "- Yenge ustam bunu çok severdi. Bir tabak daha ver de ustama da götüreyim" der. Hanım: 
"- Galiba çocuğun canı daha helva istiyor"
diye düşünerek:
"- Al bunu da ustana götür" der. Usta Hac esnasında tavaf ederken eline bir bakır kap içinde helva gelir. Bu olaya şaşıran usta helvayı yedikten sonra kabı saklıyarak memlekete getirir. Hanımına bu olayı anlatınca hanımı hayretler içinde kalarak başından geçen olayı anlatır. O günden sonra ustası bu çocuğa özel bir hürmet göstererek ayakkabıcı ustası yapar.Halk arasında sıkça anılan bir ilahide:
Yükseklerde olur yaba Savururlar kaba kaba Merzifonda Piri Baba Mevlam şu taşa bir can ver
Şeklinde adının da geçmesinden yörede ününün nasıl yaygın olduğu da anlaşılmaktadır.
Molla Arab
Molla Arab'ın dedesi Türkistanlı olup, büyük âlim Teftazânî hazretlerinin talebelerindendi. Türkistan'dan gelip Antakya'ya yerleşti. Babası da âlim ve sâlih bir zat olup, oğlu Muhammed Efendinin tahsîli ve yetişmesi ile çok ilgilendi. Küçük yaşta tahsîle başlayan Molla Arab, Kur'ân-ı kerîm ile Kenz ve Şâtibî gibi bâzı eserleri ezberledi. Fıkıh ilmini fazîlet sâhibi babasından, usûl-i fıkıh, kırâat ve Arabî ilimleri, amcaları Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmed gibi âlimlerden öğrendi.

Hocalarının feyz ve bereketleriyle, ilimde üstün bir dereceye yükseldi. Daha sonra Tebriz diyârına gitti. Birkaç yıl kalıp, Tebrizli Mevlân Mürîd'den ilim öğrendi. Sonra Antakya'ya döndü. Haleb ve Kudüs'deki âlimlerle görüştü. Bilgisini çok artırdı. 

Gittiği yerlerde vâz ve nasîhat ederek İslâmiyeti anlattı. Fetvâ vererek insanların müşkillerini çözmeye çalıştı. Şöhreti her yere yayıldı. Hacca gitti. Bir müddet mücâvir olarak kaldı. Sonra Mısır'a gelip, İmâm-ı Süyûtî'nin derslerinde bulundu. Hadîs ilminde icâzet, diploma aldı. Vâz, ders ve fetvâ verdi. Mısır'daki Çerkez sultanlarından Kayıtbay, onun sohbetlerine katıldı ve vâzlarını dinledi. Ona çok hürmet etti ve sevgisi sebebiyle Mısır'dan ayrılmasına müsâade etmedi. Onu vâiz ve müftî tâyin etti. Molla Arab, fıkıh ilmine dâir Nihâyet-ül-Fürû adlı fıkıh kitabını yazıp, Sultana hediye etti. Herkesten hürmet ve saygı gördü. Arapçayı çok iyi bildiği için Molla Arap ismiyle meşhur oldu.
1495 senesinde Sultan Kayıtbay vefât edince, Molla Arab Bursa'ya gitti. Orada halk ve ileri gelenlerden çok hürmet gördü. Vâz edip, devamlı Allahü teâlânın emir ve yasaklarını  bildirdi. Halka, haram ve günahların öldürücü zehir olduğunu anlattı. Sonra İstanbul'a gitti. Burada da vâz, irşâd ve insanlara doğru yolu anlatmak ile meşgûl oldu. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Molla Arab'ın şöhretini işitip dersine geldi. Vâzını dinleyip, tesirli konuşmalarına hayran oldu. Çok defâ ziyâretine gelip, devletin bekâ ve devâmı için duâlarını taleb etti. 

Molla Arab, Peygamber efendimizin hayâtını ve güzel ahlâkını anlatan Tehzîb-üş-Şemâil ve tasavvufa dâir olan Hidâyet-ül-İbâd ilâ Sebîl-ir-Reşâd adlı eserlerini yazıp, Sultan Bâyezîd Hana hediye etti. Ayrıca Sultanın gazâ sevâbına kavuşmasını istedi. Kur'ân-ı kerîm'de, Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; 

"Müminlerden özür sâhibi olmaksızın cihaddan geri kalanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar bir olmazlar. Allah, mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı. Bununla berâber Allah, ikisine de Cennet'i vâdetmiştir. Fakat Allah, savaşanlara, oturanların üstünde pek büyük bir mükâfat vermiştir." buyrulduğu üzere, Sultanı gazâya teşvik etti.
Modon şehrinin fethine katıldı. Fetih sırasında konuşmalarıyla ve duâlarıyla askeri coşturdu. Kaleye ilk giren mücâhidler arasında yer aldı. Gazâdan dönüşünde, İstanbul'da vâzlarına devâm etti. Vâzlarında küfür ehlinin, sapıkların ve tarîkatçı geçinen bozuk kimselerin kötülüklerini anlattı. Sonra çoluk-çocuğuyla Haleb'e gitti. Orada Çerkes beylerinden Hayr Beyden çok hürmet gördü. Hayr Bey onun bütün ihtiyâcını karşılamak istedi. Fakat o, takvâsından, hiç bir şeyini kabûl etmedi. 

Haleb'de üç yıl kadar vâz, hadîs ve tefsîr ile meşgûl oldu. Bid'at ehli ve bozuk fırkaların zararlarını anlattı. Safevîler ona çeşitli düşmanlıklarda bulunduklarından İstanbul'a döndü. Yavuz Sultan Selîm Hanı, şiirlerle cihâda teşvik ve tahrik eyledi. Bu maksadla Es-Sedad fî Fedâil-il-Cihâd kitabını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere vâz ederek cesâret verdi. 
Muhârebede duâ eder, Pâdişâh âmin derdi. Çaldıran seferinden sonra tekrar Anadolu'ya giden Molla Arab hazretleri, gittiği yerlerde halka vâz ve nasîhat etmeye devâm etti. Sarayköy ve Üsküp'te de on sene vâz ve nasîhat ederek, pek çok kimsenin hidâyetine sebeb oldu. 

Sarayköy'de bir câmi ve bir mescid, Üsküp'te bir mescid yaptırdı. 1526 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han ile de Engürüs seferine katılıp, zafer için yaptığı duâları kabûl oldu. Seferden sonra Bursa'ya gelip, çeşitli kitaplar yazdı. Kimyâ bilgisi de çoktu. Nafakasını ticâret yaparak kazanırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Hâfızası çok kuvvetliydi. Meşhûr altı hadîs kitâbındaki hadîs-i şerîfleri bilirdi. 

İlim ve fazîlette yüksek bir zât olan MollaArab hazretleri, gönül ehlindendi. Vâz ve nasîhatleriyle insanların gönüllerini feth ederdi. Uzaktan yakından gelen pekçok insan onun vâz ve sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Tefsîr ilminde bir deryâ, hadîs ilminde zamânında emsalsizdi. Cumâ günleri imâmın namazda okuduğu âyet-i kerîmeleri geniş tefsîr ederdi. Sîret-i Nebevî'yi bildiren Tehzîb-üş-Şemâil ve El-Mekâsıd fî Fedâil-il-Mesâcid adlı kitapları meşhûrdur.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatmakla geçiren Molla Arab hazretleri, Bursa'da büyük bir câmi inşâ ettirmeye başladı. Fakat bu câminin inşâatı tamamlanmadan 1532 senesinde vefât etti. Bursa'nın kıble tarafında bulunan Molla Arap mahallesinde yaptırdığı Molla Arab Câmiinin yakınında defnedildi. Molla Arab hazretlerinin ilim ve fazîlet sâhibi birçok evlâdı ve torunu onun neslini devâm ettirdiler.
Emîr-i Çin Şeyh Osman Efendi Şeyh Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden. Lakabı Şerefüddîn olup, babasının adı Muhammed'dir. Emirci Sultan adı ile de anılmaktadır. Doğum târihi bilinmemektedir. Ancak on ikinci asrın ortalarında doğduğu tahmin olunmaktadır. Kaynaklarda ecdâdının Veysel Karânî hazretlerinin sohbeti ile bereketlendiği ve duâsını aldıkları kaydedilmektedir. 1240 yılında Yozgat'ın Osmanpaşa nâhiyesinde vefât etti.
Doğumunda babası kendisine dört büyük halîfeden hazret-i Osman'ın adını koydu. Tahsil çağına geldiği zaman kendisinin de bağlı bulunduğu büyük velî Şeyh Ahmed Yesevî hazretlerinin yanına gönderdi. Küçük Osman bundan sonra Yesevî hazretlerinin yanından ayrılmadı. Dâimâ onun hizmetinde oldu. Mübârek sohbetlerinde bulunup dersleriyle yetişti. Tasavvuf makamlarında ilerledi. Talebelerinin en meşhurları arasında yer aldı. Kendisinde daha küçük yaştan hârikulâde haller ve kerâmetler görülmeye başlandı.
Bir kış günü talebelerine ders vermekte iken, Ahmed Yesevî hazretlerinin canı tâze üzüm yemek istedi. Bulup bulunamayacağını sordu. Talebeleri tâze üzüm bulmanın güçlüğünü hattâ mümkün olmadığını bildiklerinden sükût hâlinde kaldıkları sırada küçük Osman içeri girdi. Elinde tuttuğu bir salkım tâze üzümü hocası Ahmed Yesevî hazretlerine takdim etti. Hayret içerisinde kalan halîfeler çocuğa üzümü nerede bulduğunu sordularsa da, Yesevî hazretleri, bu sırrı kendilerinin bilmesi gerekmediğini söyledi.
Günlerden bir gün Ahmed Yesevî hazretlerinin hânekâhına Çin diyârından bir grup tüccar geldi. Şeyhin huzûruna çıkıp memleketlerinde o güne kadar görülmemiş korkunç bir ejderhanın türediğini ve küçük-büyük herkesi âciz bıraktığını arzederek kendilerini bu belâdan kurtarması için yardım istedi. Çin tüccarlarının perişan hallerine bakan Ahmed Yesevî hazretleri, talebelerine dönerek;
"- Ejderi öldürmeye hanginiz gider?" diye sordu. Hepsi de;

"- Emir sizindir." diye cevap verdilerse de az da olsa çekindikleri belli oluyordu. Şeyh Hazretleri düşünceye daldığı sırada Osman Efendi ileri atılarak müsâade ettikleri takdirde, bu iş için gidebileceğini söyledi. Şeyh hazretleri Osman'ın beline bir tahta kılıç kuşandırarak;
"- Cenâb-ı Hak yardımcın ve uğurun açık olsun." diye duâ ettikten sonra yolcu etti.

Halîfe Osman Çin'e doğru yola çıktıktan sonra içinde tahta kılıcın ejderhayı kesip kesmeyeceği husûsunda tereddüt hâsıl oldu. Onu güçlü bir şey üzerinde denediğinde keskin bir kılıçtan daha etkili olduğunu hayretle gördü. Hocasına olan derin îtimâdı bir kat daha arttı ve hiç endişe ve korku duymadan yoluna devâm etti.
Çin diyârına vardığında ejderi bir nehir kenarında buldu. Tahta kılıcını çekip bir hamlede öldürdü. Bu hizmeti böylece îfâ eden Osman, tekrar Hâce Ahmed Yesevî'nin yanına geldi ve elini öptü. Şeyh hazretleri gazâsını tebrik ettikten sonra ejderi nasıl öldürdüğünü sordu. Osman olup bitenleri anlatınca Şeyh, ona, "Emîr-i Çin" lakabını verdi. Ahmed Yesevî hazretleri çok geçmeden Emîr-i Çin Osman'a icâzet, diploma verdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin 1194'te vefâtından sonra Emîr-i Çin Osman, Türkistan'da duramaz oldu. Gönlü hocasının ayrılığı ile yanıyordu. Bir müddet sonra 1204 yılında hocasının meşhur talebelerinden Avşar Baba, Şeyh Nusret, Gaygay Dede, Pîr Dede ve Pertev Sultan gibi o da İslâmiyeti yaymak gâyesiyle Rum diyarına doğru yola çıktı. Talebesi İmad Sultanla birlikte günlerce yol alıp, Anadolu'ya geldi ve Keykavus Kalesi yakınlarında konakladı. O gece rüyâsında şeyhi Ahmed Yesevî hazretlerini gördü.Şeyhi ona;
"- Bu yakınlarda bir köy vardır, halkı, gelip geçen misâfir yolcuları öldürür. Onların irşâdını, yetişmesini sana vazîfe verdim." buyurdu.
Ertesi sabah Emîr-i Çin Osman hazretleri İmad Sultanla birlikte söz konusu köye varıp misâfir oldular. Şeyh Osman, yanlarına toplanan ahâliye, kendilerini de öteki yolcular gibi öldürüp öldürmeyeceklerini sordu. Halk bu soru üzerine;
"- Sizi öldüreceğimizi de nereden çıkardınız?" deyince, Şeyh;

"- Öküzleriniz haber verdi." dedi. Bu cevap üzerine daha da şaşıran köylüler öküzlerin nasıl konuştuklarını görmek istediklerini söylediler. Şeyh Osman hazretleri hemen bir adam göndererek hayvanları getirtti ve onlara köy halkının misâfirleri öldürüp öldürmediklerini sordu. Öküzler, Allahü teâlânın kudretiyle lisana gelip;

"- Evet öldürüyorlar." cevâbını verdiler. Gördükleri manzaradan şaşkına dönen köy halkı ve Keykavus kalesi sâkinleri karşılaştıkları kimsenin mübârek bir zât olduğunu anlayıp onun telkini ile İslâmiyeti kabûl ettiler. Yanlış ve bozuk âdetlerinden vazgeçtiler. Emîr-i Çin Osman hazretleri de hocasının öğüdüne uyarak;
"- Keçikıran" adındaki bu köye yerleşti. Yaptırdığı zâviyede köylülere İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. O sıralarda Selçuklu vezirlerinden Osman Paşa adında bir zât, Sivas'a vâli tâyin edilmiş olup memuriyet yerine gitmekteydi. Keçikıran köyünden geçerken daha önceden burada oturduğunu duyduğu güzel ahlâkı ve kerâmetleriyle meşhur Şeyh hazretlerini görmek istedi.

Zâviyeye gelerek sohbetine dâhil oldu. Şeyhin fazîleti, bilgisi, tatlı ve rûhları cezbeden sözleriyle kendinden geçti. Sonra da bu mübârek kişinin sohbetinden istifâde etmenin kendisi için çok daha iyi olacağını düşünerek vazîfesine gitmekten vazgeçti. Bir istifâ mektubu yazarak hükümdâra yollayıp, Şeyhin talebelerinden oldu. Zâviye civarında bulunan birkaç köyü ve bir kısım arâziyi satın alarak buraya vakfetti. Tekkenin adı da o günden sonra Osman Paşa Tekkesi adı ile anılır oldu. Tekkede yıllarca talebe yetiştiren Emîr-i Çin Şeyh Osman hazretleri 1240 senesinde vefât etti. Kabri, tekkenin yanında yer alan türbesindedir. Yozgat'a bağlı Keçikıran köyü bugün Osmanpaşa nâhiyesi adıyla anılmaktadır.
Mevlana Celâleddîn-i Rûmî Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır.

Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Güney Türkistan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur.
Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır.

Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddisesirruh) buyuruyor ki:

 "Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur.

Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddisesirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab! buyuruyor.
Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.

Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri;

"- Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir." buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.

Mevlânâ hazretleri, ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın

"Gel, gel, her kim olursan ol gel!Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!" buyurduğu söylenmektedir.
Sarı Saltuk Türkistan taraflarından Anadolu’ya gelip İslâmiyetin yayılması için çalışan mücâhid Türk derviş ve erenlerinden. İsmi, Muhammed Buhârî’dir. Sarı Saltuk lakabıyla meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri kesin bilinmemekle birlikte on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır. Türbesi Babadağı'ndadır.
Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazretleri ve talebeleri Anadolu’ya gelen Türklere maddî ve mânevî yardımda bulundular. Yetiştirdikleri mümtaz insanlardan bâzılarını Anadolu’ya gönderdiler. Bunlar arasında Hacı Bektâş-ı Velî ve Sarı Saltuk lakabıyla tanınan Muhammed Buhârî de vardı.
Ahmed Yesevî hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî’den sonra Sarı Saltuk’u Horasan erenlerinden yedi yüz kişi ile ona imdâda gönderdi. Meşhûr tahta kılıcını Sarı Saltuk’un beline kuşatarak şu nasîhati verdi:

"- Saltuk Muhammed'im! Bektaş’ım seni Rûm’a göndersin. Var git. Leh 
diyârında Makedonya ve Dobruca’da yedi krallık yerde nâm ve şân sâhibi ol.”
Sarı Saltuk ve yanındaki yedi yüz mücâhid, gâzi, derviş Anadolu'ya geldiler. Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed Yesevî hazretlerinin emrine uyarak Sarı Saltuk’u Dobruca’ya gönderdi. Sarı Saltuk ve arkadaşları Bizans ucunda derviş gâzilerin öncülüğünü yaptılar. Gittikleri yerlerdeki yerli ahâlinin pekçoğu Sarı Saltuk ve arkadaşlarının güzel ahlâkını ve örnek yaşayışını görerek müslüman oldular.
Geldikti bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan,Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.

Sarı Saltuk, Sakarya boyundan hareketle Dobruca’ya geçerek Babadağını merkez edindi. Oğuznâmede; Sarı Saltuk’un 1263-1264 (H.662) senelerinde Dobruca Babadağı havâlisinde bulunan mücâhid dervişleri irşâd ve idâre ettiği bildirilmektedir.
Sarı Saltuk, güzel ahlâk ve kahramanlığıyla Batı Türkleri arasında efsâneleşti. Hamse sâhibi Şâir Nev’îzâde Atâî, "Kitâb-ı Nefehât-ül-Ezhâr der Cevâb-ı Mahzen-il-Esrâr"da ve "Kemâlpaşazâde Mohaçnâme"’sinde ondan bahsedip;

“Dobruca Kırı dedikleri yerde sâhib-i serîr-i vilâyet, tâcdâr-ı iklîm-i kerâmet, Sarı Saltuk Sultan’ın ki havârık-ı âdât-ı kâhire ve bevârık-ı kerâmât-ı bâhire ile zâhir olan emir-sûret, fakîr-sîret azizlerdendi.”
diyerek kerâmet sâhibi bir velî olduğunu bildirmektedir.
Türk hâkimiyetinin ulaştığı her yerde onun adına türbeler, makamlar, tekkeler yapılmıştır. Babadağındaki türbesi hakkında Evliyâ Çelebi şöyle demektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Kili ve Akkermân kalelerinin fethine çıktığında, Babadağına gelince; sâlih kimselerden bâzıları;
“- Pâdişâhım! Burada Sarı Saltuk adına nûrlu bir türbe 
vardı. Kâfirler yıkıp üzerine taş, toprak, çöp dökerek kabrini kaybettiler.” diye şikâyette bulundular. Sultan Bâyezîd-i Velî o mezbeleliğe gitti. Bir seccâde üzerinde Kara Şems (Şemseddîn Sivâsî) ile ikişer rekat namaz kılıp hakîkatı öğrenmek üzere o gece istihâreye yattı. Hemen Sarı Saltuk, sarı renkli sakallı ve yeşil sarığı ile görünüp;

“- Yâ Bâyezîd! Hoş geldin. Akkermân ve Kili kalelerini ve vilâyetlerini Boğdan kâfirleri elinden harp yapmadan fethedeceksin. Oğulların Mekke ve Medîne’ye hizmet edecek. Beni bu pislikten kurtar.”
dedi.

Sultan uyanınca; Kara Şems’e;

“- Efendi! Gördüğün rüyâyı bir kâğıda yaz. Ben de yazayım. Şeyhülislâma gönderelim. Bakalım ne cevap verir.” dedi.

Herbiri gördükleri istihâreyi yazıp mühürlü olarak şeyhülislâma gönderdiler. Allahü teâlânın hikmeti ikisinin de görüp anlattıkları rüyâ aynıydı. Şeyhülislâm hemen;

“- Padişâhım! O yere büyük bir türbe yaptırasın.” diye haber gönderdi. Sultan Bâyezîd Han, o yeri temizlettirdi. Temizlenirken üzerinde; “Hâzâ Kabr-i Saltuk Bey Seyyid Muhammed Gâzi” diye yazılmış bir mermer sanduka göründü. Mîmâr ve mühendisler toplanıp nûrlu bir türbe ve câmi ile diğer hayır yerlerinin inşâsına başladılar. Bâyezîd Han, Kili ve Akkerman kalelerini hakîkaten harpsiz fethedip, oraların fâtihi oldu. Zaferle Babadağına döndü. Bir sene orada kışladı. Etrâfı düzene koyup, Babadağı şehrini îmâr etti. Bütün hayır yerlerini Baba Sultan’a vakfetti.

Eviyâ Çelebi, burayı ziyâretten sonra kapısına;“Hazret-i Sultan Saltuk’u ziyâret eyledikÇok şükür şimdi görüp Hakk’a ibâdet eyledik.” beytini yazdığını haber vermektedir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han da 1538 senesindeki seferde onun Babadağındaki türbesini ziyâret edip hayır ve hasenâtta bulundu. Sarı Saltuk’un edebiyâtımızda da mühim yeri vardır. Hayâtı destânî şekilde de olsa Saltuknâme adındaki eserde geniş olarak ele alınmıştır. Kitabın ortaya çıkışında Cem Sultan’ın rolü pek büyüktür.

Fâtih Sultan Muhammed Han, Uzun Hasan üzerine sefere çıkarken Cem Sultan’ı Edirne’ye göndermişti. Edirne'den Babadağına geçen Cem Sultan, Sarı Saltuk’un menkıbelerini dinleyip, hayran kalmıştır. Bunun üzerine maiyyetinde bulunan Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’yi vazifelendirerek bu menkıbeleri derlemesini istemiştir. Müellif, Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşıp Saltuknâme’yi yedi senede üç cild hâlinde yazmıştır.
Hacı Bektâş-ı Velî O smanlı devletinin kurluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ, lakabı Bektâş'tır. Türkistan'ın Nişâbûr şehrinde 1281 (H. 680) senesinde doğdu. Hacı Bektâş-ı Velî'nin soyu hazret-i Ali'ye dayanır. 1338 (H.738) senesinde Kırşehir'e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacıbektaş ismi verildi.
Daha çocukken ilim öğrenmesi için âilesi tarafından Şeyh Lokmân-ı Perende'ye teslim edildi. Lokmân-ı Perende, Ahmed-i Yesevî hazretlerinin halîfelerinden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde çok derinleşmişti. Bektâş-ı Velî'nin daha çocukken birçok kerâmetleri görüldü. Bir gün Lokmân-ı Perende onun yanına girmiş ve odasını nur ile dolu görünce şaşırmıştır. Bu sırada; Bektâş-ı Velî'nin iki yanında, Kur'ân-ı kerîm okuyan iki nûrânî zât duruyordu. Lokmân-ı Perende onun yanına girince, bunlar kayboldu. Lokmân-ı Perende, Bektâş-ı Velî'ye onların kim olduğunu sordu. O da;
"- Birisi Server-i âlem efendimiz diğeri ise hazret-i Ali idi." cevâbını verdi.
Yine bir gün hocasından ders dinlerken, namaz vakti geldi. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su istedi. Bektâş-ı Velî hocasına;

"- Bir nazar etseniz de, su buradan aksa, dışarıya gitmeye gerek olmasa." dedi.

Hocası;

"- Benim kudretim bunu yapmaya yetmez." cevabını verdi. Bunun üzerine o sırada Bekâş-ı Velî, Allahü teâlâya duâ etti. Hocası da: 

"- Âmin" dedi. O anda medresenin ortasında latîf bir su çıkıp, kapıya doğru akmaya başladı. Pınarın başında renk renk çiçekler açtı.
Bu hâdiseden bir süre sonra, Lokmân-ı Perende hacca gitti. Arafât'ta kıbleye doğrudöndükleri esnâda, talebelerine;

"- Yârenler! Bugün Arefedir. Şimdi bizim evde yemekler pişirlir." dedi.

Bu söz, Allahü teâlânın kudretiyle, Bektâş-ı Velî'ye mâlum oldu. Tam o sırada hocasının evinde yemekler pişiyordu. Bektâş-ı Velî hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, bir anda hocasına sundu. Hocası Nişâbûr'a dönünce, onun bu kerâmetini herkese anlattı ve Hacı lakabını verdi. Bu esnâda Horasan'da bulunan âlimler, Lokmân-ı Perende'ye hac mübârekesine geldiklerinde, medresede akan suyu görünce şaşırdılar. Bunun sebebini sordular. Lokmân-ı Perende;

"- Bu kerâmet, Hacı Bektâş'ındır."
dedi. Sonra onun gösterdiği kerâmetlerini gelen âlimlere anlattı. Onlar bütün bunların bir çocuktan zuhûr etmesine şaştılar. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî, âlimlere;

"- Ben, Resûl-i ekremin soyundanım. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar, Allahü teâlânın bana bir ihsânıdır." dedi.

Hacı Bektâş-ı Velî, tahsilini tamamladıktansonra Anadolu'ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli taleeler yetşitiren Hacı Bektâş-ı Velî, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu'da dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahîlik teşkilâtı" ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri ve himmetleri oldu. Sultan Orhan zamânında teşkil edilen Yeniçeri ordusuna duâ ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Onlara İslâmiyetten ayrılmamalarını nasîhat etti.

Böylece Hacı Bektâş-ı Velî'yi kendilerine mânevî pîr olarak kabul eden Yeniçeri ordusu, mânevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî, asırlarca Yeniçeriliğin pîri, üstâdı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamânındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedâkâr oluşlarında, bu hâdiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin;
"- Allah, Allah! İllallah! Baş uryân, sîne püryân, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyân! Kulluğumuz pâdişâha ayân! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedî, Nûr-i Nebî, Kerem-i Ali... Pîrimiz, sultânımız Hacı Bektâş-ı Velî..." diyerek savaşa başlamaları, bunun mânidâr bir ifâdesidir.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin "Malâlât" adlı Arapça bir eseri vardır. Sonradan "nefes" adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler onun değildir.


Abdullah Kaşgari İ stanbul'da yıllarca ilim ve feyz yayan evliyâdan. 1688 yılında Doğu Türkistan'ın  Kaşgar şehrinde doğdu. İstanbul'a gelince Eyüb'e yerleşti. Bâlîzâde Abdülbâki Efendinin yaptırdığı dergahta talebe yetiştirip, insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı. Buradan, Nakşibendiyye yolunda olan Hacı Murtezâ Efendinin yaptırdığı bugün Kaşgari Dergahı diye bilinen Murtezâ Efendi Tekkesine tâyin edildi.

Burada on altı yıl talebe yetiştirdikten sonra 1760'da vefât etti. Dergahın avlusunda yapılan türbeye defnedildi.
Abdullah Kaşgari vefât edince, yerine oğlu Ubeydullah Efendi geçerek on sene müddetle hizmet etti.
Dediği Sultan Yaşadığını diyen ve söylediğini yaşayan, bu sebeple Dediği veya Didiği Sultan adları ile anılan büyük Hak dostu velî.  Türkistan'da Ahmed Yesevî neslinden gelen Şahoğulları sülâlesine mensuptur. Küçük yaştan îtibâren yüksek ecdâdının himmet ve tasarrufları ile yetişti. İlimde kemâl derecesine ulaştıktan sonra hocalarının işâreti ile diyâr-ı Rum'a, Anadolu'ya doğru yola çıktı. 
Bu sırada Turgud ve Bayburd adlarında iki kardeş de kendisine katıldı. Aylarca süren yolculuktan sonra Anadolu'ya yaklaştıkları esnâda, Dediği Sultan, iki kardeşe;

"- Burada yollarımız ayrılıyor. Siz Anadolu'ya doğru yolunuza devâm edin. Ben Hicaz'a gidiyorum. İnşâallah tekrar buluşuruz."
dedikten sonra onları Anadolu içlerine saldı. Kendisi Hicaz'a yöneldi. İnsanlara doğru yolu gösterecek mübârek irşâd görevine başlamadan önce Beytullah'ı tavâf ederek Fahr-i Kâinât efendimizi ziyâret etti.

Bu arada Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan âlimler ve evliyâların sohbetlerine katıldı. Bilhassa Hacı İbrâhim Sultanın derslerine katılarak ondan tasavvuf yolunu öğrendi. Tasavvufta kemâl mertebelere kavuştu. Sonra yola çıkarak Anadolu'ya gelip Beyşehir yakınındaki Melengörit Dağı eteğine çadır kurdu. İlim tâlibleri kısa bir süre sonra onun kıymetini anlayıp etrâfında geniş bir halka meydana getirdiler. Dediği Sultan talebelerine ders vermekle meşgûl iken yine Horasan'dan gelen büyük velî Seyyid Hârun hazretleri de Seydişehir'e gelip yerleşerek insanlara Ehl-i sünnet yolunu öğretmeye başlamıştı. Seyyid Hârun'un şöhretini duyan Dediği Sultan'ın talebeleri hocalarına gelerek:

"- Efendimiz Vervelid eline büyük bir velî gelmiş, çok çeşitli kerâmetleri zâhir olmuş, onun fazîlet ve şerefi halk arasında dillere destan olmuş, herkes ondan bahsediyor." dediler. 
Dediği Sultan hazretleri:

"- Öyle ise o mübârek zâtı ziyâret etmek bize borç oldu. Hemen onun ziyâretine gitmeliyiz." dedi. Yanına iki dervişini alıp yola çıktılar. Çiğil Dağına geldiklerinde önlerine bir ayı çıktı. Kendisine itâata geldiğini anlayan Dediği Sultan hayvana bindi. Dervişlerle berâber yürüdüler. Öte yandan bunların gelişi Seyyid Hârun'a mâlum oldu.
"- Dediği Sultan bir ayıya binmiş, bize geliyor. Gelin biz de o mübârek zâta istikbâl edip karşılayalım." dedi. Hârun Velî'nin talebeleri;

"- Efendim mâdemki o zât bir ayıya binmiş geliyor. Onun bir kerâmeti ola. Bu kerâmeti sâyesinde içimizdeki îmânsızların îmâna gelmelerini kuvvetle zannetmekteyiz. Senden zâhir olan hârika işlere biz doyamadık. Onları hatırladıkça bizleri büyük bir aşk kaplıyor." dediler.

Bu sözler üzerine Hârun Velî işâretle bir taşı göstererek;

"- Yâ Allah!" deyip taşın üzerine bindi. Taş, Allahü teâlânın izniyle yürümeye başladı. Görenler ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Bu halde giderlerken uzaktan kendilerine doğru gelen kalabalık bir grup gördüler. Dediği Sultan ayıya binmiş, yanında iki dervişi ve etraftan görenler de peşinde olduğu halde geliyorlardı. Onlar da gördüler ki Seyyid Hârun, taş üzerine binmiş karşılamak için geliyor. Kalabalık halk hayret ettiler. Dediği Sultan;

"Biz canlıya bindik, o cansıza binmiş Allah selâmet versin." dedi. Tam karşı karşıya gelince selâmlaştıktan sonra, bineklerinden indiler. Birbirleriyle kucaklaştılar. Bu manzarayı gören kâfirlerden pekçoğu Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bu hayırlı karşılaşmaya şâhit olan müslümanlar da sevinçten tekbir getirdiler. Bu sırada tam öğle vakti idi. Seyyid Hârun hazretleri;

"- Cemâatle öğle namazı kılalım. Herkes abdestini alsın." dedi. Fakat abdest almak için su bulamadılar. Hârun Velî asâsını yere vurdu. Cenâb-ı Hakk'ın izniyle oradan su fışkırmaya başladı. O pınar şimdi Dediği Sultan Pınarı olarak anılmaktadır. Pınardan abdestlerini alıp öğle namazını kılmak için hazırlandılar. Hârun Velî;

"- Dediği Sultan sen imâm ol." dedi. Dediği Sultan ise:

"- Hayır siz varken imâmlık yapamam, ümmîyim, ilm-i zâhir bilmem. Lütfen siz buyurun." dedi. Böylece öğle namazını Seyyid Hârun Velî'nin arkasında edâ ettiler. Bundan sonra Dediği Sultan üç gün Hârun Velî'nin ibâdethânesinde kaldı. Bu müddet içinde sohbet edip hal dillerince söyleştiler. Dediği Sultan üç günün bitiminde müsâade isteyip talebelerinin başına döndü.

Dediği Sultan'ın sâhib olduğu ahlâk ve fazîleti sebebiyle kısa sürede etrâfındaki talebeler ve dostlar halkası büyüdü. Bunun üzerine Aladağ taraflarında bir müddet daha kalan Dediği Sultan, Turgud ve Bayburd kardeşlerin yanına gelmesinden sonra Ilgın'a döndü ve Mahmûd Hisar köyüne yerleşti. Ancak talebeleri de hocalarını bırakmadılar. Onunla birlikte gelerek köye yerleştiler. Ona gönül verip bağlananlar, duydukları ve şâhit oldukları birbirinden enteresan ve unutulmaz hatıralardan başkalarının da istifâde etmesi için bunların bir kısmını kaydettiler. Böylece 484 beytlik Menâkıbnâme vücûda geldi.
Ömrünü İslâmiyete hizmetle geçiren Dediği Sultan, vefât ettiği zaman çok uzak yerlerden yüzlerce insan geldi. Her birisi onun mübârek nâşını alıp kendi bölgelerine götürmek istiyorlardı. Ancak hiçbirisi nâşı yerinden kaldırmaya muvaffak olamıyorlardı. Sonunda Dediği Sultan, Selçuklu Sultanının âilelerinden Kadıncık Ana'nın inşâ ettirdiği zâviye yanındaki türbeye defne karar verildi ve öyle yapıldı. O günden bugüne Dediği Sultan hazretlerinin kabri ünlü bir ziyâretgâh oldu.
Dediği Sultan'ın, Mahmûd adında bir oğlu vardı. Ayrıca yetiştirdiği yüksek halîfelerinden 350 tânesinden herbirini Anadolu'nun bir bölgesine göndermiş, halkın eğitim ve terbiyesiyle meşgul olmalarını sağlamıştır.
Burhâneddin Muhakkık Tirmizî Hazret-i Hüseyin'in torunlarından olup, seyyiddir. Kıymetli düşünceler ve hoş hâller sâhibi olduğu için, Seyyid-i Sırdân denmekle meşhûr olmuştur. Nisbesi Hüseynî'dir. 1165 senesinde bugünkü Özbekistan sınırları içerisinde Ceyhun Nehri'nin kuzeyinde, Tirmiz'de doğdu. İlk tahsîlini babasının yanında yaptı. İlim öğrenme arzusunun fazlalığından dolayı Belh'e giderek Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretlerine talebe oldu. On iki yıl hocasının hizmetinde bulundu. Bu zaman zarfında bütün ilimleri öğrendi ve mânevî yüksek derecelere kavuştu. Hocası, oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesini ona havâle etti. Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ'nın lalası ve atabeği olmakla meşhûr oldu. Daha sonra Allahü teâlânın aşkı ile uzun süre dağlarda tek başına yaşadı. Nefsinin istek ve arzularını yapmamakla çok riyâzet çekti. On iki günde bir yemek yerdi. Bir gün seher vakti gayb âleminden; "- Bugünden îtibâren riyâzeti bırak." diyen bir ses geldi. Bunun üzerine Seyyid Burhâneddîn; "- Peygamber efendimizi bütün insanlara gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, cenâb-ı Hakk'ın cemâlinin tecellîleri ile şereflenmeden mücâhedeyi bırakmam." dedi. Allahü teâlâdan bütün isteklerine kavuştu. Bu sırada Sultân-ül Ulemâ Behâeddîn Veled, âilesiyle birlikte Anadolu'ya göç etti. Riyâzetini tamamlayıp, hocasını ziyâret için Belh'e geldiğinde, onun Anadolu'ya hicret ettiğini öğrenince Tirmiz'e yerleşti. Seyyid Burhâneddîn bir gün Tirmiz'de âlimler ile oturmuş sohbet ediyordu. Birden; "- Eyvâh! Üstâdım gitti. Âlimlerin sultanı efendim vefât etti. Bizi terkederek bekâ âlemine göç eyledi." diyerek ağlamaya başladı. Hâlbuki, hocasının bulunduğu yer ile kendisi arasında binlerce kilometrelik mesâfe vardı. Hocasının vefât ettiğini kalp gözüyle anlamıştı. Hocasının vefâtından sonra, günlerini gâyet mahzûn ve dertli olarak geçirdi. Bir gece rüyâsında hocasını gördü. Hocası ona; "- Burhâneddîn! Benim Celâleddîn Muhammed'imi nasıl yalnız bıraktın? Bu hâl, lalalık ve atabeklik vazîfene yakışmaz." buyurdu. O da bu işâret üzerine; "- Hocamın oğlu Celâleddîn Muhammed yalnız kalmıştır ve beni beklemektedir. Anadolu diyârına gitmek, onun hizmetinde bulunmak ve hocamın bana bıraktığı bu ilmi ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur." diyerek yola çıktı. Tirmiz'deki âlimler bu büyük velînin gitmesine çok üzüldüler. Bir sene yolculuktan sonra Konya'ya gelebildi. Mevlânâ da, babasının vefâtından dolayı fevkalâde hüzünlü ve kederli olduğundan hem biraz teselli bulmak ve hem de ilim tahsîlini devâm ettirebilmek niyetiyle Karaman'a kayınpederinin yanına gitmişti. Mevlânâ'nın ilim öğrenmek husûsunda pek gayretli olduğunu, daha çocuk iken büyük bir âlim ve velî olacağını anlayan Seyyid Burhâneddîn, mübârek hocasının emri olduğu için, onunla berâber olmayı arzu ediyordu. Mevlânâ'nın; ilim, irfân ve velîlik yolunda yükselip yetişmesi için, Karaman'a mektup yazarak Konya'ya gelmesini istedi. Mevlânâ mektubu alınca, merhum babasının bu çok kıymetli talebesinin kendisiyle meşgûl olmak, kendisini yetiştirmek üzere Konya'da bulunmasına pek fazla sevinip derhâl yola çıktı. Konya'ya geldi. Hemen Seyyid Burhâneddîn'i ziyâret etti. Birbirleriyle kucaklaştılar. Sonra Mevlânâ Celâleddîn, lalası Seyyid Burhâneddîn'in sorduğu bütün sorulara cevap verdi. Seyyid Burhâneddîn ona birçok iltifatta bulunduktan sonra;"- Din ve dünyâ ilimlerinde bir hayli ilerlemişsin. Fakat baban hem dünyâ hem de âhiret ilimlerini tamamladı. Bundan sonra senin de tasavvuf ilmini öğrenmeni istiyorum. Bu, peygamberlerin ve velîlerin ilmidir. Bu ilmi babandan öğrendim. Sen de benden al da babanın hakîkî vârisi ol!" buyurdu. Vefât târihi kesin olarak belli olmayıp, 1240 senesinden sonra vefât ettiği bâzı kaynaklarda bildirilmektedir. Selçuklu vezîri Sâhip Şemseddîn, Şeyh Burhâneddîn'in kabrinin üzerine türbe yaptırdı. Ancak birkaç gün sonra türbenin yıkıldığı görüldü. Tekrar yapıldı ise de, yine yıkıldı. Bir gece rüyâsında Seyyid Burhâneddîn'i gördü. Seyyid Burhâneddîn ona; "- Benim üzerime türbe yapmayınız." dedi. Seyyid Burhâneddîn'in vefât ettiği, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye 40 gün sonra bildirildi. Mevlânâ hazretleri, hocasının vefâtını haber alır almaz, derhâl yola çıkıp Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyup, mübârek rûhuna hediye etti. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında kendisinin hazırladığı "Makâlât" isimli eseri de vardı. Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin türbesi bugünkü şekliyle 1892'de Ankara Vâlisi Âbidîn Paşa'nın yardımlarıyla yapılmıştır.
Şeyh Merzübân-ı Veli On üçüncü yüzyılda yaşamış velîlerden. Asıl adı Mahmud'dur. Merzübân lakabı sınır muhâfızı, hâkim, pâdişâh anlamındadır. Peygamber efendimizin torunlarından olup seyyiddir. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması döneminde şeyhi, Tac'ül-Arifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin mânevî işaretleriyle on ikinci asır sonlarına doğru Buhara'dan Anadolu'ya gelmiştir. Sivas ili Zara ilçesi yakınlarındaki Tekke köyüne yerleşerek halkı irşâda başlamıştır. Pekçok kerâmetleri görülmüştür.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, doğuda bir sefere giderken, yolu üzerindeki Zara'ya uğramış ve Şeyh hazretleriyle görüşüp kerâmetine mazhar olmuştur. Zara ilçesinin bugünkü yerinde "Zaro" isimli bir Ermeninin çifliği vardır. Ağa, sultanı akşam yemeği yedirmek için çifliğine dâvet eder. Yemekten sonra, 3-4 km uzakta bir ışığın yandığını farkeden Sultan, Zaro Ağaya ışık yanan yerde köy olup olmadığını sorar. Ağa da;

"- Köy yok efendim, fakat orada bir sarhoş adam var, civar köylerden avane toplayıp âlem yapıyorlar. Bu yüzden zaman zaman bizi de rahatsız ediyorlar."
der.

Zekî bir insan olan Alâeddin Keykubad, Ağa'nın bu sözlerinden şüphelenip;

"- Ağa, öyleyse o sarhoşa içki göndermek gerek." der. Sabahleyin bir katır yükü içki yükletip askerleriyle Şeyhe gönderir. Katır, Şeyhin Dergâhına yaklaşınca, daha ileri gitmez. Bunun üzerine içkiyi götüren asker, Şeyhe gidip;

"- Sultanın kendisine içki gönderdiğini, fakat katır yorulduğu için getiremediğini, içkileri gelip kendisinin almasını söyler." Şeyh hazretleri askere;

"- Sultanına selam söyle, gönderdiği içkiler yağ bal olsun, askerine yedirsin." der.

Asker geri döner, durumu Sultan'a anlatır. Katırdaki yükler indirilir, gerçekten de içkilerin yağ, bal olduğu görülür. Alâeddin Keykubad bu zâtın büyük bir velî olduğunu anlar, gidip elini öpüp hayır duasını ister. Kendisine istediği kadar arazi vakfeder. Şeyh de bu arazilerin gelirleriyle medrese kurdurup yüzlerce insan yetiştirir.
Kendisinden sonra, torunları da bu işe devam etmiş Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar hizmeti sürdürmüşlerdir. Bugün bu mübarek zâtın türbesi sıkıntıya düşen, derdi olan pekçok kişi tarafından ziyâret edilir, himmet beklenir.
Seyyid Alâeddin Ali Semerkandî Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden. İsmi Alâeddîn Ali bin Yahyâ es-Semerkândî'dir. Soyu Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem ulaşır. Semerkand'da doğdu. Semerkand, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadolu'ya hicret etti. Lârende'ye (Karaman'a) geldi.
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, evliyânın önde gelenlerinden idi. 1330  senesi vefât eden Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Alâeddîn el-Buhârî'den de icâzet aldı. Mantık ve Tefsir ilminde, yüksek dereceye kavuştu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip tasavvuf yolunun feyzlerine kavuştu.
Seyyid Alâeddîn Semerkandî, senenin büyük bir kısmını oruç tutarak, gecelerini namaz kılarak, gündüzleri de talebelerine ders vererek geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okur ve tefsîrini yapardı. Nefsini terbiye etmek için çok riyâzet ve mücâhede eder, nefsinin istediklerini yapmaz ve istemediklerini yapmak için uğraşırdı. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan şiddetle kaçıp, mübahların fazlasını da terkederdi. Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ile tayy-i mekân eder, kısa zamanda bir yerden diğer yere gider, sabah namazını Kâbe'de kılıp, güneş doğmadan tekrar evine dönerdi. Sabah olunca, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretir ve en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırdı. Öğleden önce bir müddet kaylûle yaparak, sünneti îfâ ederdi.
Bir gün Semerkand'a, mecûsî iken hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler söylüyor, ona (hâşâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremiyordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı Hâlid'e haber göndererek; 
"- Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer âlimlerinizden biri beni susturabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, bu dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem, Semerkând'ın vergisini isterim." dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; 
"- Bir râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman münâzaraya hazırız." dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar. Râhip sorularını sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üzerine gurûrlanan râhip, sultânın huzûrunda; 
"- Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma hiç kimse cevap veremedi ki, sizin  âlimleriniz cevap versin!" gibi edebe uymayan ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları huzûra çıkıp; 
"- Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi, nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin verilirse gelebilir." dediler. 
Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı. Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Sevincinden Cenâb-ı Hakk'a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ederek sebebini sordular. Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektubun başında, Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid'e duâdan sonra yazıyordu ki:
"- Bu mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz bu fakîre merhamet ederek göründüler"
Buyurdular ki: 
"Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand'a git. Oraya ümmetimin âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar." 
Bu haberi size ulaştırmak üzere mektup yazıp, "Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine yarına kaldık."
Alâeddîn'den gelen bu mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okunduğunda tekbir sesleri kubbeyi çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn'in bulunduğu yer ile Semerkand arası on yedi günlük yol idi. Bir günde bu yolun katedilip gelindiğini öğrendiklerinde, bütün âlimler; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." diyorlardı. 
Ertesi günü sabah namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn'i karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde göründüler. Seyyid Alâeddîn beyaz bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arkasında ağır ağır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes heyecanla ayağa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştıklarında, Sultan Hâlid, Seyyid Alâeddîn'in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öptükten sonra; 
"- Ey Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimi  işâret buyurdular. Allahü teâlânın izniyle râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız." buyurdu.
Cemâat büyük câmide toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râhib, Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce, heybetinden titremeğe başladı ve; 
"- Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlü Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım." dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn'in elini öptü ve: 
"- Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup, hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip müslüman olmakla şereflendim." dedi.
Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler. Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; 
"- Şimdi tertemiz, günahsız bir müslüman oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl sorunuz" buyurunca, o; 

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir." buyuruyor. 
Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, bu ümmetten böyle bir şey olmuş mudur? Bunun îzâhını istiyorum." dedi. Bu sırada Sultan Hâlid'in sarayından bir hizmetçi gelip, Sultân'a; 
"- Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti." dedi.

 Bu haber karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğerek murâkabeye varıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Herkes Seyyid'in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı vaziyette bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretleri başını kaldırarak tebessüm etti ve; 
"- Ey Sultan! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz." buyurdu. 

Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece Seyyid Alâeddîn, müslüman olan râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâlaşıp, berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıldılar. Onlar gittikten sonra, Sultan Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân once verilen haberin doğruluğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında, bâzı kimselerin Sultân'a müjde vermek için koştuklarını gördüler. Karşılaştıklarında, Sultâna; 
"- Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik." dediler. 
Sultan ve yanındakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn'in büyük bir kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında derecesinin ne kadar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid'e müslüman olan râhip; 
"- Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde mecâlim kalmayacak şekilde iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile, Elhamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça İslâmiyete bedenimle ve malımla hizmet edeceğim." dedi.

1456  târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti. Kabr-i şerîfi, İçel'e bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır. Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretlerinin türbe, mescid, zâviye ve vakfiyesi buradadır.


Ali Semerkandî Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde, Ankara'nın Çamlıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden. 1320 senesinde doğdu. Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer'e dayanır. Çok zekî ve pek akıllı idi. Küçük yaşda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve muhtelif kırâatlere göre okumasını öğrendi. Genç yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu.

Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam, Kudüs, Irak, Semerkand, Çamlıdere gibi pekçok beldelerde İslâmiyeti öğretmek, emr-i mârûf nehy-i münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için dolaştı.
 Ali Semerkandî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca imâmlık yaptı. Orada, insanları Ehl-i sünnet îtikâdına uygun bir îmân ile yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerîfe uygun yapabilmeleri için çok çalıştı. Mânevî bir işâret ile Medîne-i münevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin mübârek türbelerinde yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu.

Bir gün rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda;

"- Yâ Ali! Resûlullah'ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!" dedi.

Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah'ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan Resûlullah efendimizin;

"- Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim. Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim." mübârek sözlerini işitti.

 Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî hazretleri, sevincinden ağladı ve Cenâb-ı Hakk'ın verdiği bu nîmetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu'ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti.

Ali Semerkandî, bugünkü Ankara'nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere'nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten verildi.) Çamlıdere'ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası olduğunu mânevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok talebeleri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştı.

Ali Semerkandî, bir gün kırda sığırları otlatırken, bir kurdun, bir öküzü öldürmek için hazırlandığını gördü. Hemen yanlarına varıp, kurda;

"- Ey kurt! Bu öküzü öldürmek için kimden izin aldın?" deyince, kurt dile gelip;

"- Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bu öküz benim nasîbimdir. Allahü teâlânın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim." dedi. O da;

"- Ey kurt! Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsun ki, bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel." buyurdu.

 Kurt, peki diyerek oradan ayrıldı. Akşam durumu öküzün sâhibine anlattı. Fakat öküzün sâhibi, Ali Semerkandî hazretlerinin büyüklüğünü idrâk edemiyenlerden idi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek, ertesi gün öküzü yine gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün başına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali Semerkandî, kurdun yanına gelip;

"- Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etme de, sâhibinin işine yarasın!" dedi.

Kurt, öküzü öldürüp, derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi. Akşam, öküzün yerine derisinin geldiğini gören öküzün sâhibi, doğruca Ali Semerkandî'nin yanına koşup, durumu sordu. Hâdiseyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî'ye uygun olmayan sözler söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti. Kâdı, her iki tarafı dinledikten sonra, Ali Semerkandî hazretlerine;

"- Şâhidin var mı?" diye sordu. O da;

"- Orada bu hâdiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir." der demez, hâdisenin geçtiği bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geçmiş, kâdı efendinin bulunduğu yere doğru geliyordu. Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun üzerine Ali Semerkandî hazretleri;

 "- Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde durun!" buyurunca, durdular.

Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Semerkandî'nin büyüklüğünü kabûl edip, onun talebelerinden oldular. Yaz mevsiminde, kadınlar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı. Âsâsını yere vurarak;

"- Çık, yâ mübârek!" deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular, hızla meyilli arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar:

"-Su çıkarmanın da zamânı mı? Ekinlerimiz sular altında kalacak..." Bunun yanısıra, Ali Semerkandî'ye hakâret dolu sözler ettiler. O da suyun çıktığı yere bakarak;

"- Ey mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!" buyurdu. Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı.

O târihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa'da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi. Bu âfetten kurtulmak için, zamânın zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Bu çekirge âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere'de yaşayan Ali Semerkandî'ye de ulaştı.

Ali Semerkandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir mikdâr Bursa'ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu bölgeye dökmelerini tenbih etti. Suyu Bursa'ya götürdüler. Çekirge âfetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kurtuldu.

Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahü teâlânın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir anda çekirge sürülerini mahvettiler. Pâdişâh, Bursa'nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî'yi Bursa'ya dâvet etti. Ali Semerkandî Bursa'ya geldiğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Pek fazla iltifât edip, Bursa'da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa'da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de;

"- Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum." buyurdu.

Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi. O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı. 
Bütün pâdişâhlar, o fermana riâyet ettiler. Ayrıca, "Çekirge Suyu" ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin zarar yaptığı bölgelere götürüldü. Bu su; hâlen Çamlıdere'nin kuzeyinde, Gerede'nin doğusunda, Eskipazar'ın güneyinde bulunmaktadır.

Çamlıdere'de Ali Semerkandî'nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir:

1) Çamlıdere'de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî evlâdlarıdır. 2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur. 3) Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır. 4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir... Bu fermân, zaman zaman yenilenmiştir.

Ali Semerkandî, 1457 târihinde Çamlıdere'de vefât etti. Türbesi Çamlıdere kabristanının ortasında bulunmakta, ziyâret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar. Türbesinin kapısından girilince tam karşı da olan büyük sandukalı kabir ona, etrâfındaki kabirler de talebelerine âittir. Karaman ilinde vefât ettiği de söyleniyorsa da o zât başkadır.

Annelerini Emmesinler

Bulunduğu bölgeye ilk geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fakat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî hazretlerinin de büyüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu sıkıntısını gören Ali Semerkandî onlara;

"-Sığırlarınızı otlatabilirim. Bu işten dolayı sizden ücret talep etmiyorum." buyurdu.

Köylüler bu habere çok sevindiler. Köylerine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta dediler ki;

"- Biz, sığırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak istiyoruz. Eğer buzağıların, annelerini emmeden otlamalarını sağlarsan memnûn oluruz."

O da kabûl etti. Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya götüren Ali Semerkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek;

"- Ey inekler ve buzağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız buzağılar, annelerini emmesin, anneler de yavrularını emzirmesin!" dedi.

Bu söz üzerine, akşama kadar inekler buzağılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler, ineklerin memelerini süt ile dolu görünce hayretten şaşırıp kaldılar.

Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali Semerkandî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun büyük velîler arasında yer aldığını anladılar.
Pîr Emir Sultan Asıl adı Mehmed'dir. 1495  senesinde Buhârâ taraflarından gelip Bursa'ya yerleşti. Emir Sultan hazretlerinin akrabası olduğunu bildirdi. O sırada Emir Sultan'ın dergâhında Abdullah Efendi isimli biri ders veriyordu. Bunun üzerine dostlarından biri Pîr Emir için, Mûsâ Baba semti civârında bir mescid ve dergâh inşâ ettirdi.  Pîr Emir Sultan bu dergâhta ders verip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.

Dergâhında talebelere ders vermiş olduğu sırada, bir grup misâfir ziyârete geldi. Namaz vakti gelince misâfirler Pîr Ömer'e abdest alınacak yeri sordular. Pîr Emir elindeki asâ ile câminin batı tarafında abdest alacak suyun bulunduğunu işâret etti. Oraya giden misâfirler, suyun olmadığını görerek, geri dönüp durumu Pîr Emîr'e bildirdiler. Ziyâretçilere;
 "- Beni tâkib ediniz ve biraz sonra geliniz." diyerek günümüzde Asâ Suyu denilen yere gitti. Arkasından gelen ziyâretçiler de, biraz önce su bulamadıkları bu yerde, henüz kaynamaya başlamış bulanık bir suyun aktığını gördüler. O günden îtibâren o suya Asâ Suyu denilmektedir.
Bursa'nın Yunan işgâli sırasında, bir Yunanlı asker, Pîr Emîr'in türbesine girerek, ata biner  gibi mezarın üzerine çıkıp, kötü sözler söylemeye başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı üzerine arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan komutanına bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak bölge îlân edildi.
Yine Yunan işgâli sırasında Pîr Emîr mahallesine bakan korucu, bir gün elindeki sopası ile Pîr Emir'in mezarı üzerine vurarak;

"- Mâdem velîsiniz neden Yunanlıları Bursa'dan kovmuyorsunuz? Bu nasıl velîliktir?..."
şeklinde konuşunca, korucu rüyâsında Pîr Emir'i görür. Pîr Emîr ona;

"- Vatan ve iffeti korumak size âittir. Canlılar ne gün için var. Biz mi gerek..."
der.

Sonra korucuya bir tokat atar. Sıçrayarak uyanan korucunun ağzı çarpılır ve kısa zaman sonra ölür.
Bir ara Pîr Emîr Câmiinin imâmı Hacı İshâk Efendi, bir gün câminin avlusunda ayaklarını türbeye karşı uzatmış halde uyuya kalır. Uykusunda bir zât ayaklarını tutarak türbeden çevirir ve bir daha böyle yatmamasını tenbihler. Hacı İshak Efendi, uyandığında yanında kimseyi göremez.

Vefât târihi belli değildir.Vefât edince dergâhının bahçesine defnedildi.
Murâd-ı Münzâvî İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri. 1644 senesinde Buhârâ'da doğdu. Seyyiddir. 1719 senesinde İstanbul'da vefât etti. Murâd-ı Münzâvî'nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı.
Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr'e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı. Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan'a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olan Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı.

Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz'a geldi. Hicaz'da üç sene kaldı. Sonra Bağdât'a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân'dan Buhârâ'ya gitti. Belh ve Semerkand'daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât'a gitti. Oradan üçüncü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire'ye buradan da Şam'a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam'da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler.

Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam'da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî'nin bereketiyle zâlimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu.
1681 senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul'u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam'a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz'a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti.

1708 senesinde ikinci defâ İstanbul'u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim'de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa'ya gitti. Bir müddet Bursa'da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul'a döndü. Eyyûb'de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı.

1719  senesi Rebîü'l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesi İstanbul'da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.
Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, Ahidnâme'sinde; "İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur.

Murâd-ı Münzâvî hazretleri şöyle anlatmışlardır:  

"Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip duâ isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdâsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin Ahmed Ağa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince"  
"- Acabâ bu vakitte bize duâ etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?" diye vezir beni gönderdi. "Selâm söyledi." dedi.
Ben de dedim ki:
 "- Biz Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübârek vakitlerde ve namazlardan sonra selâtin-i İslâma (sultanlara) ve ümerây-ı İslâmiyyeye (amirlere) duâ etmemiz lâzımdır. Fakat mahallî icâbet oldunuz" dedim. 
"- Mahalli icâbet" ne demektir dedi. 
Dedim ki; 
"- Daha önceden bir mazlumun bedduâsını almışsınız. Mazlumun bedduâsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahü teâlâ mazlumun duâsı için; "Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp; 
"- Şimdi bizim işimiz harâb olmuştur, deyip hâlini îtirâf etti."
Murâd-ı Münzâvî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) El-Müfredât-il- Kur'âniyyeTefsîri: Çok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, Fârisî ve Türkçe bir aradadır.
2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûki vel-Edeb,
3) Risâle fit- Tasavvuf,
4) Mektûbât veMelfûzat
Muhammed Hâdimî Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf alimi. 1701 Hâdim’de doğdu. 1762 de vefât etti. Kabri Hâdim’dedir. Buharalıdır. Dedelerinden Hüsamettin Efendi Buhara’nın tanınmış asil ailelerinden olup, âlim ve velî bir zattı. Anadoluya gelerek Hadim kasabasına yerleşti. Muhammed Hadimi’nin babası Kara Hacı Mustafa Efendide devrinin büyük âlimlerindendi. Hâdimî hazretleri beş yaşında yüksek ilimler sâhibi olan babasından ilim tahsiline başladı. On yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabî ve Fârisiyi öğrendi. On sekiz yaşına girince babası onu Konya’daki Karatay Medresesine gönderdi. Bu medresede devrin meşhur müderrislerinden olan İbrâhim Efendiden beş sene aralıksız ders aldı. Bu hocası ona icâzet (diploma) verdikten sonra İstanbul’da bulunan devrin en meşhur âlimlerinden Kazâbâdî Ahmed Efendinin medresesine gönderdi. Hâdimî, tam sekiz yıl da burada okudu. Zamânın ilim dili olan Arapça ve Farsçada çok ilerleyip, ana dili gibi öğrendi. İstanbul’da zaman zaman bâzı câmilerde, dinleyenlerin çok istifâde ettiği vaazlar veren ve on dört sene memleketinden uzakta kalan Hâdimî, babasının vefâtı üzerine otuz iki yaşında, dört katır yükü kıymetli kitaplarla Hâdim’e dönüp babasının medresesinde müderrisliğe başladı. Birkaç ay sonra evlendi. Sa’îd isminde bir oğlu dünyâya gelince, Ebû Sa’îd künyesiyle anılır oldu. Hâdimî hazretleri bilhassa fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişerek büyük bir âlim olup, babasının medresesinde ders vermeye başlayınca, ilim öğrenmek için, her taraftan akın akın gelen yüzlerce talebe, bu medreseye sığmaz oldu. Hâdimliler ona, o medresenin yerine yeni bir medrese yaptırdılar. Hattâ kısa bir zaman sonra, bu medrese de kâfi gelmeyince, Hâdimî büyük izdihamla açık hava tedrisâtına başladı. Yaz aylarında şehirden on iki kilometre uzaklıktaki Kervanpınar’da ders verirdi. Kışın ise Hâdim’deki medresesine dönerdi. Yetiştirdiği Büyük Alimler Arabî, Fârisî, usûl-i fıkıh, fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve edebiyât gibi dersler okutan Hâdimî; başta oğulları Sa’îd, Abdullah, Emin ve Nu’mân efendiler olmak üzere, “Ayaklı kütüphâne” lakabıyla anılan Müftîzâde Muhammed Antâkî, meşhûr İsmâil Gelenbevî, Mehmed Kırkağaçî, Hâfız Osman Üskübî, Ahmed Ürgübî, Konyalı İsmâil Hakkı, Hacı İsmâil Kayserî gibi âlimler yetiştirdi. Hem din ilimleri, hem de fen ilimleriyle mücehhez olan Hâdimî’nin şöhreti, birkaç yıl sonra Ünü bütün Anadolu’ya yayıldı. Hattâ en büyük ilim ve kültür merkezi olan İstanbul’dan bile ona talebe gelmeye başladı. Şöhreti Osmanlı sarayına kadar varan Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî’yi önce Osmanlı Pâdişâhı Sultan Üçüncü Ahmed, sonra da Birinci Mahmûd Han, İstanbul’a dâvet ettiler. On sekiz çeşit ilim açısından Besmelenin mânâ ve hikmetlerini ortaya koymak için kaleme aldığı Şerh-ül-Besmele adlı eseri, Niğdeli Müderris Ahmed Efendi tarafından Tuhfet-ül-Besmele adıyla şerh edilip, basılmıştır. Vaaz ve derslerinde vezinli ve kâfiyeli şiirler söyleyip dinleyenleri coştururdu. Bugün birkaç tânesi elde bulunan şiirlerinin ve ilâhîlerinin aslında bir Dîvân dolduracak kadar çok olduğu rivâyet edilmektedir. Berîka adıyla meşhur eserinden tercüme edilen bölümler, kıymetli bir ahlâk kitâbı olan ve Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanan İslâm Ahlâkı kitâbında yer almıştır. Bir Keramati Muhammed Hâdimî hazretleri, eserlerine aldığı hadîs-i şerîflerin, sahih olup olmadığını iyice araştırırdı. Eğer şüphelenirse, bizzat Peygamber efendimizden sorup öğrenirdi. Medîne-i münevverede, Ravda-i mutahhera harem ağalığı vazîfesini yapan Beşir Ağa, bu mevzûu şöyle anlattı:  "- İstanbul'a gelmiştim. Pâdişâh Birinci Mahmûd Han, Harem-i şerîften mâlûmât almak için beni huzûruna çağırmıştı. Hâl hatır sorduktan sonra; "- Haremeyn-i şerîfeynde nelere muttalî oldun?" diye suâl ettiler.

Ben de gördüklerimi şöyle anlattım:

Hayretle gördüğüm hâdiselerden biri şudur: Medine-i Münevvere’de peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerinde gece temizlik yapmak için çalışıyordum. Gece yarısına doğru Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah efendimizle görüşmek için geldiği Cibrîl kapısı birden açıldı. Bu saatte gelen kimdir? diye kapıya koştum. Sakallı, nûr yüzlü biri ile karşılaştım. Bana selâm verdi. Selamı aldım ve; "- Hoşgeldiniz efendim." dedim. Bana, gâyet sessiz bir şekilde cevap verdikten sonra, Peygamber efendimizin mübârek kabrinin ayak ucuna doğru gitti. Arkasından bakakalmıştım. Orada bir müddet bekledi. Kabr-i şerîfe karşı bâzı şeyler söyledi. Çok dikkat etmeme rağmen anlayamadım. Ziyareti bitince arka arka giderek huzurdan ayrıldı. Çok merâk etmiştim. Yanıma geldiğinde büyük bir edeple; "- Siz kimsiniz ve nerelisiniz?" diye sordum. O da; "- İsmim Muhammed, Diyâr-ı Rûm'danım. Hâdim'de ikâmet ediyorum." dedi. “- Bu gece yarısı ziyâretinizin hikmeti nedir?" diye suâl edince de; "- İmâm-ı Birgivî'nin Tarîkat-ı Muhammediye isimli kitabını şerh ediyorum. Bir hadîs-i şerîfin sahih olup olmadığında şüpheye düştüm. Hemen gelip gördüğünüz gibi, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerinde, bunu suâl eyledim. Sahih olduğu buyruldu." dedi.

Ondan sonraki günlerde yine aynı saatlerde zaman zaman geldi. Geldiğinde odama götürür kısa bir süre de olsa sohbet ederdik. Artık onunla dost olmuştuk."

Beşir Ağanın konuşmasını hayretle dinleyen Pâdişâh Birinci Mahmûd, Hâdim'e bir haberci göndererek, Muhammed Hâdimî'yi İstanbul'a dâvet etti. Dâvetnâmeyi bizzât Konya Vâlisi Ali Paşa, Hâdim'e giderek takdim etti. O geldiği gün, Pâdişâh ona simâ olarak çok benzeyen birkaç kimseyi daha saraya getirtti. Maksadı Beşir Ağayı imtihân etmekti. Beşir Ağayı da huzûruna çağırdı. Müsâfirlerin huzûra gelmesi bildirildi. Biraz sonra Muhammed Hâdimî ve ona çok benzeyenler odaya girdiler. Beşir Ağa, girenlerin arasından Muhammed Hâdimî'yi göstererek; "- Bahsettiğim zât işte budur." dedi.

Birinci Mahmûd Han, Hâdimî hazretlerine çok iltifât edip ihsânlarda bulundu.

Eserleri:
Muhammed Hâdimî’nin İslâm ahlâkı ve hukûku ile ilgili eserlerinden bâzıları şunlardır:1- El-Berîkat-ül-Mahmûdiyye: İslâm ahlâkını anlatan bu kitâb İmâm-ı Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye adlı eserinin şerhidir. İki cilt hâlinde basılmıştır; 
2- Dürer Hâşiyesi, 
3- Hâşiye alâ Tefsîr-i Nebe lil-Beydâvî, 
4- Risâletün-fî Sülûki Nakşibendiyye, 
5- Risâlet-ül-Huşû’ fis-Salât, 
6- Risâle fî Hakk-ıl-Istihlâf, 
7- Arâyis-ün-Nefîsi fî İlm-il-Mantık, 
8- Mecâmi’ul-Hakâyık: Bu eseri, Mecelle’nin küllî kâidelerine kaynak olmuştur.
Baba Haydar Semerkandi T ürkistan’ın büyük evliyası "Hâce Ubeydullah-i Ahrâr" hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi. Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: 
"- Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi.”
Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.
1550 senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:
"- Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:
"- Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.
Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.
Padişahım, Baba Haydar Sizi Bekliyor!
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:
"- Efendimiz, Eyüp'teki Baba Haydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. 

Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. 
“- Kimdi bu Baba Haydar?”
 Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; 
"-Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. 
Pâdişâh da; 
"-Hayrolsun inşâallah." 

Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; 

"- Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. 

"Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. 
Şeyhülislâm; 

"-Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. 
Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
"- Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. 

Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; 

"- Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. 

Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:
"- Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. 

Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; 

"- Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. 
Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:
"- Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular.
Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
"- Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. 
Sultan da gayr-i ihtiyârî; 
"- Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; 
"- O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. 
Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:

"- Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. 
Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. 
Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; 
"- Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi.
 Baba Haydar; 
"- Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti.
Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; 
"- Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:

Bir Mescid İnşaa Ettir
"- Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
"- Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi.
Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:
"- Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır."dedi.
Baba Haydar, Sultana; 
"- Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. 
Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Emîr Ahmed-i Buhârî İstanbul'un büyük velîlerinden. Buhârâlı olup Peygamber efendimizin torunlarındandır. Tasavvuf yolunda yükseldi. İstanbul Fâtih'de yıllarca talebe yetiştirdi. 1516 (H.922) senesinde vefât etti. Küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; 

"Size nasıl tâzim, hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. 

Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu'ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.
Kütahya'nın Simav kazâsına gelen Abdullah-ı İlâhî hazretleri burada insanlara doğru yolu göstermeye başladı. Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri de Abdullah-ı İlâhî'ye tâbi olup, onun hizmetine girdi. Abdullah-ı İlâhî onu çok severdi. Dâimâ sağ tarafına oturturdu. Böylece Abdullah-ı İlâhî hazretleri, insanların olgunlaşmasını, îmânının vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufta bir yol olan Nakşibendî tarîkatını Anadolu'ya yaymaya başladı. Etraftan pekçok talebe akın akın ona koşmaya, feyzlerine kavuşup hasta kalplerine şifâ aramaya başladı. İşte böyle bir evliyânın terbiyesinde olan Seyyid Ahmed-i Buhârî, beş vakit namazda imâm olur, arkasında hocası ve diğer talebeler namaz kılarlardı.

 Abdullah-ı İlâhî buyurdu ki: "Simav'da altı sene, Emîr Ahmed bize yatsının abdestiyle sabah namazını kıldırdı." Buradan da anlaşıldığı gibi, Ahmed Buhârî geceleri hiç uyumazdı. Sâdece kuşluk vaktinde, dağa oduna gittiğinde bir saat kadar uyurdu. Ahmed Buhârî bu günlerdeki hâlini şöyle anlattı:

"Hocamla Simav'da bulunduğumuz zaman, beş vakit namazda bizi imâmete geçirirdi. Kuşluk namazından sonra, hocamın merkebini ve katırını alıp dağa çıkardım. Yüklediğim odunları, öğle namazına yetişecek şekilde eve getirirdim. Öğle namazını kıldırdıktan sonra, çift sürmeğe giderdim. Yaz geldiğinde ise ekinleri biçer, kaldırırdım. Diğer zamanlarda sırtımda çalı taşır, bağ ve bahçe duvarını tâmir ederdim. İkindi namazından sonra da hocamın huzûrunda otururdum." 

Ahmed Buhârî hazretleri, geceleri hep ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Bid'atlerden şiddetle kaçınır, sünnet-i seniyyeye uymaya çok dikkat ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar, kalbi devamlı zikrederdi. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan kaçar, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Devamlı Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür, ona göre hareketlerini düzeltirdi.
Ahmed Buhârî, Simav'da bir müddet kaldıktan sonra, hocasından izin alarak hacca gitmeye karar verdi. Hocası ona on akçe yol harçlığı, binek olarak da eşeğini verdi. Yolda okumak üzere bir Kur'ân-ı kerîm ve Mesnevî aldı. Akşam namazını kıldırdıktan sonra, hocası ve arkadaşlarıyla vedâlaşarak yola koyuldu. Yolda, bir kimsenin çok ısrârı üzerine Mesnevî'yi ona verdi. O kimse de hediye olarak iki yüz akçe vermek istedi. Almamak için çok uğraştı ise de, sonunda kabûl etmek mecbûriyetinde kaldı. Bir müddet daha gittikten sonra, bir konakta Kur'ân-ı kerîmini çaldılar. Kudüs'e kadar parası kendisine yetişti. Ahmed Buhârî hazretleri bundan sonrasını şöyle nakletmektedir: 
"Kudüs-i şerîfte idim. Mescid-i Aksâ imâmı bize muhabbet edip, Kudüs Medreselerinin birinde bir oda ayırdı ve orada günlerimi geçirmeğe başladım. Medresenin kayyımı, hizmetlisi bize iki ekmek getirirdi. Bir gün dedi ki: 

"- Bu ekmek, odanın hissesidir." 
O zaman içime bir sıkıntı düştü. Vakıf ekmeğini yemeyi kabûl etmeyip; 

"-İhtiyâcım yoktur, istemiyorum." 
dedim. 

Kayyım da;
 
"- Öyle söylüyorsun ama, görenler seni zengin zannederler ve odadan çıkarırlar. Ekmeği al, yemezsen bir başkasına verirsin."
 dedi. 

Ben de

"-Senin olsun."
 dedim. Ondan sonra hatırıma; "Bir kazanç yolu olsa da ondan günde bir akçe gelir olsa ve onunla nafakamı temin etsem." düşüncesi geldi. O anda içeri bir köylü girdi. Bana; 

"- Efendim! Yazı yazmayı bilir misin?"
 dedi. 

"-Biraz okumuşluğumuz var." dedim. 

Bir kitap göstererek; 

"-Bunu yazarsan, her yaprağına bir akçe vereceğim. İstediğin kadar yazabilirsin. Hepsi de kabûlümdür."
 dedi.

 Kalem, kağıt ve mürekkep de getirdi. O kitaptan hergün bir yaprak yazardım ve bir akçe alır, onu nafakamda kullanırdım. Hiç kimseden sadaka almazdım. Bey gibi geçinip giderdim. Sonra artan paralarla hac yolculuğuna devâm ettim. Mekke-i mükerremeye gittiğimde, hergün yedi defâ tavâf yedi defâ da sa'y yapacağıma nezr etmiştim. Sayı olarak kırk dokuz sa'y ediyordu. Gece yarılarına kadar devâm ederdim. Gece yarısı harem-i şerîfe karşı ayakta durarak duâ ederdim. Bâzan da oturarak duâda bulunurdum. Sonra tavâfa devâm ederdim. Hiçbir gün yatıp uyuduğumu hatırlamıyorum.

Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, bir sene kadar Kudüs-i şerîfte, bir sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav'dan hacca gidenlere tenbih ederek, Ahmed'in artık gelmesini buyurdu. Haberi alan Ahmed; "Başüstüne!" diyerek, o sene hacılarla berâber Simav'a geldi.
Hac dönüşü bir müddet daha Simav'da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, bir gün hocasına; 

"- Efendim! İstanbul evliyâsını merâk eder dururum. Müsâade ederseniz, gitmek istiyorum."
 dedi. 

Hocası da;

 "- Bizi de sık sık İstanbul'a dâvet ediyorlar. Vezîr, kâdıasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndermiş, gelmemi istemişler. Sen önce git, bize oradan haberler gönder. Durum nedir öğrenelim." buyurdu. Ahmed-i Buhârî hemen yola çıktı ve İstanbul'a geldi.
Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri bu yolculuktan sonra hâlini şöyle anlatır:

 "İstanbul'a geldim. Fakat ne bir kimse beni tanırdı, ne de ben bir kimseyi. Vefâ'ya gittim. Şeyh Vefâ hazretlerinin câmiine vardım. İkindi namazını bir köşede kıldıktan sonra, beklemeye başladım. Şeyh Vefâ, mihrâb içindeki kapıyı açıp girdi. Talebelerine imâm oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle Allahü teâlâyı zikre başladılar. Sessizce, herkes kendi hâlinde cenâb-ı Hakk'ın ismini anıyordu. Onları uzaktan seyre daldım. Hocaları Vefâ hazretlerine bakmak isteyince, o da başını kaldırıp bana doğru bakıyordu. Zikrleri bitince, yerimden kalkıp, hocaları ile müsâfeha etmek istedim. Şeyh de yerinden kalkıp, bana doğru geldi ve beni kucaklayıp bağrına bastı. Epey zaman konuşmadan oturdum. Sonra talebelerine dönerek; 

"- Seyyid Ahmed, bizim misâfirimizdir. Hak ve hukûkuna riâyet ediniz."
 diyerek ayrıldı. 

O gece rüyâmda Vefâ hazretlerinin câmiinin direklerinden birinde bir kandil yanıyor gördüm. Fakat alevi parlak değildi. Benim de elimde bir mum vardı. Mumu o kandilden yakmak istedim ve uzattım. O anda kandil ortadan kayboldu. Yerime geldim. Oturdum. Direğe baktığımda, kandil yine orada duruyor, sönük bir vaziyette yanıyordu. Tekrâr mumu yakmak için gittim, yine kayboldu. Bu şekilde üç defâ tekrar ettim. Mumu yakmaya muvaffak olamadım. Ertesi gün Vefâ hazretlerinin sohbetlerine katıldım. Bir gün daha orada kalıp, izin alarak ayrıldım. İstanbul'un durumunu bildirir bir mektup yazarak, hocam Abdullah-i İlâhî'ye gönderdim. İstanbul'un durumunu bildiren mektupta; 
Burada kişi gönül rahatlığında ama, gerçekteDostun eteklerine yapışmış sohbeti özlemekte
diyerek hocasına hasretini bildirmekte ve dâvet etmekteydi.
Abdullah-i İlâhî hazretleri, bu mektuptan bir müddet sonra İstanbul'a geldi. O sırada pâdişâh İkinci Bâyezîd idi. Vezîr Manisavîzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi, Abdullah-i İlâhî ve talebeleri için yer tahsîs etti. Fakat bunu kabûl etmeyip, Zeyrek Câmiinin boş ve virân hâle gelmiş medresesine yerleşti. Âlimler ve diğer insanlar, onun câna cân katan sohbetlerine koştular. Ondan feyz aldılar. Abdullah-i İlâhî, Seyyid Ahmed'i Buhârî'ye burada icâzet, diploma verdi. Evranos Beyin oğlu Ahmed Bey, Rumeli'de Vardar Yenicesi'ne Abdullah-i İlâhî'yi dâvet etti. Abdullah-i İlâhî, yerine Seyyid Ahmed-i Buhârî hazretlerini vekil bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti ve orada vefât etti.
Bundan sonra Emîr Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda, yetiştirmeğe başladı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebesi daha da çoğalınca, Balat'a yakın bir yerde, Galata'ya karşı birçok odalar yaptırdı. Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.
Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur, kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi.
Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, 1516 senesi Cemâzil-âhir ayının bir Pazartesi günü, kuşluk vaktinde talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; "Mezarımı, mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz." şeklindeydi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlarını yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Mahmûd Çelebi anlattı: 

Hocamız Seyyid Buhârî hazretleri vefât edince, mübârek bedenini bu fakîr yıkadım. Bir talebe arkadaşım da su döküyordu. Yıkama esnâsında, üç defâ mübârek gözlerini açıp, hayattaki gibi baktılar. Mezara indirip toprak üstüne koyunca, kıbleye doğru sağ yanı üzerine döndü. Orada olanlar hayret ederek salevât getirmeye başladılar. Mezarı kapandıktan sonra, talebe arkadaşlarım üzerini örtmek istediler. Bunun için de ağacı kesmeyi onunla mezarın üzerini örtmeyi uygun gördüler. Ben müsâade etmedim. Onlar çok ısrâr ettiler. Ben de; "Ben gideyim, siz bildiğiniz gibi yaparsınız." dedim ve oradan ayrıldım. Gittikten sonra ağacı kesmişler. Kabrin etrâfını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Fakat bir müddet sonra, o taşların arasından aynı ağaç çıkıp, büyümeye başladı."
Mezarı, Fâtih Câmiinin batısındaki Emir Buhârî Câmiinin kenarındadır. Yol tarafına pencere açıldı. Ziyâret edenler, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.
"Şevâhid-ün-nübüvve" mütercimi "Lâmi’î Çelebi", bu kitâbın tercemesini yapmayı kendisine emr eden hocası Seyyid Ahmed Buhârîden “kuddise sirruh” şöyle bahs etmekdedir:
Sonra gelen evliyânın büyüklerinden biri de Seyyid Ahmed Buhârî hazretleridir. Zemânımız onun irşâdıyla şereflendi. Diyârımız onun ayak basmasıyla mes’ûd oldu. İstanbul halkına büyük bir ni’met olmuşdur. Avâm ve havâs herkes, onun sohbet meclisine koşmuşdur. Tam bir ihlâs ile onun huzûruna gelenler, murâdına erer, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kul olurdu. Çünki o tesavvuf yollarının rehberi, hakîkat diyârının kumândânı idi. Allahü teâlânın lütfu ile güzel ahlâk ve fazîletlerle mücehhez idi. "Kutb-ul irşâd, Gavs-ul-evtâd" idi. Onun yolu sünnet-i seniyyeye uymak üzere kurulmuşdu. Zâhire kıymet vermeği terk, azîmetle amel, devâmlı zikr ve halkdan uzlet, halvet der encümen, sefer der vatan, hoş der dem, nazar ber kadem üzere yetişmişlerdir. Bu sebeble onun yüksek dergâhında bulunan erbâb-ı safâ, erbâb-ı vefâ olan talebelerinin gönülleri muhabbet-i ilâhiyyeye kavuşarak nûrlanıp, dünyâ maksadlarından temâmen yüz çevirmişlerdir. Her biri benliklerini yok edip, ellerinde bulunanı vermek hâline kavuşmuşlardır. 

Allahü teâlânın [Fetih sûresi 29.cu âyetinde meâlen] "... Onların yüzlerinde secdelerin izinden nişânları vardır..." buyurduğu âyet-i kerîme iktizâsınca, kim onun meclisinde bulunsa, yüksek edeb ve güzel ahlâkını, huşû’ ve vakârını görüp, Allahü teâlânın sevdiklerinden biri olduğunu anlardı.
Bu fakîr (Lâmi’î Çelebi) Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerinin eşiğine yüz sürdüğüm günden beri, bizzat şâhid olduğum ve onu seven güvenilir kimselerden işittiğim kerâmetlerini ve hârikalarını yazsam büyük bir kitâb olurdu. Fekat kendi zemânında bunların yazılmasına râzı olmaz diye, hâllerini kısaca yazdım. Çünki maksad onun rızâsını gözetmekdir. Bu (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbının tercemesine teşebbüsde bulunmam ve diğer mu’teber kitâblardan ilâveler yapmağa ihtimâm göstermem de sırf hocamın işâretleri ve himmetleri ve emrlerine itâ’at netîcesinde olmuşdur. Bu eseri hâzırlamam hocamın ma’nevî yardımlarıyla olmuşdur. Yoksa bu işi bu fakîrin yapdığı zan edilmesin.