Cinque Terre
Boğdan Zaferleri

Boğdan zaferi (I)

F
âtih Sultan Mehmed Han, ordusu ile 1476 baharında Boğdan topraklarına girdi. Üç yüz gemiden müteşekkil donanma da Boğdan sahillerini top atışları ile vurdu. 26 Temmuz 1476 günü Osmanlı ordusu Akdere mevkiinde Boğdan kuvvetleri ile karşılaştı. Yapılan muharebede, voyvodanın kuvvetleri tamamen yok edildi. 

Voyvoda Dördüncü Stefan güçlükle hayatını kurtardı. Boğdan ordusunda Leh ve Macar kuvvetleri de vardı. Bunların açtığı top ateşinden yeniçeri askerleri yere yatınca, Fâtih Sultan Mehmed Han, atı ile ileri atıldı. Bunu gören yeniçeriler de hücuma geçti ve düşman ağır şekilde mağlup edildi. Böylece Boğdan da Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Fâtih Sultan Mehmed Han, daha sonra da bu küçük devleti himaye eden Lehistan'a (Polonya'ya) gözdağı vermek için Hotin kalesini kuşattı. Böylece ilk defa muntazam bir Türk ordusu Lehistan'a girmiş oldu.

Boğdan Zaferi (II)

Sultan Selim Hân'ın son yıllarında, babası zamanında 1545'de Osmanlı hâkimiyetine alınan Boğdan prensliği; Almanya imparatorluğu, Lehistan krallığı ve diğer Hıristiyan devletlerin teşvik ve yardımlarıyla İoan cel Cumplit başkanlığında isyana teşebbüs ettiler. İoan, kırkbin kişi civârında asker ve seksen top ile harekete geçip, İbrail, Bender ve Akkerman kalelerini zabt etti. İsyan üzerine vezir Ahmed Paşa bölgeye gönderildi. 

Ahmed Paşa'ya Kırım Hân'ı Adil Giray da yardım edip, 9 Ekim 1574 tarihinde Boğdan zaferi kazanıldı. Boğdan zaferiyle, bölge tekrar Osmanlı hâkimiyetine alınıp, haraç miktarı arttırılarak, Petro Şiopul voyvodalığa tayin edildi.

Başlık
Bursa'nın Fethi
Talas Meydan Muhârebesi

İ
lk müttefik Türk ve İslâm orduları ile Çin ordusu arasında yapılan meydan savaşı. İslâmiyeti henüz kabul etmeyen Türklerin, Orta Asya’da İslâm dînini tanıtıp yayan Araplarla berâber Çinlilere karşı Talas’ta yaptıkları bu harp sebep ve neticesi bakımından çok önemlidir.

Göktürk İmparatorluğunu yıkmış olan Çin’in başındaki Tang Sülâlesi (618-906) devrinde İmparator Hivang-Çang (713-755), Türk Hanoğulları’nın hâkimiyetindeki Şaş/Taşkent şehrini ele geçirmek istedi. Bu gâyeyle Taşkent Seferine çıkan Kuça Vâlisi Kao Sien-tche çok geçmeden Taşkent hükümdarı Bagatur-tudun’u esir alarak Çin İmparatoruna gönderdi.

Bagatur-tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Tüen-en, başta Karluklar olmak üzere bölgedeki Türk boylarını Çin’e karşı birlikte harekete çağırdı. Ancak Göktürklerin yıkılmasından sonra henüz birliğini kuramamış olan Türkler, Çin kuvvetleriyle tek başlarına mücâdele edemeyeceklerini bildikleri için Abbasîlerden yardım istediler. Ziyad bin Sâlih kumandasında gelen İslâm ordusu, yardımcı Türk kuvvetleriyle birleşti. Bunu haber alan Çin komutanı Kao Sien-tche de 100.000 kişilik orduyla Talas şehrine geldi ve burada müttefik kuvvetlerle karşılaştı. 751 yılı Temmuzunda başlayan savaş pek şiddetli bir şekilde beş gün devam etti. Savaşın son gününde Çin kuvvetlerinin arkasına sarkan Karluklar düşmana ağır bir darbe indirdiler. Kao Sien-tche az bir kuvvetle canını zor kurtarabildi. Savaşta Çinliler, elli bin ölü ve yirmi bin esir verdiler.

Talas Meydan Muhârebesinin zaferle neticelenmesi Türk, Çin, İslâm ve dünyâ târihiyle medeniyetinde çok önemli tesirler bıraktı. Çinliler Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar Tanrı Dağları (Tiyenşan) batısına geçemediler. Batı Türkistan, Çin tehlikesinden kurtuldu.

Karluklar, Talas Zaferinden on beş yıl sonra 766 târihinde Tanrı Dağları batısında ve Çu Irmağı boylarında müstakil Türk devleti kurdular. Türkistan’daki Kamlık Buda ve Mani dinlerindeki yerli ve göçebe Türklerle Müslümanlar arasında serbest ticâret, dostluk ve iyi münâsebetler başladı. Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslâm dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslâm dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, buralardaki Türklerin İslâmiyeti benimsemelerine sebep oldu. İslâm medeniyet dâiresine Orta Asya’da binlerce Türk dâhil oldu.

Türkler, kâğıt yapmasını Araplar’a öğretti. Semerkant’taki imâlathânelerde yapılan ipekten kâğıtlar, Orta Doğu ve Akdeniz’e yayıldı. Müslüman Araplar hâkimiyetlerindeki bölgelerden öğrendikleri kâğıdı imâl ederek medeniyetin bütün dünyada hızla yayılmasına hizmet ettiler.

 

Estergon'un Fethi
E
stergon şehri Budin’in 45 km kuzeybatısında, Tuna kıyısında Vaç dirseğinin kuzeyinde yer almaktadır. Onuncu yüzyılın sonlarında Hıristiyanlığı benimseyen Macar Krallığının başkenti oldu (996). Dördüncü Kral Bela 12. yüzyılın ortalarında başkenti Budin’e taşıdı ise de şehir dînî merkez olma hüviyetini devam ettirdi. Taç giyme merasimleri yine burada yapıldı.

Estergon’u ilk fetheden Osmanlı hükümdârı, Kânûnî Sultan Süleyman Handır. Budin’i fethettikten sonra 1529’da Viyana’yı kuşatmak üzere Avrupa’ya hareket eden pâdişah, Semendire Sancakbeyi Yahyâ Paşazâde Mehmed Beye öncü birlikleriyle ilerlemesini söyledi. Mehmed Bey ve emrindeki kuvvetler, yolları üzerindeki Estergon Kalesini kuşattılar. Kale müdâfîleri karşılarında Osmanlı askerini görünce, silâh atmaksızın kaleyi teslim ettilerse de bu hâl kısa sürdü ve 1531’de elimizden çıktı.

Estergon’un kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmesi, Kânûnî Sultan Süleyman Hanın, 1543’te Avrupa’ya yaptığı Estergon Sefer-i Hümâyûnu adıyla meşhur onuncu seferinde gerçekleşti.

Kânûnî Sultan Süleymân Han, Estergon’un fethi için muhteşem ordusu ile 1543 yılı Nisan ayının sonlarında Edirne’den yola çıktı ve Temmuz sonlarında Estergon’a geldi. 29 Temmuz’da kaleyi muhâsara etti. Avusturyalılar, Budin’i kaybettikten sonra Estergon’a önem vermişler, büyük ölçüde tahkim etmişlerdi.

Sultan, bu pek muhkem olan kaleye fetihten önce, sünnet-i şerîfe uyarak bir elçi heyeti göndermiş, onları İslâma dâvet etmişti. Teklifi reddedilince cizye vermelerini, yoksa kan döküleceğini bildirdi. Bu teklifin de reddedilmesi üzerine muhhasara başladı. 6 Ağustostan sonra daha da şiddetlendi. On iki günlük bir kuşatmadan sonra düşman emân dileyerek 10 Ağustos 1543’te teslim oldu.

Câmiye çevrilen büyük kilisede ilk Cumâ namazını kılan Sultan, kaleyi yeniden tahkim ettirdi. Estergon’u sancakbeyliği hâline getirerek, Budin Beylerbeyliğine bağladı. Bundan sonraki târihlerde Estergon, serhat kalelerimizin en mühimlerinden olmuştur. 140 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Estergon şehri, 1683 Avusturya Savaşı sırasında kesin olarak kaybedildi.

Zigetvar Zaferi

C
ihan Hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman, ordusunun başında son seferine çıkıyordu. 13 yıldır, savaştan uzak yaşamıştı. Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezîd gibi iki pırlanta evlâdından olmuş; yaşamak ve hükmetmek gözünden düşmüştü. Nitekim, Saraydan çıkmadan önce, oğlu Şehzade Selim’e kendi el yazısı ile vasiyetini yazıp bırakmıştı. Besbelli, Allah’ın huzuruna, şühedâ mertebesinden dahil olmak istiyordu. 72 yaşındaydı. Nikris hastalığı, ayaklarını kelepçelemişti.

1566 yılının Nisan sonu idi…

Nemçe’ye son dersini vermek için Orduyu Hümayununun başında, köpük beyazı atının üstünde, Edirnekapı’dan şehri terk ederken, sakalı göbeğinde bir pir-ü fâni, ön safda diz çöküp ellerini gökyüzüne kaldırdı; dolu bir sesle şöyle dedi:

“Padişahım, biz senden râzı idik, Hak teâlâ da senden râzı ola!” Hünkâr, muradına ereceğini o anda anlamış olmalıdır; çünkü gülümsüyordu.

Zigetvar Önlerinde

Böyle çıktı, Orduyu Hümâyun İstanbul’dan… Böyle düştü gazâ yollarına… Böyle revan oldu şehişâhin ordusu, doğan güneşe doğru… Murad, zafer!.. Murad, şehadet!..

Hünkâr, yollar elverişli ise, araba ile, değilse, tahtırevanla gidiyor, şehirlere girileceği sıralar, atına biniyordu. Yaş yetmişiki… insanların kırkında, ellisinde hayata veda ettikleri o günlerde, 72 yaş, bugünün doksanı, yüzü… Buna rağmen Sultan Süleyman, yaşının handikapını kimseye duyurmadan ordusunun başına Zigetvar’a ulaştı. Tarih 1566 yılının 5 Ağustos’u idi. Osmanlı akıncıları, Macaristan’ın çimenli topraklarında nal izleri bırakarak köyleri kasabaları dize getirmiş, Osmanlı sancakları ile tepeleri tutmuşlardı.

Zigetvar, ünlü bir kale idi. “Yıllarca, dıştan bir yardım almadan, dayanabileceği” iddia edilirdi. Daha önemlisi, Avrupa’nın en yaman kumandanlarından sayılan Kont Zerini (Zerinski Nokloş) kaleyi savunuyordu. O Zerini ki, Şikloş’da, Tırhala sancak beyi ile oğlunu şehit etmiş ve cezayı hak etmişti. Kale kuşatıldı, cenk başladı. Veziriâzam, Sokulu Mehmed Paşa idi.

“Siget şehri, her yanından nehirle çevrilmiş olup, Eski Şehir, Yeni Şehir ve kaleden mürekkepti… Bunlardan her biri, köprülerle birbirine bağlıydı” diyor Hammer.
Önce, eski şehir topla dövüldü ve iyice yumuşatıldı. Kont Zerini, bu şartlarda eski şehri savunamayacağını anlayınca, yeni şehri baştan aşağıya yaktı ve bütün gücü ile eski şehrin savunmasına geçti.

Ama Türkler, hendekleri toprakla doldurup, yeni şehrin harabelerinden atlayarak eski şehri aldılar. Artık başka çare kalmadığı için Kont Zerini de kaleye çekildi. Yaman bir vuruşma sürüyordu! Osmanlılar, kale duvarlarını topla dövüyor, mazgallarını yerle bir ediyorlardı. Zerrini direniyordu ama, daha fazla dayanamazdı. Tek çare; bir baskınla Osmanlı ordusunu şaşırtmaktı…

Zerrini, altı yüz kadar askeri ile kaleden fırladı. Muhasara çemberini yarıp çıkmayı tasarlıyordu. Ne var ki, Osmanlılar tetikte idi. Göğsüne iki kurşun, başına da bir ok yiyen Zerini, Yeniçerilerin ayakları dibine düştü.

Müjdeden Sonra Vefât

Kale, kuşatılmış!..
1566 yılı Ağustosu’nun beşi..
Sultan Süleyman 72 yaşında…
Sultan Süleyman, nikrisli bacaklarının üstünde zor duruyor.
Ama sağlam görüntü vermek gerek askerine… “Kan tükürüp, kızılcık şerbeti içtik” demek gerek bu sıralar…

Yorgun mu, hasta mı olduğunu bilmiyor. Ama iyi değil… Sağlam günlerinde, diri günlerinde yazdığı mısralar, aklından geçiyor muydu acaba?.. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diye mırıldanıyor muydu?.. Ama işte “alınmaz” diye ün yapmış Zigetvar kalesi kuşatılmış… Toplar, eski şehri dövüyor, yerle bir ediyor!.. Kalenin düştüğünü; yiğitlerin, kale burçlarına bayrak kondurduğunu görebilecek mi acaba?..
Huzur-u Rabbülâlemin’e çıkmaya hazırdır.

Ne ettiyse, ne yaptıysa, şeriât üzre yaptı… Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi’nin fetvası olmaksızın hiçbir işe kalkışmadı. Vasiyet etti ki, “Bu fetvalar, benimle birlikte gömüle…” Allah’ın emrine uymuş bir Hünkâr, Allah’ın huzuruna öyle çıkmak istedi.

Böylece, tam 33 gün, gece-gündüz kalenin düştüğü haberini bekledi. Kale de ha düştü, ha düşecek… Ama Zerini direniyor son gücüyle… Hünkâr da titizlendikçe titizleniyor… Veziriâzam Sokullu Mehmed Paşa, onun ne beklediğini bilmekte… Hünkâr, iyice hasta. Artık, çadırın kapısına kadar çıkması bile azalmış… Kale, bugün-yarın; Hünkâr, bugün-yarın… Sonunda dış kale düştü ve Sokullu Mehmed Paşa, Hünkâr’a koştu: “Müjdeler olsun Sultanım, kefere kırıldı, kale düştü!...” dedikten sonra koca sultan hakkın rahmetine kavuştu.

Cerbe Muhârebesi

1
560’ta vukû bulan ve Haçlı donanmasının hezîmetiyle sonuçlanan, deniz muhârebesi. Preveze yenilgisinin izlerini silmek isteyen Avrupalılar, Türkleri Batı Akdeniz’den çıkarabilmek için, Turgut Reisi Cerbe’de vurup askerini imhâ etmek gâyesindeydiler. Ancak bu sâyede Tunus ve Trablus, İspanya’nın eline geçerdi. Türklerin burayı yeniden ele geçirmeleri ise yılları alırdı.

Mehdiye Kalesinin yıkılmasından sonra Turgut Paşanın elindeki en müstahkem kale, Cerbe Kalesiydi. Turgut bilhassa son yıllarda burasını iyice tahkim etmişti. Cerbe Adası, Trablus’la Tunus’un arasında bulunduğundan, buradan her iki ülkenin de kontrolü kolay oluyordu. Bunun içindir ki, Haçlıların ilk saldırı noktası Cerbe Adası idi. Cerbe’de yenilen Türklerin Trablus’u savunmaları zor olacaktı. Cerbe’de bin kişilik bir Türk kuvveti vardı. Turgut Paşa’nın esas kuvvetleri Trablus’ta bulunuyordu ve bunların güçlü Haçlı donanmasına bir şey yapamayacakları meydandaydı.

Nitekim Haçlıların, Osmanlılara karşı hazırlanmış ve kesin bir zafer almayı aklına koymuş olan iki yüz parçadan mürekkep müttefik donanması, ihtiyat olduğundan epey zamandır sefere çıkmayan Jan Andrea Dorya kumandasında Cerbe önüne geldi. Turgut Paşa bu muazzam kuvvete karşı koyamayacağını anlayarak Trablus’a çekilirken, acele olarak Mora sancakbeyi vâsıtasıyla durumu İstanbul’a bildirdi.

Cerbe’yi almaya muvaffak olan İspanyol ve müttefikleri Osmanlı donanmasına karşı acele orayı tahkim ettiler. Buna karşı Piyâle Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Cerbe Adası önüne geldi ve işte burada târihte meşhur Cerbe Muhârebesi yapıldı.

Haçlı donanmasının başında başkumandan Andrea Dorya bulunuyordu. Donanma iki yüz gemiden müteşekkil olup, buna 30 bin asker yüklenmişti. 22 yıldan beri, Preveze’den sonra Hıristiyan âlemi böyle bir armadayı bir arada görmemişti.

Preveze Taktiği Uygulandı

Kaptan-ı Deryâ Piyâle Paşa komutasındaki Türk donanmasında ise Uluç Ali Reis,Seydi Ali Reis ve Turgut Paşa gibi tecrübeli kaptanlar bulunuyordu. Donanma 120 parçadan müteşekkildi. Bu tecrübeli deniz serdarları yaptıkları harp dîvânında düşmanı imhâ için Preveze’de kullanılan taktiği uygulamaya karar verdiler.

Piyâle Paşa ve tecrübeli komutanları Haçlı armadasını 14 Mayıs 1560 sabahı pek az bir zâyiâtla birkaç saatte perişân ettiler. Düşman askerinin 20 bini imhâ edildi. Bu muhârebe, Andrea Dorya’nın Preveze’de Barboros’tan yediği silleden sonra, müttefiklere vurulmuş ağır bir darbe oldu. Müttefik kuvvetlerin 60 büyük gemisi batırıldı. Büyükamiral Andrea Dorya yaralı ve perişân bir halde alelade bir kayıkla hayâtını zor kurtardı.

Zaferi müteâkip muhâsara edilen Cerbe Kalesi kısa sürede tekrar fethedildi. Kaledeki İspanyol Generali Alvaro bir gemiye atlayarak kaçmışsa da, Turgut Paşa tarafından tâkip edilerek esir alındı. Adanın idâresi Turgut Paşaya verildi.

Cerbe’de Türk zâiyatı Preveze’de olduğu gibi hayrete değer derecede az olmuştur. Ancak birkaç küçük Türk gemisi batmış ve şehitlerin sayısı bini bulmamıştır.

 

Vâdi-üs-Seyl Zaferi

O
smanlı Devleti, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Cezayir’i fethedince, batısında bulunan Fas ile komşu oldular. O tarihlerde Fas sultanı olan II. Muhammed, Osmanlıların kendi devletini de ele geçireceğinden korkarak, 80.000 kişilik bir ordu ile Cezayir üzerine yürüdü. Cezayir valisi olan Kazdağlı Salih Paşa bunu haber alınca derhal harekete geçti ve Sebû denilen yerde 5 Ocak 1554 günü yapılan harpte Fas kuvvetlerini bozguna uğrattı.

 Ertesi gün de Fas sultanlığının başşehri olan Fes şehrine girdi. Burada 4 ay kadar hüküm sürdü. Fas sultanı güneydeki Merakeş şehrine kaçmıştı. 4 ay sonra Salih Paşa buradan çekilerek Cezayir’e dönünce sultan, tekrar Fes şehrini ele geçirerek tahtına oturdu. Osmanlıların tekrar kendi ülkesine saldırmasından korktuğu için, kuzey komşusu İspanya ile bir işbirliği anlaşması yaptı.

Ayrıca, Osmanlı Padişahlarını Halife-i Müslimin olarak tanımadığını da bildirerek, hutbe lerde onların adının okunmasını yasakladı. Fakat bir yerde hata yapmıştı; hükümdar olduğu sıralarda, Faslılara güvenemediği için, kendi muhafız birliğini, dürüst ve cesur olarak tanıdığı Türkmenlerden kurmuştu. Sultanın Osmanlılarla savaşması ve onlara karşı hristiyan İspanyol larla işbirliği yapması, bu Türkmen muhafızların tepkisine sebep oldu.

Hutbede Osmanlı Sultanının İsmi Okunmayınca…

 Bir Cuma namazından sonra, hutbede Osmanlı sultanının adının okunmadığını gören muhafız alayı kumandanı Salih Kahya, hemen saraya gitti ve bir şey arzedecekmiş gibi hükümdarın yanına yaklaştı, sonra da aniden elindeki baltayı kaldırarak sultanın kafasını uçurdu. Onun yerine de Osmanlı dostu olan I. Abdullah’ı sultan ilan etti ve sabık sultanın kesik başını İstanbul’a gönderdi. Bu hadiseler sırasında Cezayir valisi Salih Paşa öldü ve yerine Barbaroszade Hasan Paşa Cezayir valiliğine tayin edildi.

Kanuni’nin emriyle Hasan Paşa derhal ordusuyla Fas’a girdi ve yeni sultanın Osmanlı hükümdarına itaatini kabul etti. Bundan sonra Osmanlılar Fas’ın kuzey sahillerinde, muhtemel İspanyol saldırılarına karşı muhkem kaleler inşa ettiler ve buralar çok sayıda asker yerleştirdiler.

Bu hadiseler Avrupa’da büyük korkuya sebep oldu. Osmanlıların Fas üzerinde İspanya’ya geçeceği söylentileri yayıldı. Nihayet 1578 senesinde İspanyol, Portekiz ve diğer Avrupa devlet lerinden kurulu kalabalık bir haçlı ordusu, Osmanlıları kuzey Afrika’dan atmak için büyük bir donanma ile Fas sahillerine çıktı.

Bütün İspanyol ve Portekiz Genareller Öldürüldü

Cezayir valisi Ramazan Paşa, bunu haber alır almaz hemen harekete geçti ve 4 Ağustos 1578 günü Vâdi-üs-Seyl denilen yerde haçlı ordusu ile karşı karşıya geldi. Burada tarihin akışını değiştecek olan müthiş bir savaş başadı. Ramazan Paşa kumandasındaki 30.000 kişilik Osmanlı ordusu, 80.000 kişilik haçlı kuvvetlerini iki saat içinde perişan etti. 40.000’i öldürüldü, 20.000’i esir alındı. Kalan 20.000 haçlı da sahilde bekleyen gemilerine kaçmayı başardı. Fakat, pusuda bekleyen Osmanlı donanması derhal haçlılar üzerine saldırdı ve düşman gemi lerinin büyük bir kısmı imha edildi. Bu savaşta Portekiz kralının baş kumandanı Sebastian ile bütün Portekiz ve İspanyol generalleri öldürüldü.

Eğer bu savaşı osmanlılar kaybetseydi, belki de bugün Kuzey Afrika, bir zamanlar Müslüman memleketi olan İspanya gibi, Hristiyanların eline geçecek ve bir hristiyan ülkesi olacaktı. O tarihe kadar dünyanın en kuvvetli devletleri arasında sayılan ve bilhassa muazzam donanmasıyla Müslüman devletlere çok zararlar veren Portekiz, büyük devletler arasından silinerek, bir çok denizaşırı toprağını kaybetti. Bilhassa uzakdoğudaki Müslüman devletler rahat bir nefes aldılar.


 

Ridâniye Meydan Muhârebesi

O
smanlı ordusunun kesin zaferiyle netîcelenen Osmanlı-Memlûk meydan muhârebesi. 22 Ocak 1517 târihinde Kâhire yakınlarındaki Ridâniye mevkiinde Osmanlı Sultânı Birinci Selim Han ile Mısır Memlûk Sultanı Tomanbay arasında meydana geldi. Netîcesi îtibâriyle İslâm ve Osmanlı târihi bakımından önemli hâdise ve değişikliklere sebep oldu.

Sinâ Çölünü Beş Günde Geçti 

Sultan Selim Han, Osmanlı Devleti aleyhine başka devletlerle ittifak içine giren Memlûk Devletine karşı, 1516 yılında Mısır Seferine çıktı. 24 Ağustos 1516 târihinde Mercidâbık’ta Mısırlıları mağlup ederek, Sûriye veFilistin’i zaptetti. İleri harekâta devamla ağırlıklarıyla berâber Sinâ Çölünü beş günde geçerek, Sâlihiye’ye geldi. Sinâ Çölünü geçerken yağmur yağınca, her birine dörder ve altışar çekim hayvanının koşulduğu ağır arabalardaki yüzlerce top, kumların katılaşması sâyesinde kolayca geçirildi. Ordu ve hayvanlar su sıkıntısı çekmedi. Sultan Selim Hanın Ridâniye’ye giderken, ordunun ağırlıklarıyla bir günde elli kilometre yürümesi, harp târihinde rekordur.

Osmanlı ordusu, 21 Ocakta Kâhire’ye çok yakın Birket-ül-Hac mevkiinde konakladı. Mısır Seferi esnâsında, çölde ve Kâhire yakınında Bedevî eşkıyâların ve Memlûklerin tecâvüzkâr saldırılarına karşı tedbir alınıp, taarruzları önlendi. Tomanbay kumandasındaki Mısır-Memlûk ordusu, Âdiliye’deydi. Kâhire’nin kuzeyindeki Ridâniye Köyü Ovası önündeki cephesi, kuzeydoğuya dönük bir mevzi hazırlayıp, doğuda El-Mukattam Dağına; batı kanadı da Nil Nehrine dayatılmıştı. Bu mevziin önü açıktı. İleri arâziye hâkim olup, Sinâ Çölünden gelen yolu kapayan ve kontrol altında bulunduran bir vaziyetteydi. Mevzi kazılan derin bir hendekle çıkan toprağın bu hendeğin önüne atılmasıyla hazırlanan bir siper ve gerisine gömülen iki yüz top vardı. Toplar Avrupa’dan getirilmiş olup, topçular yabancıydı.

Ani Baskın

Tomanbay, ordusunun piyâde kısmını bu mevziye yerleştirip, süvâri birlikleri ve ihtiyatı geride bulunduruyordu. Tomanbay’ın taktik plânı; Osmanlıların taarruzunu önce topçu ateşiyle kırdıktan sonra süvârîlerin ve hassa ordusu cündîlerin karşı taarruzu ile Osmanlı ordusunu yok etmekti. Memlûk ordusunun mevcûdu elli bin civârında bulunuyordu. Osmanlı ordusunun mevcûdu altmış bin olup, üç yüz de top vardı. Topların bir kısmı yivli olup, bâzıları arka arkaya beş, on gülle atabiliyordu.

Sultan Selim Han, esirlerden ve keşif netîcesinde Memlûk muhârebe usûlünü tespit ettirdi. Vakit geçirmeden düşmana son darbeyi vurmak için çok dâhiyâne ve cüretli bir kararla harekete geçildi. Ridâniye mevziine, cepheden taarruz vazîfesi yapacak ihtiyâtî kuvvetleri bıraktıktan sonra, asıl kuvvetlerle 21/22 Ocak 1517 gecesi Kâhire’nin doğusundaki El-Mukattam Dağını dolaşarak sarktı. Osmanlı toplarını sür’at ve mahâretle uygun yerlere yerleştirdi. Böylece Sultan Selim Han, Memlûklerin beklemediği bir istikâmetten taarruz etmekle, Mısırlıları baskına uğratıp, taktik plânlarını bozarak, uzun zamandan beri büyük emeklerle hazırladıkları mevzi ve topları muhârebe dışı bırakacaktı. 22 Ocak sabahı harp başlamadan önce iki tarafın muhârebe düzeni bu hâldeydi.

Memlük Kuvvetleri Şaşkına Döndü

Muhârebe, 22 Ocak 1517 sabahı erken saatlerde başladı. Mısır ordusunun önündeki Osmanlı alayı hücûma geçince, Tomanbay önceden mevzîlerde hazır beklettiği topların ateşe başlamalarını emretti. Bu arada gerilerine sarkmış bulunan asıl Osmanlı kuvvetlerinin “Allah, Allah!” nidâları ile kendilerine hücûm ettiğini görünce, şaşkına döndü. Topları mevzilerinde kalıp işe yaramadı. Memlûk kuvvetleri bir anda iki ateş arasında kaldı. Fakat Memlûk süvârileri büyük bir cesâretle ileri atıldılar. Merkezdeki saflar birbirine girip, iki taraf da kıyasıya muhârebeye tutuştu. Yakın muhârebe ve boğuşma kayıpları arttırdı. Osmanlı topu ve tüfekçisinin ateşi altında mücâdele edip, pervâsızca direnmeleri Memlûk kayıplarını daha da arttırdı.

Memlûklerin Osmanlı merkezine karşı ileri atılmaları üzerine, Vezîriâzam Hadım Sinan Paşa kumandasındaki sağ kanat ve Vezir Yûnus Paşa emrindeki sol kanat kuvvetleri taarruza geçerek Mısırlıların yan ve gerilerini kuşattı. Bu arada savaşı kaybetmek üzere olduğunu anlayan Tomanbay yanına aldığı iki yüz seçme askerle pâdişâhın otağına saldırdı. Pâdişâhı öldürebilirse Osmanlı ordusunun dağılabileceğini hesaplamıştı. Ancak onlar Yavuz zannettikleri Sinân Paşanın kuvvetlerini yararak etrâfını çevirdiler. Sinân Paşa büyük bir azîm ve kahramanlıkla mücâdele ettiyse de şehit düştü. Yavuz Sultan Selim, bu kısma derhâl Bâli Ağa kumandasında yardımcı birlikler gönderip durumu lehine çevirdi. Muhârebe akşama doğru Osmanlı ordusunun zaferiyle netîcelendi.

Sinân’ı Mısır’a Değişmezdim

Yirmi beş bin kayıp veren Memlûk ordusunun geride kalanları Kâhire’ye ve oradan da Sait istikâmetine çekildi. Sultan Tomanbay da Kurtbay ve bir avuç adamıyla selâmeti kaçmakta buldu. Vezir Yûnus Paşa, Memlûklere karşı zaferin kazanıldığını ve Tomanbay’ın kaçtığını Sultan Selim Hana bildirdiğinde; “Lala Lala! Mısır’ı aldık ama Sinân’ı kaybettik. Sinân’ı Mısır’a değişmezdim. Sinân’sız Mısır’da ne güzellik olur?” sözleriyle Sinân Paşanın yanındaki kıymetini belirtti. Ertesi gün vezîriâzam Sinân Paşa ve diğer şehitler defnedildi. 24 Ocak 1517 târihinde Kâhire’ye girilip Mısır’ın fethi tamamlandı.

Halîfelik, Sultan Selim Hana Geçti

Osmanlı zaferiyle netîcelenen Ridâniye Meydan Muhârebesi; Osmanlı Devletine ve dünyâ târihine pekçok maddî ve mânevî faydalar sağladı. Mısır, Arabistan Yarımadası, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Kızıldeniz’e ve Hind Okyanusuna inilip, Kuzey Afrika hâkimiyet yolu açılarak, Osmanlı hudûdu Atlas Okyanusuna dayandırıldı. Hicaz ve Orta Doğudaki mübârek makamlar Osmanlı hizmetine açıldı. Buralar nâdide eserlerle süslendi. Yeni eserler ve ilâveler yapılarak, istifâdeye sunuldu. Halîfelik, Sultan Selim Hana geçerek Osmanlı pâdişâhları saltanata ilâveten hilâfet makâmına da sâhip olmalarıyla, İslâm âleminin de lideri oldu.

Ridâniye Muhârebesi ve Mısır’ın fethinde, askerî sâhada ilk defâ Osmanlılar 1517 yılında yivli top kullandılar. Avrupa’da 1868’de ilk defâ Almanların kullandığı yivli topların, Osmanlılarda on altıncı yüzyıl başlarında mevcut olması, îmâl edilerek muhârebelerde kullanılmaları, teknikteki üstünlüklerini göstermesi bakımından önemlidir. Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır Seferi harekât kâbiliyeti, sevk ve idâre, muhârebede tatbik edilen taktik ve strateji bakımından harp târihinin eşsiz nümûneleri arasına girer.

 

Çıldır Meydan Muhârebesi
Ç
ıldır Meydan Muhârebesi, 9 Ağustos 1578'de Osmanlı Devleti ile Safevi kuvvetleri arasında yapılan meydan savaşıdır. 1555 yılında imzalanan Amasya Antlaşması'yla Safevi Şahı I. Tahmasp; Osmanlıların Kars, Iğdır, Revan (Erivan) ve Tebriz çevresindeki egemenliğini kabul etmişti.

23 yıl sonra antlaşma bozuldu ve bu bölgeler tekrar Safevilerin eline geçti.

III. Murad tarafından sefer ile görevlendirilen Lala Mustafa Paşa, önce Erzurum'a geldi. Deveboynu'nda karargâhını kurdu.

İran Şahı, Erzurum üzerine ordusunu gönderince savaş kaçınılmaz olmuştu... Sadrazam Lala Mustafa Paşa, bu iş için Erzurum Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa'yı görevlendirdi. O da hemen Derviş Paşa'yı düşman kuvvetleri hakkında istihbarat yapması için küçük bir öncü kuvvetle, İranlıların karargah kurduğu Çıldır civarına gönderdi. Yanında üç yüz kadar asker bulunuyordu...

Bu sırada, Ardahan Sancakbeyi Abdurrahman, kendi üzerine düşeni yerine getirerek Çıldır Gölü'ndeki "Ağca Kalesi"ni fethetti.

Bunun üzerine, sefere çıkan Tokmak Han komutasındaki yaklaşık 30.000 kişilik Safevi Ordusu ile Türk ordusu Çıldır yakınlarında 9 Ağustos 1578'de karşılaştılar. Savaşta Türk ordusu önemli bir zafer kazandı ve Aras boyu tekrar Osmanlıların eline geçti.

Zafer, Safevi direncini önemli ölçüde kırdı ve Gürcistan ile Azerbaycan'ın yolunu açtı. Çıldır Zaferi'nden sonra ileri harekatına devam eden Türk ordusu aynı yıl içinde Gürcistan ve Şirvan'ı fethederek Hazar Gölü kıyılarına ulaştı.

Derviş Paşa Şehit Oldu

Derviş Paşa, İran ordugahına yaklaştığı zaman, onların gayet dağınık vaziyette olduğunu gördü ve aniden içlerine daldı. O kadar şiddetli saldırmıştı ki, bu üç yüz kişi ile düşmanın iki alayını bozdu. Diğerlerini de yüzgeri etti. Fakat İranlılar çabuk toparlandılar. Geriden aldıkları taze kuvvetlerle karşı hücuma geçtiler. Müthiş bir çarpışma başladı...

Derviş Paşa'nın askerleri hızla eriyordu. Ağalardan otuzu şehid olmuştu... Nihayet Paşa'yı da atından yere düşürdüler. Derviş Paşa, o sırada yetişen ağalardan ikisinin yardımı ile atına tekrar bindi ve bu sırada da zaten Özdemiroğlu Osman Paşa esas kuvvetlerle yardıma yetişmiş ve duruma hakim olmuştu...

Derviş Paşa bir kenarda duruyordu. Atının üzerine yatmış gibi eğilmişti. Osman Paşa, gayrete getirme için bağırdı:
-Ne durursun Derviş'im, haykır da dağlar taşlar inlesin!
Derviş Paşa atının üzerinde hemen doğruldu ve;
-Yürüyün bahadırlarım, vurun aslanlarım! diye bağırdı. Narası ile atını düşmana doğru sürdü. O zaman mesele anlaşıldı. Göğsü al kanlar içindeydi. Osman Paşa'nın gözleri doldu. Yanında bulunan ağalara;

-Tiz peşinden gidin, alın getirin, emrini verdi.

O gün savaş akşama kadar sürdü... Beş bine yakın asker kaybeden İranlılar mağlup olmuşlardı. Tarihimize "Çıldır Zaferi" olarak geçen bu savaşın galibi Osman Paşa idi. Fakat hiç şüphesiz Derviş Paşa'nın payı da büyüktü...

"Cenk bitti mi Paşam?"
Akşam olmuş hava kararmıştı. Meşalelerin aydınlığında zafer kutlanıyordu. Özdemiroğlu Osman Paşa, Derviş Paşa'yı çadırında ziyaret etti. Güçlükle konuştu:
-Paşam, cenk bitti mi?
-Gazan mübarek olsun Derviş'im, kazandık...
Derviş Paşa'nın yüzünde bir gülümseme dolaştı, sonra da ağzından "Allah" sözü çıktı ve bir daha açılmamak üzere gözlerini kapadı. Kahraman Paşa şehid olmuştu...

Çıldır Zaferi'nden hemen sonra ayrıca Çıldır Eyaleti kuruldu. Arpalı, İmirhev, Pertekrek, Ardanuç, Çeçerek, Aspinze ve Ude sancaklarına sahip eyaletin ilk beylerbeyi Atabegli Mustafa (Minûçihr) Paşa oldu.

Uyvar Zaferi Uyvar önünde bir Türk gibi kuvvetli

F

azıl Ahmed Paşa 'nın mühürdarı Hasan Ağa ile Erzurumlu Osman Dede, Orta Avrupa 'nın kapısı sayılan Uyvar'ın muhasara ve fethinde hazır bulunmuşlardı. Tarihimizin zaferler silsilesi içinde önemli bir yeri olan bu olayın hikâyesini, onların kalemlerinden sunuyoruz.
Budapeşte’nin 80 km kuzey batısında ve Viyana'nın 110 km doğusunda yer alan Uyvar kalesi, 17. yüzyılda doğudan Orta Avrupa'ya açılan en önemli kapıydı.

Köprülü-zâde Fazıl Ahmed Paşa sadaret gelişinin ikinci yılında ve ilk seferinde bu kapıyı kırmak üzere harekete geçince, Avrupa'da heyecan fırtınaları esti. Çünkü yarım asrı aşkın süreden beri, Osmanlı-Avusturya kapışması olmamıştı. Bu büyük sefer, Osmanlılar'ı bir sonun başlangıcı noktasına da getirebilir, onlara Viyana yolunu da açabilirdi.

Avrupa'nın bu en müstahkem kalesi olan Uyvar, Türk askerinin olağanüstü gayret gösterdiği şiddetli muhasaraya ancak 38 gün dayanabildi ve düştü. Olay, bütün Hıristiyan ülkelerde geniş yankılar uyandıracak ve o güne kadar görülmemiş ölçüde neşriyat yapılmasına yol açacaktı. Ve herhangi bir işte örnek kararlılık, azim, cesaret, şecaat ve yiğitlik gösterildiğinde, “Uyvar önünde bir Türk gibi kuvvetli” denilmesi, Avrupa’da atasözü halinde yerleşecekti.

Seferde bulunanlardan Fazıl Ahmed Paşa’nın mühürdarı Hasan Ağa “Cevahirü’t-Tevarih” ve Erzurum’lu Osman Dede “Tarih-i Fazıl Ahmed Paşa” isimli eserlerinde Uyvar’ın fethini tafsilâtıyla anlatmaktadırlar. Şimdi, konuyu onların kaleminden takip edelim:

Dört koldan muhasara

Ve 1074 (1663) Muharremi’nin 13. Günü Serdâr-ı Ekrem hazretleri, alay ile Uyvar kalesinin Beç kapısı tâbir olunan mahallin hizasında kurulan Otağ-ı hümâyûnlarına yerleştiler. Ol gece yeniçeri metrise girûp, Sadrıâzam hazretleri ortada, Serdar Ali Paşa sağ tarafta ve Yusuf Paşa sol canibde üç kol olmak üzere asker tertip ve ta'yin olunup, kaleyi dört taraftan muhasara eylediler. Kollara 14, 18 ve 24 vukıyye gülle atar, toplam 24 top konuldu. Teslim teklifinin reddedilmesi üzerine, sabah namazı kılındıktan ve kurbanlar kesildikten sonra toplara ateş verildi.

İlk dört günde gayretli çalışmalarla metrisler hendek başına yaklaştı. Nihayet kalenin Beç kapısı demekle maruf mahallin pişgahında hendek başında bir metin ve müstahkem tabyası olup içinde 4-5 yüz kadar melain bulunuyordu. Bunlar metris erbabına ziyade keder ve zarar verdikleri için tabyanın fethi en mühim işlerden biri haline geldi. Muharrem'in 18. günü (10 Ağustos) kuşluk vaktinde tabyadan metrisler üzerine biraz kâfir çıkmasıyla, yeniçeri gazileri ve biraz yaya sekbanları gülbank-ı tekbir ile kefere üzerine yürüdüler. Küffar tabyaya firar ettikleri gibi, ardlarınca tabyaya girip bir azim cenk oldu ki, tâbir olunmaz. Bi-lûtfillahi teâlâ cünd-i İslâm galip gelip tabyada olan müşrikinin çoğunu kılıçtan geçirip bakiyyetü's suyûfı (kılıç artıklan) kaleye firar eylemekle guzât-ı İslam (İslâm gazileri) tabyayı zapt eylediler.

Kuburlar duvar dibinde

Serdâr-ı âli hazretleri kuburların ileri yürümesi için binefsihi gayret eylemelerinden nâşi, gecelerde 5-6 saate değin kabur ağzında oturup ve gündüzlerde toprak sürülen yerde dimen-i dermeyan ihtimam olurlar idi. Hatta bir gün bir gece yağmur yağıp, metrislerde gezilmek kabil değil iken, Sadr-ı âli dizlerine dek balçık içinde metrisleri dolaşıp her sınıfa sayısız ihsan ile cenk ve harbe teşvik etmişti. Onun iş görülmesi için ziyade gayretini gören metris halkı, yüzüne karşı dualar eyleyip, "Sizin gibi serdâr'ın uğurunda ve din ve devlet yolunda baş ve canlarımız fedadır" diyu, gazâ yolunda sebat-kadem ve metanetlerin izhar eylediler.

İşte bu çalışmalar sonunda, kuburlar hendeğin üç kulaç derinliği suyu karşu yakaya çıktı. Amma küffar gece gündüz kuburlara ziyade takayyüd iderdi. Zirâ bilürdü başına ne gelür? Vezir-i âzam kolunda olan kubur, ibtida duvara yanaştı. Amma hayli zahmet çekildi. Küffâr-ı hâksâr, birkaç defa kuburu topla vurup bozup yıkardı. Akşamdan yine sabaha dek, ol yıkılan yeri tamir ederlerdi. Çün bu hal üzere olmadı. Kuburun bazı tarafından bu kadar bin kütük ve bu kadar bin torba toprak yığılup, karşıdan topa siper oldular ve kubur önüne kütükten siper eylediler. Ve kuburun üstüne dahi büyük direkler kodular. Ve kuburların üzerine torba kodular ki, yukarıdan kale bedeninden kurşun urulmaya. Bu hal ile kuburu emin bir şekilde işlediler.

Topçuların başarısı

Amma bizim topçularımızın haddi zatında hakkı yenmez. Küffarın topun urup, pâre pâre iderdi. Birkaç defa küffarın topunun parçaları bizim topumuz darbından metrislere düştü. Ve ol parçaları efendimiz önüne gitürürlerdi. Topçulara mübâlaga ihsan ederdi. Çünkü küffarın beş-altı pare büyük topun kırdık. Küffar-ı bî-din artık gündüz top atamaz oldu. Baş göstermeğe korkardı. İslâm askeri topcusu yine topumuz kırar. Heman topu gece ile atmağa başladılar. Bir gecede vezîr-i âzam kuburuna 25 top attılar. Kubur yıkıldı. Sabah oldukta, meğer kubura asla zarar ermemiş. Bunca toprak ve kütük ve torbayı geçmek nice mümkün? Küffâr-ı bî-din bir hal üzere derman edemez oldu. Gece ile de top atamaz oldu.

Berüden ise Vezîr-i azam, her topun başına ağalarından birer ağa tayin etti. Böyle tenbih ederdi ki, "Her bâr ki kefere bir top atarsa siz üç top atun" der idi. Bi-hamdillahi teala, küffarın gerek olan topları helak olduktan sonra kuburlarımız karşı duvara yapışıp geçe-cek yol oldu.

Sıra serdengectilerde

Serdengeçtiler karşı duvara hücum edip vardılar. Zîra küffarın karşı yakada duvar dibinde şaranpo tabir edilen kazıklar vardı. Ol kazıkların dibinde büyük hendek kazılmıştı. Burada kıyametden nümûne bir cenk ve pürhâş eyleyen serdengeçtiler, ol küffarın duvar dibinde olan metrisini aldılar. Ve pekçok kelle kesip birkaç dil (esir) ele geçirdiler. Bi-inâyetillâhi teâlâ kale duvarına el vurdular. Amma küffâr-ı hâksâr, karşı geçen serdengeçtiler üzerine ateş saçup bunca fuçılar içine barut ve sâz koyup yukarıdan zencir ile atardı. Bunca taş yağdırdılar. Bunca el kumbarasın, bunca kovan arusun aşağı duvar dibinde olan ümmet-i Muhammed'e atarlardı. Amma serdengeçtinin hali budur.

Sonra vezir lâğıma mübâşeret ettirdi. Kurbanlar boğazlattı. Duvar gedüğüne lağımcılar el urdu. Meğer küffar dahi içeriden külünk ile tak tak ederdi. Yani, "Siz hazır iseniz biz dahi içerüde hazırız. Heman zahmet çekmeyin lâğım idemezsiniz" diyü. Berüden İslam lağımcıları medet sultanım lağım duyuldu. Ve zir dahi bir başka yerden mübaşeret edin dedi. Tekrar lağımcılar duvara el vurduğunda, küffar-ı haksar yine içeriden külünk ile vurup hazırız dediler. Üç defa bu hal ile mübaşeret olunur iken, "Ya buna çere nedür?" diyü Sadrıâzam buyurdu. Ve Rumeli Beylerbeyisi ile müşavere eyledi. Mezkur Rumeli Beylerbeyisi önce sağ kol idi. Sonra Rumeli Beylerbeyisi şehid oldukta, sağ kol olan beğisine Rumeli iki tuğuyla ihsan olundu. Zira o kale muhasarasında çok üstad idi. Ve müstakim, doğru adam idi. Sadrıazam ona buyurdular ki: "Buna çarenüz nedir? KüfIar 3-4 defa lağımlarımızı duydu. imdi artık lağım olmaz." Ali Paşa: "Heman kale duvarının kökün kazarız. Ve içerü kala duvarının yanına doğru oyanz ye oyulan duvan direkler üzerine alırız. Tamam olduktan sonra ol duvara ateş verip duvar yer ile beraber olur.”

Duvar  Yerle Bir

Vezlr-i azam Ahmed Paşa, bu tedbiri akıl mizanına getürdü ve fikr eyledi. Ma'kuldür diyu lağımcılara emreyledi: “Varın mübaşeret eylen. Allahü teala işinizi asan eyleye.” Ve lağımcı başısına hayli ihsân eyledi. Şair lağımcılara dahi hayli bahşiş verdi.  Ol gece can hakkıyla mübaşeret eylediler ve sabaha dek yirmi arşın kadar duvarın kökün kazıp oydular. Sonra azim direkler üzerine aldılar. Öyle ki ol oyukda adam eğilip yürürdü. Çün sabah oldu. Ol direkler ateşe urulduktan sonra, 3-4 balyemez top urdular.  Ol duvar hak ile yeksan oldu. Ve hendekin suyun doğru uçtu. Azim büyük gedik açıldı. Büyük top ol yere vursa, fındık kayaya vurmuş misâli olurdu. Meğer lağım ola. Çün küffâr kale duvarını bu hal üzere gördü. Akılları başlarından gitti. Amma yukarı kale bedenine çıkmak nice mümkün? Duvar yıkıldı amma, dolma toprak azim bayır oldu, asıldı.

Şimdi bir taraftan yıkılan yerden içerüye doğru kazıp lâğıma mübaşeret ederken diğer taraftan serdengeçtiler, iki defa yukarı kale bedenine çıkmağa yürüyüş ettiler. Amma yukarusunda el ayak tutmak olmaz. Toprak dağa tırmaşı tırınaşı çıkmak murad ederken, yukarıdan dinsiz küffar tüfenk, el kumbarasıve taş yağdırdılar. Berüde asker-i İslam metrislerden balyemez toplarla ve tüfenk-endâz ile küffârı urdular. Küffârın öyle bir kuvvet-i kalbi var ki, yukarı bedenine çıkılmaz. Amma bizim kuvvet-i kalbimiz var ki, lağım asan vechile topraktan içeri doğru 15 kulac gitti. Ayrıca serdengeçti şehbazları, kendülerin ye-nemeyip yukarı yürüyüş eylediler. Ve üç-dört saat kadar cenk cidal idüp, yine aşağı indiler. Bir-iki yüz kadar mücahid, kimi şehid ve kimi yaralı oldu. Amma küffardan çok kefere kırıldı.

Vire Bayrağı Çekiliyor

Kefere bu hal üzere asker-i İslam'ın yürüdüğün gördü. Ya bunlara yol ola nice yürüyüş ederlerdi. Hayli ibret alup nice hayrete gark oldular. Berüden lağımlarımız hazır ve yürüyüş olmağla tenbih olunup kefere-i bi-din başına ne geleceğin bilüp ilmü'l-yakîn ve ayne'l-yakin gözleri ile muayene ve müşahede idüp kal'alarından bi'l-külliye kat'ı ümid eylediler.
 Böylece mâh-ı seferi zafer-i eserin 21. günü (24 Eylül 1663) küffâr-ı bî-din, vire bayrağın Bec kapısında dikti. Kale içerisinden iki belli başlı kafir çıktı ve efendimize gelip buluştular. Dediler ki: "Devletlü vezir kalenizi Allah mübarek eyleye. Lakin bize emn ü eman ver ki malımıza, cammıza zarar olmaya". Efendimiz dahi bunlara ahd ü emân eyledi.
Kendilerine aman verip istedikleri yere sağ salim ulaştırılacaklarını belirten Fazıl Ahmet Paşa, "Siz iyi cenk ettiniz. Sizin suçunuz kalmadı. Çâsârınız utansın. Zîra size imdad göndermedi" buyurdu.

"Utanmazsanız tabl döğün"

Birkaç madde rica eylediler. Biri, malımıza ve canımıza zarar olmaya. Biri dahi Tater yüzün görmemek için ordudan geçmeyelim. Biri dahi, bizler kaleden çıkmayınca İslam askeri girmeye Biri dahi, bol miktarda zahire verile. Biri dahi, kaleden çıkdıkda bayrağımız açıp tabılımızı döğerek gidelim dediklerinde, Sadnazam hazretleri:

"Utanmazsanız tabl döğün ve boru dahi çalın ve bayrak açın" dediler. Ol saat gedikler ve kale bedenleri zabt olundu. Ertesi gün, kaleden küffârın cümle rical ve nisası çıkarılıp muhafazaları için vezir Kaplan Paşa ve bir miktar asker tayin olunup Komran kalesine gönderildiler. Böylece Viyana yolu üzerindeki bu en müstahkem Avusturya kalesinde Türk bayrakları dalgalanmaya başladı.


Müjde gelip Ehl-i İslâm şâd oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar'ı
Nemçe lâin kal'asından yâd oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar'ı
Münadiler âğaz edip nidâya
Safâ bahşeyledi bay ü gedaya
Sad hezârân şükür olsun Hudâ'ya
Gazi vezir fetheyledi Uyvar'ı .



 

Dargo Meydan Muharebeleri

T
ürk harp tarihinin şanlı sayfaları arasına gömülmüş en kanlı savaşlardan birisi de muhakkak ki Dargo Meydan Muharebesidir. Bu savaş muazzam Rus ordularına karşı Şeyh Şamil’in enbüyük zaferi ile neticelenmiştir.

Dargo meydan muharebesi, Şâmil’in cihana sığmayan büyük askerî kudret ve dehâsını, şöhretin arşına çıkaran en mühim zaferidir. Dargo, düşmanlara değil, dostlara dahi yol vermeyen Kafdağıyla efsane ormanlarının bağrında gizlenmiş büyük bir sır ve müthiş bir muammadır. Kafkas dağlarının sarp yamaçları ve uçurumlar üzerine kurulmuş olan Dargo, kırk, elli hanelik bir köy olup; çok sarp ve dar bir dağ yolu ile Veden ve Andi’ye bağlı bulunuyordu. “Dargo” diye anılan kanlı savaş, 1845 yılı yazında Çeçenistan’da cereyan etmiştir.

25 Mayıs 1845’te Dargo’ya hücuma hazırlanan Rus Genelkurmay Başkanı General Kont Vorontsov, Dağıstan’da bugün Vnezapnaya denilen yerde karargâhını kurdu. Haziranın üçüncü günü 34 tabur piyade, 5 istihkâm bölüğü, 8 bin Kazak suvarisi, 2 bin milis kuvveti ve elli adet dağ topuyle kat’î harekât başladı. Aynı zamanda Çar’ın dâmadı olan Kont Vorontsov’un emrinde, 8 general,3 prens vardı.

Şeyh Şamil’den Müthiş Bir Taktik

Napoléon’u dize getiren meşhur generaller ve başkumandan Vorontsov’a orijinal bir sürpriz hazırlayan Şâmil, generalin harp planlarını alüst eden o meşhur zekâ oyunlarından birini daha sahneye koymuş ve Andi köyünü korkunç bir şekilde tahkim ettirerek, bu tahkîmat arasında Ruslar’la kat’î boğuşmaya girişeceğinin şayialarını baş döndürücü bir casus faaliyetiyle her tarafa yaydırmıştı.

Çar orduları 4 Haziran günü bütün hiddet ve şiddetiyle bu tahkimata saldırdı. 20.000 kişilik kuvvetin hücum edip, sayısız gülle ve barut israfı yapılarak elde edilmeye çalışılan Andi tahkimatının bomboş ve sahte bir tahkimat olduğu anlaşılınca Ruslar hayretten donakaldılar. Şâmil’in bu harp hilesi karşısında mahçubiyetinden ne yapacağını şaşıran Vorontsov, dudaklarını kanatıncaya kadar ısırmıştı. Şâmil bu türlü zekâ oyunlarıyle büyük Rus ordusunu, Çeçen ormanlarının içine doğru çekiyor, bir sinir ve propaganda harbi yapıyordu.

16 haziran günü Çeçenistan içlerine 25 Km. kadar sokulan Çar orduları, Aval denilen yerde, Şâmil’in kuvvetlerine rastlamak bahtsızlığına uğradı. Bütün cephe boyunca iki günlük hazırlıktan sonra topçu ateşiyle taarruza kalkan Kont Vorontsov, Şâmil’in şiddetli bir piyade ateşiyle karşılaşmışsa da, İmam’ın bu kuvvetleri, seri bir çekilme manevrasıyle ormanın derinliklerinde kaybolmuştu. Bunun üzerine takibi hızlandıran General Vorontsov, bir kısım kuvvetlerini orman içinde kaybolan 6.000 kişilik Çeçen müfrezesinin takibine memur ederek, kendisi de bütün ağır kuvvetleriyle İçkeri ormanları istikametinde yürüdü. İki kolorduya yakın kuvvet her türlü ihtimali düşünerek ormanda temkinle ilerliyordu.

Başkumandan, Şâmil’in her türlü tuzağını nazarı itibare arak General Lüders komutasındaki Çar Litovski alayını önce keşif kolu göreviyle vazifelendirdi. Bu alay süratle seda çıkmayan Kafdağı ormanlarından çıkıp da iki dağ arasındaki bir vadiye geldikleri zaman Şâmil’in büyük ve kahraman naibi Taş Hacı, iki bin intikam kılıcıyle, Vorontsov ordusunu öncülerinden ayırmış ve o talihsiz ve gafil Litovski alayını, destursuz ilerlediği vatan topraklarında irtibatsız ve imdatsız bırakarak, Litovski müfrezesini eritmişti.

Şâmil’in bu hesaba kitaba uymayan müthiş harp hilesi karşısında Ruslar, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. General Vozontsov bütün bu felâketlerden sonra nihayet Dargo önlerine geldiğinde, gene hiçbir mukavemet görmeyip, Dargo’ya hücum emrini vermişti. Çok geçmeden yerden bitercesine türeyen Taşo Hacı’nın iki bin kılıcı, Kont Vorontsov’un fedailerini arkadan sararak mahvetmişti.

Ruslara Büyük Zayiat Verildi

Şâmil, Dargo’da birkaç yüz kişilik bir kuvvet bırakarak süratle kuvvetlerini geri çekmiş ve 7 temmuz sabahı Dargo’ya giren Rus orduları, müstahkem bir kale yerine, dumanları tüten boş ve küçük bir köy harabesi bularak, hiddetten çatlamışlardı. Dargo zaferi!... Kont Vorontsov’un en meşhur generallerinden General Fok ile 2.000 ölü, 3.000 yaralı ve üç batarya top kaybetmesiyle elde edilmişti…

Bütün dağınıklık ve perişanlığına rağmen Şâmil’in takipten bir türlü vazgeçmeyen Rus ordusunun ihtiyat erzakı da bitip yenisinin tedariki icap edince, General Vorontsov “Gerzel ve Grozni” şehirlerinden bu ihtiyacı gidermeyi düşündü. Orduyu tehdit eden açlık felâketini önlemek için Şâmil’in elinde tuttuğu Gerzel ve Grozni yollarını ne pahasına olursa olsun geçmeye karar verdi. Bir kolordu kadar kuvvetini ayırarak, bu mühim görevi üç generale verdi. Ama Ruslar, Şâmil’in dâhiyâne taktiği karşısında yine hezimete uğradılar. Bu muharebelerde dağlıların eline geçen ganimetler, külliyetli miktarda çok ve zengindi. Bunların en kıymetlisi ise, Ruslar’ın kullanmaya bile vakit bulamadıkları altı dağ topu idi.

Bütün bu savaşlarda Şâmil’in büyük yardımcıları sihirli kılıçların en meşhurları: Hacı Murad, Kabet Muhammed, Hacı Taşo, Ahverdil Muhammed, Muhammed Emin, Şuayıp Molla, Nur Muhammed, Akuşinli Mehmet Ali, Şahmerdan Hacı, Murtaza Ali, Ulubil Molla, Hitinov Musa, Yuhlu Zekeriya Hacı İdris gibi kahramanlardı.

Batı ecnebî tarihçilerin iddialarına göre bu savaşta ölen Rus generallerinin cesetleri harpten sonra büyük ücretler karşılığı Ruslar’a teslim edilmişti. Hiddetten ne yapacağını şaşıran General Vorontsov, Çeçenistan’a doğru tekrar ileri harekâta başlamıştı. Arzusu, bir an önce ovaya inmek ve elinde kalan ordusunu, bir açlık felâketinden kurtarmaktı.

Ruslar Kuşatılıyor

14 temmuz 1845 günü sabahı erken saatlerinde bütün cephe boyunca faaliyete geçen Şâmil’in kuvvetleri, bir nümayiş taarruzuna kalktılar. Voontsov, sağ cenahını kurtarmak için General Lüders kolordusunu derhal hücum kollarının geçtiği Akçay nehri istikametine sürdü. General Kulugvon Kulugenav da sol genahı destekleyerek ileri atıldı. Şâmil, bütün gece hummalı bir faaliyetten sonra 4.000 atlı ve 1.000 piyadeden mürekkep kuvvetli bir müfrezeyi nehrin ilerisine geçirip, Dargo’nun karşısındaki ormanlara yerleştirmişti. Bu kuvvetlere Hacı İdris kumanda ediyordu.

Ertesi sabah ismi Rus ordusunda bir dev efsanesi gibi dehşet uyandıran bu yırtıcı kartal, yalın kılıç ve dolu dizgin ileri atılarak, General Vorontsov’un sağ kanadına çullandı. Nehrin ön sahilinde sessiz pusuda bekleyen Hacı Taşo, başkumandanın hücum cephesini takviyeye koşan General Lüders’in beşinci kolordusunun tam göbeğine dalmış, kolorduyu ikiye bölmüştü. Vorontsov ve kurmay başkanı Gurko büyük bir şaşkınlıkla Şâmil’in o meşhur çevirme, kuşatma ve çenberleme manevralarının başladığını hayretle görmüşlerdi.

Bu esnada Şâmil, yedek kuvvetlerini de hücuma geçirmiş, bin atlıyı Dargo çephesini tutan Kulugenav tümeninin üzerine sürerek, bu kuvvetin her tarafla irtibatını kesmişti. Şâmil’in dört bin atlısı ve altı bin süvarisi bu taaruz halindeki dört Rus tümeni arasında âdeta mekik dokurcasına hareket ediyorlardı. Rus tümenleri idareyi kaybetmiş, çenberler içinden kurtulabilmek için sağa, sola çırpınıp duruyor, neye saldıracaklarını, neye sığınacaklarını bir türlü kestiremiyorlardı.

 Tam bu sırada Rus borazanları tarafından bir toplanma borusu çalmaya başlamıştı. Bu ferahlık verici, tatlı musikiyi duyan ve kıtalarını kaybetmiş irtibatsız, orman içinde serseri kafileler halinde dolaşan Rus kıtaları büyük bir sevinçle, o tatlı sesin geldiği yöne sel gibi aktılar. Dağlıların elinde bulunan Polonyalı ve Rus borazanları vasıtasıyle çalınan bu musiki, eşsiz Dağıstan mücahidi Şâmil’in huzurunda bulunuyor ve başbuğun hazırladığı müthiş tuzağa av çekiyorlardı. Rus kıtaları bu noktaya gelince, derhal esir edildiler. Böylece Şâmil, başkumandan Vorontsov’un da ipliğini pazara çıkarmış, askerî şöhretini ayaklar altına almıştı.
Vorontsov, son ve nihâî kararını vermiş, Şâmil ile bir ölüm-kalım savaşına girmeyi kararlaştırmıştı. 16 temmuz 1845 günü Dargo harbinin en kanlı meydan kavgası bir lahza içinde patladı.

Harp sanatının eşsiz mimarı Şâmil, bu kanlı boğuşma ile Vorontsov’a karşı henüz ilk kozunu oynuyordu. Bu muharebe, harp akademilerinin en büyük asker unvanını verdikleri General Vorontsov’un şöhretini, kumanda kabiliyetini, sevk ve idaredeki maharet ve liyâkatini imtihana çekip, berbat eden bir savaş olmak itibariyle fevkalâde ehemmiyet arzediyordu. Dağlılar bu boğuşmadan tamamen yaya cengine inmiş, yakın döğüşmeyi sağlayarak, Rusların o meşhur Apşeron ve Kabarda alaylarını darmadağınık etmiş ve emirle komutadan mahrum bırakarak ters yüz geriye püskürtmüştü. Artık Ruslar’ın bir atımlık barutu kalmadığı için bütün topları susmuş bulunuyordu.

 Vorontsov’un casusları tarafından haber salabildiği Gerzel v Grozni’den 18 temmuz günü imdada yetişen kuvvetler, Şâmil’in çenberinde, sahra tahkimatı arkasında sonunu bekleyen Vorotsov’a rahat bir nefes aldırdılar. Bu, Kurin ve Kafkas ismiyle anılan Rus tümenleri sayesinde başkumandan, tek kurtuluş hattı olan Gerzel-İsayurt şösesini takip ederek, dört bin yaralı ve bin kadar hastasını da alarak, yirmi bin kişilik ordusunun başında ric’ata mecbur olmuştu. Rusların bu tantanalı Çeçenistan seferi, arzuları hilâfına tecelli ederek, Şâmil’in büyük iradesi önünde dize gelmiş bulunuyordu.

1845 ağustosunun birinci günü, Rus çarının Çeçenistan ormanlarında sönen ümit güneşi Vorontsov, yaralı kafileleri ve panik sürülerinin önünde Gerzel kasabasına kandesini dar atmıştı.

Rus Generalden İtiraf

General hiçbir hakikati gizlemeyip, çok açık bir ifade ile kaleme aldığı bu raporunda, Passek, Voktorof ve Fok gibi üç meşhur generalinin Çeçen kılıçları altında telef edildiklerini, General Kulugenav komutasındaki büyük iaşe müfrezesinin uğradığı müthiş yağmayı, orman muharebelerindeki sayısız güçlükleri ve bu seferin sebep olduğu yirmi bin kişilik korkunç Rus zayiatını bildirerek şöyle devam ediyordu:

- “Muazzam Rus imparatorluğunun karşısında bir tek adamın, yani Şâmil’in bir avuç insanla nasıl olup da mücadeleye devam ettiğini ve çok kereler teşebbüsü de elden bırakmadığını havsalama sığdıramamaktayım. Bu adamı tanıyan bir çok Rus kumandanları gibi bu hususta ben de şu kanaate vasıl olmuş bulunuyorum ki, Şâmil’in o cidden parlak harp talihini temin eden esrarengiz kuvvet, dağların ve ormanların kendisinden esirgemediği lütufkârlıktan gelmektedir.”

Gene Dargo savaşına katılmış olan Rus Generali R.A. Fadayev’in harp hâtıratında da aynen şöyle geçer: “Artık Kafkasya’ya Şâmil kumanda ediyor ve çok üstün imkânlarla teçhiz edilen ordumuz karşısında fütursuzca dayanıyor. Çar hükümetinin harp teknolojisini hiçe sayıyor ordularımızın Kafkasya’da işgal ettiği toprakları Şâmil, teker teker elimizden aldı ve dağlara eski hürriyetini iade etti.”

“Rus hükümeti, Kafkas harp aynasında kendini çok net teşhis etti. Ordumuzun gerçek kudretinin ne olduğu Şâmil harplerinde belli oldu!...”

“Bu harplerde her Kafkaslı Türk, vatanı için ölmekte bir an bile tereddüt etmiyordu. Bu yüzden binlerce askerimiz yok pahasına can verdiler.”

“Milli Müdafaa Bakanımız Kinyas (Prens) Çernişov, 1842’de Kafkas harplerini yerinde teftişe geldiğinde, Dâğıstan savaşlarını ve ordumuzun perişanlığını görür görmez, derhal mütareke yapılmasına karar verdi. Böylece Şâmil ile mütareke akdedildi. 1845’te Dağıstan’da esirlerin dışında bir tek Rus bile kalmamıştı…”

 

 

İstanbul'un Fethi
O
smanlı sultanlarından İkinci Mehmed Hanın 29 Mayıs 1453’te Bizans İmparatorluğunun başşehrini alması. Türk-İslâm mefkûresinde çok önemli bir yer işgâl eden İstanbul’un fethi, İslâmiyetle birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, bir kızıl elma yâni yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve can verdiler ve şehâdet mertebesine kavuştular.

İstanbul, 1453 târihine kadar birçok defâlar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından kuşatılıp, işgâl edildi. Peygamber efendimizin ; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdâr ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.” hadîs-i şerîfi, bütün İslâm hükümdâr ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçiriyordu. Müslümanlar “Feth-i Mübîn”i gerçekleştirmek için pekçok teşebbüste bulundular.

Haliç'e Köprü Kuruldu

23 Nisan günü Osmanlı kuvvetleri, seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafında Humbarahâne ile Bizans tarafında bugünkü Defterdar arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bâzı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak bir ucu serbest olarak inşâ edildi. Bu köprüyü, akılları ermeyen Bizanslılar, “Su üstünde yürüme sihiri!” diye değerlendirmişlerdir. Esâsında bu, kendilerinin içtikleri şaraplardan boşalan fıçıların yardımıyla yapılan bir köprüydü. Bu köprü, İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılarak, yanlarına konan küçük toplarla zayıf Bizans surları dövüldü.

Bir Gecede Surlardan Yüksek Kule Yapıldı

18 Mayısa kadar kara ve denizde devâm eden muhârebeler, yeni bir kuşatma silâhının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek yürüyen bir kuleyi surlara on adım mesâfeye getirdiler. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalığı seçmeye başlayan Bizans müdâfîleri, bu yürüyen kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı dayanıklı olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan yürüyen kulenin gövdesinde ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.

Gemiler Karadan Yürütüldü

Sultan Mehmed Han, Haliç’e kıyı olan İstanbul surlarının çok zayıf olduğunu bildiği için bu zafiyetten yararlanmak istedi. Böylece kara surlarında mukâvemete devâm eden kuvvetlerinin bir kısmını, Bizanslılar bu tarafa kaydırmaya mecbur kalacaklar ve kuvvet dengesi bozulacaktı. Bu maksatla târihte eşine rastlanmayan ve bu âna kadar da bir misâline teşebbüs dahi edilememiş, gemileri karadan yürütme işine karar verdi.

Bu plânını en yakınlarından bile gizleyip, son âna kadar kimseye sezdirmedi. Gemilerin geçeceği yol güzergâhını bizzât kendisinin tesbit ettiği rivâyet edilir. O zaman bağ bahçelik ve çalılık olan yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini süratle yaptırdı. Bu işte binlerce insan çalıştırıldı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, don yağı, sâde yağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bucurgat ve sâir tesbit malzemeleri yerleştirildi. Ayrıca her gemi için beşiğe benzer kızaklar hazırlatıldı. Yeteri kadar koşum hayvanı da îcâb eden yerlerde bulunduruluyordu. Bâzı malzemelerle zeytinyağı o zaman Galata’da oturan Cenevizlilerden satın alınmıştı. Donanmanın büyük bir kısmı 22 Nisanda Tophâne önlerine geldiğinde durum ancak anlaşılmıştı.

Donanmanın karadan kat ettiği yolun güzergâhı Tophâne-Kumbaracı Yokuşu-Tepebaşı-Asmalı Mescid-Kasımpaşa şeklinde tesbit edilmişti. Yolun uzunluğu 1512 metre kadardı. Gemiler Kasımpaşa’dan Haliç’e ininceye kadar, Bizans ve Cenevizliler tarafından fark edilemedi. O devirde Bizans’ta hurâfe o kadar yaygındı ki, sabaha karşı gemilerin süratle Haliç’e doğru geldiğini görenler; “Bu Müslümanlar bize sihir yapıyor.” diye seyre daldılar. Osmanlı donanmasından altmış yedi gemi İkinci Mehmed Hanın bu dâhiyâne buluşu sâyesinde Haliç’e girdi.

Her Yerden Tekbir Sesleri Geliyordu

26 Mayıstan îtibâren Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı ve 28 Mayıs gecesi saat 24.00’e kadar devâm etti. 28 Mayıs günü gün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri mum donanması yaptılar. Sanki Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden tüyleri ürperten tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Sokaklar duâ eden, yalvaran insanlarla doluydu. Bizans komutanı Justiniani, gündüz göğsünden bir ok yarası aldı. Ölüm korkusuna kapılan genç ve tecrübesiz Cenevizli, yerine vekil bırakmadan komutanlık gemisine çekildi. Justiniani’nin İstanbul savunmasını terk etmesi ve Bizanslılara herkesin başının çâresine bakıp, kiliselerde duâ etme tavsiyesi ahâlinin zâten zayıf olan mâneviyâtını iyice bozdu.

Gece saat 24.00’te mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Osmanlı karargâhının sessizliği ürpertici idi. Gece yarısından sonra Osmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. Mehterler cenk havalarını çalıyordu. Bizans imparatoru, kilisede yapılan âyinden dönüp, sarayında zırhını giydi. Yakınları ile vedâlaştı. Surları son bir defâ daha kontrol için Eğrikapı bölgesine geldi. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Osmanlı ordugâhının sessizliği imparatoru şüpheye düşürdü. Atından inerek surların üstüne çıkıp aşağıları dinledi. Sur dibindeki insan uğultusu her şeyi anlatmaya yetti. Çünkü bu, Osmanlı askerinin sur dibine intikal etmekte olduğunu, sabaha umûmî taarruz yapılacağını anlatıyordu. Atına binip süratle Topkapı bölgesine gitti. Bizanslı Dolfin, bu gece gördüklerini şöyle anlatıyor: “Son gece Bizans komutanları hiç kimsenin geceleyin savundukları mevzilerden ayrılıp gitmemesi için askerlerini tahkîmâtın içine kapattılar ve kapalı tahkîmât kapılarının başına nöbetçi diktiler.”

Ulubatlı Hasan Surlara Sancağı Dikti

29 Mayıs sabahı Sultan Mehmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rekat namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun hedefi iyice yumuşattığına kanâat getirerek umûmî hücum emrini verdi. Osmanlı askeri, arkadaşlarının yaralanmasına ve şehid olmasına aldırmadan “Allah Allah” nidâlarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defâ surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de şehid edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyorlardı. Türk kuvvetleri Aksaray bölgesinde birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Kiliseye sığınmış olan ahâliye kapıları açtırdılar. Fakat güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.

Fatih Ayasofya'da Şükür Namazı Kıldı

29 Mayıs Salı günü öğleye doğru kır atının üstünde, yanında hocaları ve ordu kumandanları olduğu hâlde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren genç hükümdâr, doğruca Ayasofya’ya gitti. Fâtih adıyla anılmaya hak kazanan 21 yaşındaki Sultan Mehmed Han, Bizanslıların alkış ve tezâhürâtı, Türk askerlerinin dört bir taraftan göklere yükselen ezân ve tekbir sesleri arasında Ayasofya önüne geldi. Ayasofya, ağzına kadar kadın-erkek Rumlarla doluydu. Bizanslıların hüngür hüngür ağlamalarından hâsıl olan gürültüyü susturarak sükûtu sağlayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı. Yerlere kapanan ahâli, râhip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bugünden îtibâren ne hayâtınız ve ne de hürriyetiniz husûsunda benim gazabımdan korkmayınız.” hitâbında bulundu.

Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin Kabri Bulundu

Cenevizliler dâhil bütün sanat ve ticâret erbâbıyla ahâlinin din, mezhep hürriyeti temin edilip, sulh, sükûn sağlandı. Fâtih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mâbedin Cumâ gününe kadar câmi hâline getirilmesini emretti. Emevîler devrinde yapılan ikinciİstanbul kuşatmasında vefât edip, surlar önüne defnedilen Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri, Fâtih’in hocalarından Akşemseddîn Efendi tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve câmi yapıldı. Nihâyet Cumâ günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fâtih, İstanbul’da ilk Cumâ namazını burada kıldı. 655’ten 1453 târihine kadar devâm eden bir ideâlin (Feth-i Mübîn) gerçekleştirildiği, Fetihnâmelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyâya îlân edildi.

İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcûdiyeti ve siyâseti ile dâimâ bir tehlike teşkil eden 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümûl hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı îmân birliği içinde bir tek devlet ve hükümdâr hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi.

Koyun Adaları Zaferi

A
kdeniz’de bir hakimiyet kurmuş olan Venedik donanması, Papalık ve Malta hükümetlerinden de yardım görerek 7 Eylül 1694’te Sakız adasına büyük miktarda asker çıkarmıştı. Kalede bulunan pek az sayıda Türk kuvvetleri civar sularda dolaşan Kaptan-ı Deryâ Palabıyık Yusuf Paşa emrindeki donanmamızdan yardım göremeyince, ancak 17 Eylül tarihine kadar dayanabilmiş ve düşmanın teklifini kabul zorunda kalarak 21 Eylül 1694’te adayı Venedikliler’e teslim etmişti.

Bu haberin İstanbul’da duyulması üzerine son derece üzülen II. Ahmed, mevsimin kış olmasına rağmen, adanın derhal geri alınmasını emretmiş, Anadolu Beylerbeyi Mısırlızâde İbrahim Paşa 22 Aralık 1694’te Kaptan-ı Deryâlığa getirilmişti. Tersanede hummalı bir faaliyet başlamış ve gerekli sefer hazırlıkları tamamlanarak yirmi parça kalyon ve yirmi dört parça çektiriden kurulu donanmamız 29 Ocak 1695’te İstanbul’dan ayrılmıştı.

Donanmamız Savaş Düzeni Aldı

Türk donanmasında Mezomorta gibi pek değerli bir denizcinin yanı sıra; Aşçızâde Mehmed Kaptan, Elhac Abdullah Kaptan, Fettah Kaptan, Memi Paşazâde Abdurrahman Paşa, Kethudâ Abdülkadir Paşazâde gibi devrin tecrübeli denizcileri de bulunmakta idi.
İstanbul’dan hareketle Foça civarı sulara gelen Türk donanması, 7-8 Şubat gecesi, buradaki Orak adasından kalkıp, altmış gemiden ziyade Venedik donanmasının bulunduğu Koyun Adalarına doğru hareket etmişti. Savaş planına göre, şafak vakti bu adalara varılacak ve orada yatmakta olan düşman donanmasına anî olarak hücum edilecekti.

Havanın rüzgârsız olması dolayısıyle yelkenle seyir mümkün yelkenle seyir mümkün olamamış ve kalyonlar çektirilerin yedeğinde çekilerek ancak 9 Şubatta Koyun Adaları’nın on mil yakınında bulunan Bahçealtı mevkiine gelinmişti. Bu esnada düşman gemilerinin de çektiriler yedeğinde, Sakız adasının burnunda dolaşmakta olduğu görülmüş ve donanmamız savaş düzenine girerek, Venedikliler’in yirmi kalyonuna on altı kalyonumuzla, altı mavnasına dört kalyonumuzla ve yirmi dört çektirisinin her birine bir çektirimizle hücuma geçilmişti.

Savaş planı gereğince top menziline girilmiş, kalyon filomuza komuta eden Mezomorta kendi kalyonu ile düşman amiralinin kalyonuna iyice yaklaşarak alabanda ateşi açmış, dağılan ağaç parçaları serpintisinden yüz elliden ziyade düşman ölmüş ve amiral gemisinde büyük bir panik başlamıştı. Tam bu esnada Riyale Fettah Kaptan komutasındaki kalyon da amiral kalyonuna kıç taraftan top atışıyle hücuma geçmiş, yağlı paçavralar atarak gemide yangın çıkarmış ve yangını söndürmek isteyenlerin üzerine de tüfeklerle ateş açılmıştı. Yardıma koşan altmış toplu bir düşman kalyonu da ateş almış, ateşin cephaneliği sarması üzerine her iki gemi birden havaya uçmuş, kendilerini denize atanlar da esir edilmişti. 

Daha sonra baştarda-i hümâyûn ve Kethudâ Abdülkadir Paşazâde çektirileri düşmanın mavnaları üzerine iki yandan hücuma geçmiş, onları dağıtarak kaçmaya mecbur etmişti. Öğleden akşam güneş batıncaya kadar süren bu savaşta, düşmanın iki kalyonu imha edilmiş, beş kadırgası batırılmış ve pek çok sayıda gemisi de hasara uğratılmıştı. Bu durumda tek kurtuluş yolunu firarda gören düşman donanması, Sakız’ın kuzey doğusuda bulunan Terfil limanına sığınmıştı.

Düşman Şaşırdı

Kesin zafer, bu savaştan dokuz gün sonra Koyun adaları ile Terfil arasında yapılan savaşta kazanılmıştır.Terfil limanında yatan düşman donanmasını tamamen imhaya kararlı bulunan Türk donanması, 18 Şubat 1695’te bu istikamete hareket etmişti. Donanmamızın Terfil limanı üzerine gelmekte olduğunu gören düşman, korku ve telâşa kapılmış, savaşa yeterli bulunan on altı kalyonu demirlerini keserek limandan dışarı çıkıp savaş kabul etmişti.

Mezomorta Hüseyin Paşa beş kalyonla Darboğaz’da rüzgâr üstünde ve diğer kalyonlar rüzgâr altında olmak üzere savaş düzenine girişmiş ve düşman donanması ortaya alınarak iki ateş arasında bırakılmıştı. Beklenilmeyen bu mahirâne manevra karşısında düşman şaşkına dönmüş ve iki taraflı ateşe dayanamıyarak selâmeti kaçmakta bulmuştu. İki kalyonları Sakız limanına girmiş, geri kalan on dört kalyon da Venedik kayasına doğru kaçmaya başlamıştı. Donanmamız, kaçan düşmanın peşini bırakmamış ve Aşçızâde Mehmed Kaptan’ın komutasındaki kalyonumuz, elli beş tunç toplu bir düşman kalyonunu batırmış ve Elhac Abdullah Kaptan’ın kalyonu da iki düşman mavnasını batırıp, ikisini de zaptetmişti.

Serdar-ı Ekrem Mısırlızâde İbrahim Paşa, çektirileriyle hemen Venedik çektirilerine yetişmiş ve on beşer, yirmişer koğuş topu attıktan sonra düşman tekneleri darmadağın olarak evvelâ Sarecik denilen mevkide toplanmak istemiş, fakat kurtulamıyacaklarını anladıklarından, kalyonlarının arkasına gizlenmek üzerekaçmaya başlamışlardı. Memi Paşazâde Abdurrahman Paşa, bir düşman çektirisine yetişip personelini esir almış ve fazla hasara uğraığından zaptına lüzum görmediği tekne biraz sonra batmıştı. Düşman baştardaları da mavralarının bulunduğu yere doğru kaçarken, Elhac Abdullah Kaptan’ın kalyonu tarafından önleri kesilmiş ve atılan toplarla bunlar da hasara uğrayıp, pek çok sayıda cenkçileri ölmüştü.

Sakız Adası Geri Alındı

Venedikliler birçok önemli gemilerini kaybetmiş ve Benedetto Pisani isimli amiralleri de maktul düşmüştü. Düşmanın güverteleri harap olmuş, arma ve donanımları dağılmış, topları susmuş, mağlup ve perişan donanması; gecenin karanlığından faydalanarak zorlukla Sakız limanına sığınmıştı. Burada da tutunamıyacağını anlayan düşman, kalede 500 muhafız bırakmış ve 21 Şubatta İstandil adasına kaçmıştı.

24 Şubatta donanmamız Sakız limanına girmiş ve düşmanın kaçarken liman ve adada bırakmak zorunda kaldığı birçok savaş eşyasını ele geçirmişti. Bunlar arasında dört büyük fırkata ile dört çektiri ve içi silâh, cephane dolu bir halde karaya oturmuş bir koca kalon da bulunuyordu.

Aynı gün karaya asker çıkarılıp, kale kolayca zaptedilmiş ve 500 muhafızı esir alınarak ada tekrar elimize geçmişti. Bu parlak zaferin kazanılmasından kısa bir süre sonra Mezomorta Hüseyin Paşa Kaptan-ı Deryâlığa getirilmiş ve selefi Amcazâde Hüseyin Paşa da Sakız muhafızlığına tayin olunmuştu.

 

 

Talas Meydan Muhârebesi

İ
lk müttefik Türk ve İslâm orduları ile Çin ordusu arasında yapılan meydan savaşı. İslâmiyeti henüz kabul etmeyen Türklerin, Orta Asya’da İslâm dînini tanıtıp yayan Araplarla berâber Çinlilere karşı Talas’ta yaptıkları bu harp sebep ve neticesi bakımından çok önemlidir.

Göktürk İmparatorluğunu yıkmış olan Çin’in başındaki Tang Sülâlesi (618-906) devrinde İmparator Hivang-Çang (713-755), Türk Hanoğulları’nın hâkimiyetindeki Şaş/Taşkent şehrini ele geçirmek istedi. Bu gâyeyle Taşkent Seferine çıkan Kuça Vâlisi Kao Sien-tche çok geçmeden Taşkent hükümdarı Bagatur-tudun’u esir alarak Çin İmparatoruna gönderdi.

Bagatur-tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Tüen-en, başta Karluklar olmak üzere bölgedeki Türk boylarını Çin’e karşı birlikte harekete çağırdı. Ancak Göktürklerin yıkılmasından sonra henüz birliğini kuramamış olan Türkler, Çin kuvvetleriyle tek başlarına mücâdele edemeyeceklerini bildikleri için Abbasîlerden yardım istediler. Ziyad bin Sâlih kumandasında gelen İslâm ordusu, yardımcı Türk kuvvetleriyle birleşti. Bunu haber alan Çin komutanı Kao Sien-tche de 100.000 kişilik orduyla Talas şehrine geldi ve burada müttefik kuvvetlerle karşılaştı. 751 yılı Temmuzunda başlayan savaş pek şiddetli bir şekilde beş gün devam etti. Savaşın son gününde Çin kuvvetlerinin arkasına sarkan Karluklar düşmana ağır bir darbe indirdiler. Kao Sien-tche az bir kuvvetle canını zor kurtarabildi. Savaşta Çinliler, elli bin ölü ve yirmi bin esir verdiler.

Çin Tehlikesi Önlendi

Talas Meydan Muhârebesinin zaferle neticelenmesi Türk, Çin, İslâm ve dünyâ târihiyle medeniyetinde çok önemli tesirler bıraktı. Çinliler Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar Tanrı Dağları (Tiyenşan) batısına geçemediler. Batı Türkistan, Çin tehlikesinden kurtuldu.

Karluklar, Talas Zaferinden on beş yıl sonra 766 târihinde Tanrı Dağları batısında ve Çu Irmağı boylarında müstakil Türk devleti kurdular. Türkistan’daki Kamlık Buda ve Mani dinlerindeki yerli ve göçebe Türklerle Müslümanlar arasında serbest ticâret, dostluk ve iyi münâsebetler başladı. Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslâm dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslâm dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, buralardaki Türklerin İslâmiyeti benimsemelerine sebep oldu. İslâm medeniyet dâiresine Orta Asya’da binlerce Türk dâhil oldu.

Türkler, kâğıt yapmasını Araplar’a öğretti. Semerkant’taki imâlathânelerde yapılan ipekten kâğıtlar, Orta Doğu ve Akdeniz’e yayıldı. Müslüman Araplar hâkimiyetlerindeki bölgelerden öğrendikleri kâğıdı imâl ederek medeniyetin bütün dünyada hızla yayılmasına hizmet ettiler.

 

Çaldıran Meydan Muhârebesi
O
smanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Han ile İran şâhı İsmâil arasında 23 Ağustos 1514’te Çaldıran Ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun Nehrine kadar hudûdunu genişleten Şah İsmâil, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yöneldi. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vâsıtasıyla yaptığı propagandalarda Osmanlı hudutları içindeki Şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başladı.

Yavuz Sultan Selim Han ise, Anadolu’yu bölüp parçalamak ve batıya açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmak emelinde olan Şâh İsmâil’e kesin bir darbe indirmek niyetindeydi.

Nitekim bu gâye ile şehzâdeler ve dâhildeki fesatçıların işini hâlleden Yavuz Sultan Selim Han, 10.000 azab askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler gönderdiği gibi, bütün kuvvetlerin Yenişehir Ovasında kendisine katılmasını emretti. Aynı zamanda Manisa vâlisi olan oğlu Süleymân’ı Edirne’ye getirterek Rumeli muhâfazasında alıkoydu.

Yavuz Sultan Selim Han Nâme Gönderdi

Nisan 1514’te İstanbul’dan Üsküdar’a geçen Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil’in halîfelerinden olup esir bulunan Kılıç adında birisi vâsıtasıyla Şah’a Farsça bir nâme gönderdi. Yavuz Sultan Selîm Han bu nâmede; Şah’ın Müslümanlığa aykırı hareketlerinden ve mezâliminden bahsederek, kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezâlimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler sebebiyle Şah’ın katline fetvâ verildiğini ve kılıçtan evvel İslâmiyeti kabul etmesi lâzım geldiğini, bunun için Safer ayında İstanbul’dan hareket ettiğini ve bizzat muhârebeye hazır olacağını, bildirmişti. Elçi Kılıç, Şah İsmâil’i Hemedan’da bularak nâmeyi vermiş ve o da muhârebeye hazır olduğunu bildirmişti. Şah İsmâil bu nâmesinde; “Er isen meydana gelesin, biz de intizardan kurtuluruz.” demişti.

Günlerce doğuya doğru yol alan Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil ve ordusundan bir haber alınamaması üzerine bu mektuba ağır bir cevap vermiş ve demiştir ki: “Dâvete icâbet edip uzun yolları geçerek memleketine girdik, fakat sen meydanda görünmüyorsun. Pâdişâhların ellerindeki memleket onların nikâhlısı gibidir, erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar. Halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok. Bundan sonra da saklanıp görünmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip serdârlık ve şâhlık sevdâsından vazgeçesin.”

Orduda Huzursuzluk Başladı

Yavuz Sultan Selim Han bu nâmesiyle berâber Şah İsmâil’in gönderdiklerine mukâbele olarak hırka, şal ve çarşaf gönderdi. Bir taraftan bu mektuplaşmalar devâm ederken, diğer yandan Yavuz’un ordusu harap yollarda binbir müşkülâtla yol alıyordu. Bu durum Şah İsmâil ile muhârebe aleyhdarlarına fırsat verdi. Bunların yavaş yavaş askeri tahrik etmeye başlamasıyla, orduda fısıltılar çoğaldı. Erzincan’a gelindiği zaman asker, kumandanlar ve vezirler düşmanın meydanda olmamasından dolayı daha ileri gidilmemesini ve geri dönülmesini hükümdâra söylemek istedilerse de, Pâdişâh’ın Âzerbaycan’ın merkezi Tebriz’e 40 merhale yolları kaldığını belirtip o tarafa gidileceğini beyân etmesi üzerine korkularından seslerini çıkaramadılar.

Bu durumu Pâdişâh’a arz etmesi için, Karaman vâlisi olup Pâdişâh’ın çok sevip ve itimâd ettiği Hemden Paşayı gönderdiler. Hemden Paşa bu ısrarlara dayanamayarak Pâdişâh’a ileri gidilmemesi hakkında ordunun mütâlaasını arz etti. Ancak şiddetle cezâlandırılarak yerine ümerâdan Zeynel Bey Karaman beylerbeyi oldu. Pâdişâh’ın bu hareketi vermiş olduğu kat’î karârın önlenmesine mâni olmak içindi. Bunda bir ölçüde başarı ve orduda sükûnet sağlandı. Bu arada Bayburt’u zaptetmek üzere Trabzon sancakbeyi Mehmed Bey kumandasında bir miktar kuvvet yollandı.

Ordu Eleşkirt civârına geldiği zaman bu defâ yeniçeri ocağı tahrik edildi. Bunlar ayaklandıkları gibi Pâdişâh’ın çadırına; “Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerlemek askeri beyhûde telef etmektir, geri dönelim.” tarzında yazılmış mektuplar bırakıldı. Hattâ daha da ileri giden yeniçeriler bir sabah Pâdişâh’ın çadırına ok atacak kadar işi azıttılar.

Er Olanlar Benimle Gelsin!

Bu hâdise üzerine Yavuz Sultan Selim Han derhal atına atladı ve yeniçerilerin içine girdi. Askere hitâben; “Biz henüz kasdettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimâli yoktur, hattâ bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki Şâh’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri hâlde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhâlif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlere kadar gelmişken, bir takım gayretsizler bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz kat’iyyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ulûlemre itâat edenlerle kasdettiğimiz yere kadar gideriz. Kalbleri zayıf olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahâne edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahâne düşman gelmediyse, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle berâber gelin ve illâ ben tek başuma da giderim.” diye atını ileriye sürünce yaptıklarına utanan yeniçeriler Pâdişâh’ı tâkib etmeye başladılar.

Hakîkaten ordu yiyecekten çok sıkılıyordu. Trabzon yoluyla gelmekte olan zahîre kâfi değildi. Nihayet akıncı kumandanı Mihaloğlu’yla Dulkadiroğullarından Şehsuvaroğlu Ali Beyden gelen haberler netîcesinde Şah İsmâil’in meydâna çıktığı haberi alındı. İki ordu 22 Ağustos 1514’te Çaldıran sahrasında karşı karşıya geldi.

23 Ağustos günü Türkiye’nin kaderini tâyin eden târihî günlerden biriydi. Osmanlıların başarısızlığı, Orta Anadolu’nun Kızılbaş Safevîlerin eline geçmesini sağlayacak, bunun netîcesinde ise Şiî hareketi bütün Anadolu’ya yayılacaktı. Çaldıran sırtlarından ovaya inen Osmanlı ordusunun merkezinde kapıkulu askerleriyle berâber Yavuz Sultan Selim Han vardı. Sağ kola Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinân Paşa ve sol kola Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumanda edecekti. Yeniçerinin önüne azaplar sıralanmış ve onların önüne de beş yüz darbezen top yerleştirilmişti.

Şah İsmâil, sağ kola en büyük kumandanı Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali Halîfe, sol kola Diyarbakır Beylerbeyi Ustaclu oğlu Mehmed Hanı koyarak kendisi muhâfızlarıyla berâber geride, ihtiyâtta kaldı. İki taraf kuvvetleri eşit görünüyordu. Osmanlıların yaya, yâni yeniçeri kuvvetleri çok muntazam olup, buna mukâbil Şah’ın da 60.000 kişilik mükemmel süvârî kuvveti vardı. Osmanlı kuvvetleri açlık ve sıkıntı içinde yaklaşık 2500 kilometrelik yolu kat edip, yorgun bir hâlde gelmişlerdi. Şah’ın kuvvetleri ise zinde ve dinç idi; zâten Şah’ın maksadı Osmanlı ordusunu yormak ve sonra imhâ etmekti.

Harp çok şiddetli bir şekilde başladı. Şah’ın sağ cenâhı şiddetli bir hücumla Osmanlıların sol cenâhını bozdu. Beylerbeyi Hasan Paşa bu sırada şehid düştü. Bu bozgun, azapların topların önünden içeri alınamaması ve topların zamânında ateşlenememesi yüzünden meydana geldi. Ancak sağ kol kumandanı Hadım Sinân Paşa tam zamânında topları ateşlemeye muvaffak oldu. Hafif toplar Şah’ın sol kol kuvvetlerini perişan etti. Ustaclu oğlu Mehmed öldürüldü. Bu arada merkezdeki yeniçerilerin Şah’ın gâlip gelen sağ cenâhına yoğun bir tüfek atışı başlatması ile Safevîler tarafında tam bir bozgunluk başgösterdi. Bu sırada Şah İsmâil kurşunla kolundan yaralanarak atından düşmüştü.

Şah Kaçtı

Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesi an meselesiydi. Tam bu sırada Şah’a benzeyen ve onun gibi giyinmiş olan Hızır adında bir seyis Şah benim diye ortaya atıldı. Osmanlı birlikleri bu adamı esir ederken Şah İsmâil temin ettiği bir atla arkasına bakmadan Tebriz’e kaçtı. Hattâ burada da kendisini emniyette görmediğinden İran içlerine çekildi. Şah’ın bütün eşyâ ve karargâhı ile berâber hanımı Taçlı Hâtun da esir edildi. Muhârebe esnâsında Osmanlılardan Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Sinân Paşa ile berâber dokuz sancak beyi şehid oldu. Safevîlerden ise on dört beylerbeyi ve dokuz sancakbeyi muhârebe meydanında öldü.

Çaldıran’da kesin bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Han muzaffer bir şekilde Tebriz’e girdi ve şehirde sekiz-dokuz gün kadar kaldı. Tebriz’deki sanat erbâbı tüccar ve işe yarayacaklardan bin hâneyi İstanbul’a naklettirdi. Sekiz Eylülde Cumâ namazında Tebriz şehrinde hutbe, Ehl-i sünnet vel-cemâat akîdesine göre ve Sultân-ı iklîm-i Rûm Selîm ibni Bâyezîd ibni Mehmed bin Murâd bin Bâyezîd adına okundu.

Yavuz Sultan Selim Hanın tamâmen dehâ mahsûlü bir taktikle on iki saatte henüz hava kararmadan kesin netîce aldığı Çaldıran Muhârebesi târihin en büyük ve nâdir meydan muhârebelerindendir. Çaldıran Zaferi, Anadolu’nun siyâsî ve ictimâî târihi bakımından çok mühim sonuçlar doğurmuştur.

 

Çanakkale Zaferi
Ç
anakkale Harbi, fiilen 3 Kasım 1914 tarihinde başlayıp 9 Ocak 1916 tarihinde İtilaf Devletleri'nin çekilmesiyle sona erdi. Çarpışmalar toplam 8.5 ay boyunca devam etti.

   Rakamlara bakıldığında Çanakkale Harbi’nin ne kadar şiddetli ve kanlı geçtiği görülmektedir. Bu özelliğiyle dünyadaki eşsiz savaşlardan biridir. Ancak bir özellik daha vardır ki bu özellik zaferi getirmiştir. O da Mehmetçiğin imanı ve vatan severliğidir. Zira dünyada hiçbir asker komutanlarından ölme emri aldıklarında, bu emri on binlerce şehid ile yerine getiremezdi.

İlk Şehitler

 Düşman 3 Kasım 1914 yılında Boğazın girişindeki tabyaları imha etmek için yapılan saldırıya iki adet denizaltıyla birlikte 28 adet irili ufaklı gemi 68 topla katıldı. 17 dakika süren bu saldırıda bir top mermisi Seddülbahir Kalesi' ndeki cephaneliğe düşerken 5 subay ile 83 er şehit oldu. Bunlara "İlk Şehitler" denmektedir.

  18 Mart 1915 günü İtilaf Devletlerinin toplam irili ufaklı 231 adet gemi ve 1155 top ile hazır bulunuyordu. 18 büyük zırhlıdaki top sayısı 712 idi. Bu toplardan 279'u 18 Mart savaşına katılarak 7 saatlik bombardımanda bulunmuşlardı.

  Türklerin boğazda toplam 13 tabyası, 230 adet topu var iken, bu toplardan ancak 82'si kullanılabildiği gibi, bunların da 44'ü hasar gördü ve 8 top da kullanılamaz hale geldi.

Mayın Döşendi

  Müstahkem Mevkii Komutanlığı tarafından boğaza dik olarak 11 mayın hattı döşendi. Bu hatlardaki toplam mayın sayısı 403'tür. Donanma bu mayın hatlarına kadar gelemedi, ancak ilk hattan 8 kadar mayın sökebildi. Geri kalan 395 mayın döküldükleri yerde durmaktaydı.

  8 Mart 1915 gecesi Nusret mayın gemisi de elde kalan son 26 mayını bu defa kıyıya paralel olarak ağırlığında, poyraz-lodos istikametinde iki sıra halinde ve 4.5 metre derinliğe döşedi. İlk mayın hattı Selanik adlı gemi tarafından 4 Ağustos 19l4'te 22 adet olarak döküldü. Ayrıca diğer mayın hatlarının dördünü 159 mayınla Nusret; dördünü 114 mayınla İntibah, ikisini 48 mayınla Selanik, birini de 37 mayınla Samsun gemileri döşediler.

İlk Galibiyet

  18 Mart 1915 günü, boğaza giren 40 kadar gemiden 3'ü batırıldı, sekizi de ağır hasar aldı. İngiliz ile Fransızların kaybı 800, Türklerin; Türk ve Alman kaybı ise 90 kişidir. O gün Türk tabyalarına atılan yaklaşık 6.000 top mermisine karşı bu kayıp çok çok azdır. 200 yıl boyunca hiç yenilmeyen İngiliz Donanması, ilk defa 18 Mart'ta mağlubiyet acısını tattı. Yine o gün Türk askerlerinin etrafına toplam 1.500 kilo top mermisi düşmüştür.

  İtilaf Kuvvetleri Donanmasına ait denizaltılar boğazı tam 27 kez geçti. Daha çok Karadeniz girişini kontrol eden ve Almanlardan satın alıdığını açıkladığımız Yavuz (Goben) ve Midilli (Breslau) gemileri Çanakkale Savaşı boyunca Çanakkale Boğazı' na gelmediler.

Kara Savaşları

   Kara Savaşı ise 25 Nisan 1915'te başladı. İtilaf Devletleri toplam sekiz yere birden çıkarma yaptılar. Asıl çıkarma yerleri üç olup diğerleri gösteriş çıkarmasıdır... Çıkarmanın ilk başlarında Gelibolu Yarımadası'nın neredeyse tamamını 9.Tümen Komutanı Halil Sami Bey'in birlikleri savundu (bir tümendeki asker sayısı 2430 kişi, bir tümen 3 Alaydan ibarettir). Bu alan 35 km uzunluğunda olup 200 km2 lik bir yer kaplamaktadır. Karaya çıkmak için gemilerde bekleşen İtilaf askerlerinin sayısı ise 15.000'dir (Toplanan asker sayısı ise 75.000'dir.)

  2. Tümenin bazı alaylarının yer aldığı cephe uzunluğu 600 m. olup her 15 cm'ye bir asker düşmektedir. Her bir askerimize 95 adet mermi isabet etmektedir. Karşılıklı siperlerin en yakın mesafesi 5-10 metredir.

 Türk ordusunun düşmandan 4-5 kat daha fazla taarruz yaptığı ortalama 5-10 bin askerimiz şehit oldu. İtilaf devletleri, kara savaşları için 84 gemi, 75056 asker, 22.771 hayvan, 3.081 araba ayırmışlardı. Toplam 8.5 ay boyunca top ve tüfek ustaları 70 adet top, 80 bin adet tüfek tamir ettiler.

  İstanbul'dan Uzunköprü'ye kadar gelen askerler buradan Gelibolu ve dolayısıyla cepheye dek yürüdüler. Bu uzun yürüyüş 8 gün sürdü. Bugün bu mesafe otobüsle 4-5 saatte alınmaktadır.

Tarihî Bir Direniş

  Sadece Seddülbahir'deki Ertuğrul Koyu'na 2.500 asker çıkarılmak istenir (Bu askerlerin 2.000'ni eski bir Kömür gemisi olan River Clyde'nin içindedir). Ertuğrul Koyu'nu savunmakta olan Ezineli Yahya Çavuş 63 arkadaşı ile 3.000 kadar düşman askerine tam 12 saat boyunca karşı koydu. Gece yarısı Harapkale'deki bölüğüne çekildiği vakit sadece üç kişi kaldılar. Yine Ertuğrul Koyu'na düşman toplam 4.650 top mermisi attı (Bu sayı, Türklerin 18 Martta attığı toplam top mermisinin iki katıdır).

Mermiler Havada Çarpıştı

  Kanlısırt'a 3 saat boyunca yapılan bombardımanda ise 17.000 top mermisi düştü. Kara savaşları sırasında karşılıklı hücumlar yapılırken, on milyonda bir ihtimal olan mermilerin havada çarpışması vuku buldu. Yine kara savaşlarının en şiddetli anında yere düşen mermi sayısı 1.500 adet olup metrekareye ise 6.000 mermi düşmektedir. 19 Mayıs saldırısında 10.000 kayıp (3.000 şehit, 6.000 yaralı) olmasına rağmen Anzaklarda ise 160 ölü, 468 yaralı vardı. Anzakların o saldırıda makineli tüfeklerle attığı mermi sayısı 948.000'dir.

215 Okkalık Top

  Rumeli Mecidiyesi'nde görev yapmakta olan 3. Top numara eri Seyit, bir bombardıman sonrasında 14 şehit, 24 yaralı veren tabyasında, kısa bir süre baygınlık geçirdikten sonra kendine gelip, 215 okkalık top mermisini (275 kg, 600 gr) 6 basamaklı bir merdivenden çıkararak, namluya sürdü ve Ocean zırhlısını vurdu (Dünya Halter Şampiyonumuz Naim Süleymanoğlu'nun kaldırdığı son ağırlık 165 kg.dır).

Okullar Mezun Vermedi

  Bu savaşta İstanbul Tıp Fakültesi öğrencileri (100 öğrenci) ile İstanbul Lisesi (50 öğrenci) öğrencileri de katıldı ve 3 saat içinde şehit oldular. Yaralara merhem sürecek, dertlere derman olacak doktor ve doktor adayları vatanın bu onulmaz yarasına canlarıyla merhem, vatanın büyük derdine yine canlarıyla derman oldular. Bu sebeple İstanbul Tıp Fakültesi 6 yıl sonra 1921'de hiç mezun veremedi. O zamanın 1895 doğumlu aydınları ile okumuş ve nitelikli insanımız Çanakkale' de şehid oldular.

Zaferler

  Çanakkale Harbi bir muharebeler silsilesidir. 18 Mart'ta Çanakkale Deniz Zaferi, 25-27 Nisan'da Anburnunda, Seddülbahir'de, Kumkale'de, Beşiğe' de çıkarmalar başarıyla durduruldu. Ayrıca 1. Kirte (28 Nisan), 2.Kirte (6-8 Mayıs), 3.Kirte {4-6 Haziran), 1. Kerevizdere (21-22 Haziran), Zığındere (28 Haziran), 2.Kerevizdere (12 Temmuz), 1 Anafartalar (9 Ağustos), 2. Anafartalar (21 Ağustos) muharabeleri zaferle sonuçlandı. Toplam on üçe yakın muharebe başarı ile yapıldı.

Dünyada İlk Defa

  İngilizlerin uçak sayısı 55-60 iken Türklerin ise 22'dir. Boz¬caada ve Seddülbahir'de birer uçak pisti inşaa edildi. İngilizler bu savaşta üç adet balon gemisi, bir uçak gemisi (Arc Royal) kullandılar. Dünyada ilk defa modern (kara, deniz, hava, denizaltı) savaş yapıldı.

Geri Çekilme

  İtilaf Devletleri Gelibolu'dan çekilirken 40.000 ile 20.000 arasında asker kaybı düşünmelerine rağmen bir kişi bile kayıp vermediler. Ancak çekilme esnasında 9.000 at, katır, eşek; 2.000 taşıt arabası, 200 ağır top alınmış, Gelibolu Yarımadası'nı 8-9 Ocak 1916 günü tamamen boşaltmışlardır.


Rakamların Dili

  Yaklaşık bir sene süren Çanakkale Savaşı'nda her iki tarafın kaybı 500.000'dir. Türklerin o gün için toplam 700.000 askeri bulunuyordu. 259 günü karada geçen bu savaşa, toplam 21 Türk Tümeni katıldı. İngiltere'den bu savaşa 469.000 asker katıldı. Bunlardan 328.000'ni bizzat cephede savaştı ve 141.000'ni ise savaşan askerlere destek verdi.
 İtilaf Devletlerinin kaybı 252.000'dir. İngilizlerin kaybı= 205.000 (Sömürge askerleri de dahil¬dir) Fransızların kaybı 47.000 Toplam 252.000 'dir


Çanakkale Savaşı'nda En Çok Şehit Veren İller

1-Bursa=3274
2-Balıkesir=3003
3-Konya=2683
4-Kastamonu=2 527
5-Denizli=2258
6-Ankara=1926
7-İstanbul=1908
8-Çanakkale=1876

En Fazla Şehit Veren Köy

Kastamonu'nun Güzlük Köyü en fazla şehid veren köyü olup, bu kahraman köyümüzden 25 kişi şehit düşmüştür.


Mercidabık Meydan Muhârebesi

2
4 Ağustos 1516 târihinde Osmanlılarla Memlûkler arasında meydana gelen muhârebe. Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Hanın Ortadoğu’da hâkimiyetini genişletmesi; Suriye, Filistin, Arabistan Yarımadası, Mısır ve Kuzey Afrika’nın doğusuna hâkim Memlûklu Sultanı Kansu Gavri (Gûrî)yi harekete geçirip, tedbir almaya sevk etti. 23 Ağustos 1514’te Çaldıran Meydan Muhârebesinde Yavuz Sultan Selim Hana yenilip, kaçan İran Safevî hükümdârı Şah İsmâil ile ittifâk kurdu. Yavuz Sultan Selim Han, haber alma teşkilâtı vâsıtasıyla Şah İsmâil Kansu Gavri ittifâkını öğrenince, Vezîr-i âzam Sinan Paşayı kırk bin kişilik bir kuvvetle Safevîler üzerine gönderdi. Sinan Paşanın, Diyarbekir’e giderken, Fırat’ı geçmek için Memlûklerden müsâade isteyip de iznin verilmemesi ve Kansu Gavri’nin elli bin kişilik kuvvetle Haleb’e gelmesi, harb sebebi sayıldı.

Devrin âlimlerinden Zenbilli Ali Cemâli Efendinin fetvâsıyla sefere çıkıldı. Yavuz Sultan Selim Han, dâhiyâne bir siyâsetle Mısır devlet adamlarının bir kısmını ve Suriye ahâlisini kendi safına almaya muvaffak oldu.

Yavuz Sultan Selim, Kansu Gavri’ye Haleb’in kuzeyindeki Mercidâbık mevkiinde meydan muhârebesi için hazır olması haberini gönderdi. Mercidâbık’ta karşılaşan iki ordunun da kuvvetleri eşit miktarlarda olup, altmış bin civârındaydı. Osmanlılar, ateşli silahlar, teşkilât, kumanda heyeti, sevk ve idâre bakımından Memlûklardan üstündü. Memlûkların da süvârî kuvveti meşhurdu.

Savaş Taktiği

24 Ağustos 1516 sabahı Osmanlı ordusu hilâl şeklinde bir tertib aldı. Ordunun merkezinde Yavuz Sultan Selim Han olup, yanında Kapıkulu askeri ve önünde birbirine zincirle bağlı üç yüz top bulunuyordu. Sağ kola Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, sol kola da Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa kumanda ediyordu. Memlûk ordusunun merkezine, yanında Halife Üçüncü Mütevekkil olduğu halde Sultan Kansu Gavri, sağ kola Haleb Nâibi Hayırbay, sol kola da Şam Nâibi Sibay kumanda ediyordu. Memlûklerde sultanın orduya, kumandanların da Kansu Gavri’ye îtimâtsızlığı vardı. 

Osmanlı topçu ateşiyle başlayan muhârebeye, Memlûkler süvârî taarruzu ile karşılık verdiler. Muhârebe başladıktan iki saat sonra Memlûkler bozguna uğradı. Öğleden sonra kesin netice alınarak, Memlûk karargâhı bütün ağırlığı ile Osmanlıların eline geçti. Boğucu bir yaz sıcağında meydana gelen muhârebeden kurtulan Memlûk askerleri; Haleb, Hama, Humus ve Şam’a kaçtı. Tâkip edilen Memlûk kuvvetlerinden ele geçenler imhâ edilerek, Kuzey Suriye bütünüyle zabtedildi.

Ahâlisi Ehl-i sünnet olan şehirler Yavuz Sultan Selim Hanı ve Osmanlıları dâvet ettiler. Suriye şehirleri kendi rızâlarıyla Osmanlı idâresini tercih ettiğinden, ahâliye zarar verilmedi. Memlûk Sultanı Kansu Gavri muhârebe meydanında öldü. Abbâsi halîfesi Üçüncü Mütevekkil, muhârebeden sonra Yavuz Sultan Selim Hanın yanına gelerek, sultandan çok hürmet gördü. Yavuz Sultan Selim Han 28 Ağustosta Haleb’e 27 Eylülde Şam’a gelerek Mısır’ın fethini gerçekleştirecek sefere hazırlanmaya başladı.

Mercidâbık’ta kazanılan zafer Osmanlı Devletine dînî, siyâsî, askerî iktisâdî pekçok faydalar sağladı. Hilâfetin Osmanlı Hânedânına geçme yolu açıldı. Doğuda Osmanlı Devletinin son rakîbi Mısır-Memlûk Devleti ortadan kaldırılma safhasına getirildi. Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı hâkimiyetine girdi. Mısır ve Arabistan Yarımadası yolu açıldı. Güneydoğu Anadolu’nun zabt edilmesiyle Anadolu Türk birliği tamamlandı.

Otlukbeli Meydan Muhârebesi
F
âtih Sultan Mehmed Han'ın Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan ile 11 Ağustos 1473’te, Otlukbeli mevkiinde yaptığı büyük meydan muhârebesi. Osmanlı Sultanı Fâtih Sultan Mehmed Han'ın, 1453’te İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması Hıristiyan âlemine karşı üstünlük kurup, İslâm âleminde takdir kazanması, doğudaki Akkoyunlu SultanıUzun Hasan’ı telaşlandırdı.

   Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Âzerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının dâmâdı olması dolayısıyla Trabzon’un mîrasının kendisinin olduğunu iddâ etti. Bu sebeple Fâtih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi. Uzun Hasan tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden kendisine müttefik aradı. Neticede, batıda Haçlı devletleri ve doğuda hâkimiyet mücâdelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı.

Venedik ve Papa Uzun Hasan'ın Yanında Yer Aldı

  Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri netîcesinde ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iâdesi temin  edilecekti.Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar beyleri de bu ittifaka dâhil oldular. Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fâtih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhâfazası Şehzâde Cem Sultana verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakı önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fâtih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sâhillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.

  Fâtih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fâtih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murâd Paşa, Beypazarı’nda Karaman Vâlisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Vâlisi Şehzâde Bâyezîd ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlulara ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı ordusu Erzincan’a geldiği hâlde, Uzun Hasan ve Akkoyunlulara rastlayamadı. Erzincan’dan îtibâren asıl muhârebe şartları gözetilerek, ânî taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.

Öncü Kuvvetler Tercan'da Karşılaştı

   Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikâmetine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini tâkip eden Has Murâd Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti. Has Murâd Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmûd Paşa Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murâd Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlularla muhârebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı, telef olurken bir kısmı esir düştü. Has Murâd Paşa da Fırat’ta boğuldu. Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti. Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levâzım stoku devamlı azalıyordu.

  Atlı Türkmen kuvvetlerine sâhip Akkoyunlular, şaşırtıcı muhârebe plânları tatbik ederek imhâ harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Dâvûd Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmûd Paşa gönderildi. Otlukbeli’nin tepeleri Akkoyunlular tarafından tutulduğundan Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde harp nizâmı aldı. Merkezde Fâtih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzâde Bâyezîd, sol kolda Şehzâde Mustafa bulunuyor, pâdişâh kapıkulu azaplarına, şehzâdeler de, eyâlet askerlerine kumanda ediyorlardı. Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan ve oğullarından Zeynel Mirza sağ kola, Uğurlu Mehmed Mirza da sol kola kumanda ediyorlardı.

  Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 târihinde meydana gelen muhârebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvâri kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzâde Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda Akkoyunlulara karşı sağladığı üstünlükle muhârebe Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey, muhârebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muhârebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri, pekçok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muhârebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.

Esir Âlimlere Hürmet Gösterildi

  Fâtih Sultan Mehmed Han, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fâtih, Otlukbeli Zaferinden sonra, üç gün muhârebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve câriye âzâd etti. Doğu Seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü Şebinkarahisar fethedildi.

  Fâtih’in Doğu Seferi netîcesinde Otlukbeli Zaferi kazanılmasına rağmen, pek büyük arâzi elde edilememesinin Fâtih’in sünnî ve Türk olan Akkoyunlulara karşı iyi niyet beslemesidir. Bununla birlikte bu savaş netîcesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar Osmanlı Devletini mağlup edip, İstanbul’a tekrar hâkim olamıyacaklarını kesin olarak anladılar.

  Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücâdelesi başlayıp, hânedan parçalandı. Karamanlı ülkesi Osmanlı hâkimiyetine geçti. Otlukbeli Zaferi öncesi ve sonrası tecâvüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sâhillerindeki saldırıları da netîcesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek mecbûriyetinde kalınca, batıda ve doğuda Osmanlı Devletinin büyüklüğü kabul edildi.

Dömeke Muhârebesi
D
ömeke'de Osmanlılar ile Yunanlılar arasında vukû bulan savaş. Berlin Muâhedesine dayanarak   Teselya ile Arta kazasını ele geçiren Yunanistan bu sefer de Yanya vilâyetiyle Girit’e göz dikmişti. Bu bölgede halkın üçte ikisini meydana getiren Rumlar, dâimî olarak Yunanlılar tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılmaktaydılar. Çıkan ayaklanmaların Türkler tarafından bastırılması, Yunanlıların daha çok hoşuna gidiyor ve bu sefer de Avrupa devletlerini, Rumlar eziliyor bahânesiyle tahrik ediyorlardı.

  Nitekim 3 Şubat 1897’de Girit’te Hıristiyanların soykırımına tâbi tutulduğu iddiâsıyla Avrupalı devletler Girit sularına zırhlılar göndermişlerdi. Bu zırhlılar aynı zamanda Türk-Yunan çatışmasına engel olacaklardı. Ne yazık ki Albay Vassos komutasındaki Yunan filosu Girit’e çıkarma yaparken bunlar sâdece seyrettiler. Ancak son derece tedbirli hareket ederek Avrupa devletlerini yanına çekmeyi başaran Sultan İkinci Abdülhamîd Han onlara ortak abluka teklifi yaptı ve kabul edildi.

  Girit’in elden çıkmasına sinirlenen Yunanlılar, Teselya ve Makedonya’daki Osmanlılara saldırmaya başladılar. Nihâyet Osmanlı hükûmeti de 17 Nisan 1897’de Yunanistan’a harp îlân etti. İki taraf kuvvetleri arasında esaslı bir fark yoktu. Ancak Yunanlıların bilhassa ârızalı bölgelerde Osmanlı ordusunu uğraştıracağına ve bilhassa Dömeke mevkiinde ağır kayıplar verdireceğine ihtimâl verilmekteydi.

   Osmanlı kuvvetleri Müşir Edhem Paşa komutasında 45.000 kişilik Osmanlı askerine karşılık Kralın kardeşi Kostantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ise 40.000 kişilik bir kuvvetten meydana geliyordu.

  18 Nisanda Milano mevkiindeki savaşı Osmanlılar kazandılar. Ancak savaşın ağır cereyan etmesi üzerine büyük devletlerden her an gelebilecek bir müdâhaleye fırsat vermemek için Sultan İkinci Abdülhamîd Han yıldırım harbi istediğini Edhem Paşaya bildirdi.

Yunan Başkomutanı Canını Zor Kurtardı

  Bu durum üzerine 25 Nisan’da Yenişehir, 26 Nisan’da Tırhala zaptedildi. Asıl vuruşmanın Dömeke’de olacağı ve bu savaş sonunda gâlip tarafın ortaya çıkacağı belli olmuştu. Çünkü Yunanlılar bu müstahkem mevkiye çok güvendikleri gibi, çok fazla yığınak da yapmışlardı. Savunma savaşı yapacak olan Yunanlılar, Türkleri püskürteceklerine kesin inanıyorlardı. 17 Mayıs günü çok şiddetli geçen muhârebe sonunda Osmanlılar parlak bir zafer daha kazandı. Yunan ordusu tamâmen dağıldı. Yunan başkomutanı gece karanlığından istifâde ederek canını zor kurtarabildi.

  Artık Osmanlı ordusunun Yunan başkentine girmesine engel olacak ciddî bir mukâvemet beklenemezdi. Lâkin Yunanlıların imdâdına burada da Avrupa’nın büyük devletleri yetişti ve 20 Mayıs 1897’de, Türk ordusunun fethettiği yerler elinde kalmak şartıyla, mütâreke imzâlandı. Türk-Yunan Harbi Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dünyâ politikasında ve iç politikada îtibârını artırmış ve Osmanlı toplumunun mâneviyâtı yükselmiştir.

Osmanlı Ordusu Yeniden Prestij Kazandı

  Dömeke Osmanlı-Yunan harbinde Türk ordusu, 1877-1878 seferinde zedelenmiş olan prestijini kurtarmış ve savaş ve cihad ruhunu muhafaza etmekte olduğunu isbat etmiştir. Türkler, kısa zaman önce hezîmete uğradığı bir harbden sonra büyük bir himmetle kalkınmış ve bu zaferi kazanmıştır.

   Kazanılan zafer, Osmanlı askerinin üstün vasıflarını bütün cihâna parlak bir şekilde göstermesi bakımından büyük bir mânâ ve kıymet taşımaktadır. Bu harb, 20 sene önce Rus ordusunun sayıca, üstünlüğüne dayanamayarak mağlub olan ve bu yüzden, târihi şan ve şerefi hafızalardan silinmek üzere olan Türk ordusu üzerine, Avrupa devletlerinin yeniden dikkatlerini çekmiş ve gösterdiği gayret herkesi hayrete düşürmüştür.

  Sultan Abdülhamîd Han, Yunan savaşında vefat eden sakat kalan askerlerin ailelerine yardım elini uzatmış, bununla da kalmayarak bir sergi açtırmıştı. Bu sergiye dünyanın her tarafından yardımlar geldi. Serginin açılışı münâsebetiyle şu nutku irad etmişti:

 "Yunan savaşında devlet ve memleketimizin şan ve şerefini korumak için canını feda eden muhterem şehitlerin yetim ve dullarıyla, aldıkları yaradan malul kalan gazilere yardım maksadıyla bu serginin açılmasını tasavvur ettim. İnsanlık eseri olan bu tasavvuru bu gün meydana çıkmış görmekle memnuniyetimi beyan ederim. Osmanlı tahtına cülusumdan beri, her ne zaman bir âfetle zedelenmiş muhtaçlara yardım etmek istedimse, halkımız buna uymakta gerçek bir gayret göstermekten geri durmadı. Bunun için bahtiyarım. Halkımızın temiz yürekle devlet ve memleket sevgisi ve bağlılığını ispatlayan ve perçinleyen üstün ahlakının, şimdi ve gelecekte sürüp gideceğinden şüphem olmadığı için kendilerine hayır duâ ederim"

Sultan Abdulhamid Han, kazanılan bu zafer üzerine 26 Mayı 1897'de "Gâzi" ünvânını aldı.

Karamukbeli Meydan Muharebesi
1
176 yılında vukubulan Selçuklu-Bizans Meydan Muhârebesi. Türklerin 1071 Malazgirt Zaferinden sonra, devâmlı batıya genişlemeleri, Hıristiyan âleminin doğudaki müdâfaacısı Bizanslıları telaşlandırdı. Ege ve Marmara kıyılarına kadar gelen Türk akıncılarına karşı aldıkları tedbirler kâfi gelmiyordu. 1096’dan beri Avrupa kıtasındaki Hıristiyan kavimlerden toplanan ordular, Türklerin gazâ akınlarına ve ilerlemelerine mâni olamıyordu. 1156’da Türkiye Selçuklu Sultanlığına getirilen İkinci Kılıç Arslan, sistemli bir iskân siyâseti tâkib etti ve doğudan gelen Türk boylarını Bizans hudûduna yerleştirdi. Ayrıca bunları, İslâm dîninin cihâd emri gereğince, Bizans’a karşı gazâ akınları yapmakla vazifelendirdi.

    Düşmanın Maksadı Türkleri Anadolu’dan Söküp Atmaktı

 Akıncılar; Denizli, Kırkağaç, Bergama ve Edremit’e kadar Bizans askerî mevkilerine karşı yıldırma ve yıpratma faaliyetlerinde bulundular. Devrin Bizans İmparatoru Birinci Manuel; Türklerin gazâ akınlarını durdurmak için ülkesinin bütün imkânlarını seferber etti. Bizanslılardan başka; Frank, Macar, Peçenek, Sırp ve diğer Balkan kavimlerinden yüz bin kişilik bir ordu topladı. Gâyesi; her ne pahasına olursa olsun, Türkiye Selçuklu Devletine son verip, Türk ve İslâm nüfûzunu Anadolu ve Ortadoğu’dan atmaktı.

   Bizans imparatorunun faaliyetlerini tâkib eden ve gâyesini bilen Sultan İkinci Kılıç Arslan da hazırlıklarını tamamladıktan sonra harekete geçerek Karamukbeli’ne geldi. Bizans ordusunun yaklaşması üzerine, Manuel’e elçi heyeti gönderip, antlaşma teklifinde bulundu. Haçlı taassup ve kininden ayrılmayan, yüz yıl önceki Malazgirt hâdisesinden ders almayan imparator, gelen heyete; “Antlaşma, Konya’nın zaptından sonra yapılacaktır.” cevâbını verdi. Manuel’in cevâbı ve ordusu hakkında toplanan bilgiler, Sultan’a arz edildi. Sultan, Karamukbeli ile biraz doğudaki Tuzluca geçidinde, Bizans ordusuna karşı tedbir aldı. Ciddî bir keşif bile yapmayan Bizanslılar, Türklerin mevzi alıp, tuttuğu boğaza tedbirsiz olarak girdi.

  Bizans Ordusu Şaşırtıldı

  1176 yılının 17 Eylülünde Müslüman-Türk ordusu, boğazdan içeri girmeye çalışan düşmana karşı taarruza geçti. Önce şiddetli çarpışmalarla hücûma geçen mücâhitler, taktik gereği yenilmiş görünerek, hızla geri dönüp kaçmaya başladılar. Bizanslılar, “Türkler kaçıyor!” düşüncesine kapılarak, bütün kuvvetleriyle hücûma geçtiler.

  Kılıç Arslan, Bizans ardçı birliklerinin de boğazdan içeri girdiğini gördükten sonra, ihtiyât kuvvetlerini ardçı birliklerin arkasına sürdü. Sonra kendisi, önü ve arkası kesilen koca Bizans ordusunun üzerine yüklendi ve sol kanadı hezîmete uğrattı. Sol kanadın imdâdına gelen sağ kanat komutanı Boudan d’Antioche öldürüldü. Başsız kalan sağ kanat birlikleri dağılmaya başladı.

  Sultan Kılıç Arslan, sağ kanadın da işini bitirdikten sonra, vargücü ile ardçı birliklere yüklendi. Ağırlıklar çevrilerek, ikmâl kollarının hayvanları öldürüldü. Böylece geçit geriye doğru iyice kapatılmış oldu. Artık Bizans ordusu için ileriye ve geriye gitme imkânı yoktu. Ölen pekçok hayvan leşi, kırılan arabalar, asıl ordu ile ardçılar arasında aşılmaz bir engel teşkil ediyordu.

   İmparator Manuel Kaçtı

  Ordusunun eriyip yok olduğunu gören ve her şeyin bittiğine hükmeden imparator Manuel, şaşkınlık içinde sağa-sola koşmaya ve kaçmaya başladı. Bizans ordusunu tamâmen imhâ olmaktan, İmparatorun sulh isteği ve Emîr Cabras’ın bunu Sultan Kılıç Arslan’a iletmesi kurtardı.

  Emîr Cabras, sulh şartları olarak Homa ve Eskişehir kalelerinin yıkılmasını istedi. Ölüm veya esâreti bekleyen İmparator Manuel, bu kadar insânî şartlarla yapılan teklifi derhal kabul etti. Antlaşmaya göre, bölgedeki Bizans tahkim ve istihkâmları yıkılacaktı. Huduttaki eski statü muhâfaza edilip, Türklere tazminât ve yıllık yüz bin altın ile yüz bin gümüş para ödenecekti. Bizans imparatoru, muhârebe meydanını terk ederek, kalan askeriyle İstanbul’a döndü.

  Karamukbeli (Miryakefalon) Meydan Muhârebesi, Türklerin Anadolu’da yerleşmelerini ve Anadolu’nun bir Türk yurdu olmasını temin ettiği gibi, aynı zamanda Bizans’ın yıkılış târihinin de başlangıcı oldu.

Kanije Zaferi
K
anije Kalesi 1600 yılında fethedilerek beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi Tiryaki Hasan Paşaya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalıkla gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse sâdece 5000 civârında mücâhid vardı.

  9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler geceleri binbir müşkülatla mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak Paşa bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da Hasan Paşa geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Hasan Paşa'nın Başına Kırk Köy Vâd Ediliyordu...

 Müttefik kuvvetler Türklerde top veya cephâne olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek düşmanın iâşe ve cephâneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhâsara edenlere katıldı. Ertesi gün ise tâze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene kırk köy vâd ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sâyesinde bertaraf ediliyordu.

  Müttefik kuvvetler nihâyet 18.000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın bir avuç mücâhide bir şey yapamaması askerin mâneviyâtını artırdı. Arşidük ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple kış bastırdığı halde askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen burayı alamıyordu. 

Müthiş Bir Hücumla Düşmanı Darmadağın Edildi

    Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14.000 tüfek, 50 otağ ve 10.000 çadırın yanında Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyâları, arabaları Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar Arşidük’ün etrâfında yeniden toplandılarsa da Hasan Paşa düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Hasan Paşa Arşidük’ün Tahtına Oturdu

  Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamâmının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrâfı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı. Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı.

  Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de derecelerine göre koltuklara oturdular. Hasan Paşa bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaatti. Bu şekilde harekete devam ederlerse Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

  Üç ay sürmüş olan Kanije Muhâsarasından sonra Hasan Paşa elde ettiği ganîmeti ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhâsara esnâsında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

  Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.

Pâdişâh Duası Aldı

 Pâdişâh, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım.” diyerek medhü senâ ve dua ediyordu.

 Pâdişâhın fermânını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara: “Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez. Pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum.” cevâbını verdi.

  Hasan Paşa, Kanije Zaferinden sonra 1601 yılında Bosna, 1602 de Budin, 1603’te Rumeli beylerbeyliğine tâyin edildi. Celâli isyanlarının bastırılmasında Kuyucu Murâd Paşayla birlikte hareket etti. 1608 yılında tekrar Budin Beylerbeyliğine tâyin edilen Hasan Paşa, 1611 yılında bu vazifedeyken vefât etti.

  Hasan Paşa kahramanlığı, zekâsı, askerî kurnazlığı ve vazifeye bağlılığıyla tanınmıştı. İlme büyük değer verip, âlimleri sever ve himâye ederdi. Vefâtı devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebep olmuştur.

 



İkinci Kosova Meydan Muhârebesi
T
ürklerin Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak için, Hıristiyan devlet ve milletler, her mağlûbiyetin ardından yeni ittifaklar kuruyorlardı. Osmanlı Sultanı İkinci Murâd Han (1421-1451) devrinde, 1444’teki Varna mağlûbiyetinin öcünü almak gâyesiyle Macar Kral Nâibi Hunyadi Yanoş, Almanya, Polonya, Romanya ve diğer ülkelerden doksan bin kişilik ordu topladı.

  1448’de Osmanlı Devletine tâbi Sırbistan’a giren Hunyadi Yanoş’un kumandasındaki müttefik kuvvetlerin, buraları işgâl haberi üzerine, İkinci Sultan Murâd Han, süratle harekete geçti. Anadolu’daki Karamanoğulları Beyliğinden ve Sırbistan’dan yardımcı kuvvetler alan Sultan Murâd Han, Ekim 1448’de Kosova’da düşmanla karşılaştı. İki ordunun mevcudu da eşit durumda olmasına rağmen, Osmanlılar devrin en üstün ateşli silâhlarına ve topa sâhipti.

  Müttefik ordusu ağır zırhlı olup, çeşitli milletlerden meydana geliyordu. Türkler ise muhârebe eğitim ve tecrübesi ile üstün taktik kâbiliyet vasıfları yanında, sarsılmaz bir îmân birliği içindeydiler. Sultan Murâd Han, Türk-İslâm an’anesi gereğince, muhârebeden önce sulh teklif etti. Sulh, Haçlı taassubu ile red edilince, düşman ordusu hakkında bütün bilgileri değerlendirerek, harp nizâmı aldırdı.

Savaş Taktiği

  Osmanlı ordusunun merkezinde İkinci Sultan Murâd Han, sağ kolda Rumeli Beylerbeyi Turahan Bey, sol kolda Dayı Karaca Paşa bulunuyordu. Öncü kuvvetler, Akıncı Beylerinden Hızır Bey, Îsâ Bey; ihtiyat da Sinan Bey kumandasında toplanmıştı. Hunyadi Yanoş’un kumandasındaki müttefik ordusunun sağında Macarlar, Sicilyalılar, sol kolda da Almanya, Polonya, Romanya kuvvetleri vardı.

  17 Ekim 1448 târihinde Hunyadi Yanoş, zaferden emin bir şekilde taarruzla muhârebeyi başlattı. Müttefik askerler, coşkuyla hücum etmesine rağmen, Türkler karşısında birinci gün üstünlüğü sağlayamadılar. Türklerin geri çekileceğini uman Hunyadi Yanoş, ikinci gün öğleyin başlatılan taarruz da netîcesiz kalınca, gece baskınına teşebbüs etti, fakat başarılı olamadı.

  Muhârebenin üçüncü günü olan 19 Ekim sabahı başlayan taarruzda, Osmanlı ordusu sahte ric’at (geri çekilme) taktiğini tatbik ederek, mukâvemet etmeden geri çekildi. Sağ ve sol kollar açılarak, müttefiklere Osmanlı merkez kuvvetleri hedef tâyin ettirildi. Türklerin kaçtığını zanneden Haçlı ordusu zafer kazandık hissiyle şuursuzca merkez istikâmetine ilerledi.

  Merkez safha safha geri alınırken, düşmanın iyice dağıldığı tesbit edilince, karşı taarruza geçildi. Merkeze giren düşman kuvvetleri, yandan ve geriden sarıldı. İyice çevrildiğini anlayan Haçlılar, ümitsizce bir an karşılık verdiler ve kaçmaya başladılar. Önceden kaçanlar ve geri çekilenler dışında Haçlılar muhârebe meydanında imhâ edildi.

  Sultan Murâd Han, zaferin sonunda Cenâb-ı Hakk’a hamd edip şükür secdesine vardı. Bu cenkte şehâdet mertebesine kavuşan 4000 şehidin cenâze namazlarını kıldırıp defnettirerek aziz ruhlarına Fâtihalar hediye eyledi.

  İkinci Kosova Meydan Muhârebesi netîcesinde, Türklerin Balkanlardan atılamayacağı kesinleşince Avrupalılar taarruzu bırakıp, müdâfaaya geçtiler. Balkanlarda başlatılan menfaat mücâdelesi, hoşgörü ve adâlet prensiplerini tatbik etme siyâsetince Osmanlılar lehine netîcelendi.

 

Haçova Meydan Muhârebesi
S

ultan Üçüncü Mehmed Han kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Avusturya Arşidükü Maksimilyan’ın kumanda ettiği Alman, Macar, İspanyol, Leh, Çek, Slovak, İtalyan, Hollanda ve Belçika ordularına karşı kazandığı kesin zafer.

  1595 yılında Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) tahta geçtiği zaman Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ve Alman kuvvetleri karşısında arka arkaya mağlubiyetler alıyordu. Bilhassa Estergon’un düşman eline düşmesi bütün yurtta derin bir üzüntüye yol açmıştı.

  Boğdan ve Eflâk’ta durum tamâmen Osmanlılar aleyhine olduğu gibi, Osmanlılara ait olan İbrahil, Kili, Silistre, Yergöği, Rusçuk, Akkirman ve Varna da elden gitmek üzereydi. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin de tavsiyesiyle, bizzât Avusturya sefer-i hümâyûnuna çıktı. Kanûnî Sultan Süleymân Hanın ölümünden, 30 yıl geçtiği halde hiçbir pâdişâh, ordusuna bizzât başkomutanlık etmemişti.

  21 Haziran 1596’da kapıkulu ocaklarıyla beraber hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed Han, 11 Ekim 1596’da Eğri Kalesini teslim aldı. Kale muhâfazasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakarak kendisi Macarların Kereşdeş dedikleri Haçova’ya geldi. Osmanlı ordusu Haçova’ya geldiği zaman burada imparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan’ın kuvvetleriyle karşılaştı.

  Arşidük’ün kumandası altında gerek Alman, Macar ve gerekse diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı. Kırım Hanı Gâzi Giray’ın biraderi Fetih Giray ile gönderdiği Tatar kuvvetlerinin de birlikte bulunduğu Osmanlı ordusu 100.000 kişi civârındayken, düşman ordusu 300.000 kişiye yaklaşıyordu.

Alnımızın Yazısı Bu İmiş

   Düşman kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna âni baskın yapmasından endişe edildiğinden, Câfer Paşa kumandasında on beş bin kişilik bir öncü kuvveti gönderildi. Câfer Paşa, bu kuvvetin azlığından bahisle sonucun kötü olabileceğini bildirdi Fakat Sadrâzam İbrahim Paşaya dinletemedi. Aslında düşman, Câfer Paşanın tahmininden de çoktu. Cafer Paşa, aldığı emri yerine getirmek için düşman üzerine korkusuzca baskın yaptı. Ancak elindeki 15.000 kişilik kuvvet muazzam düşman kuvveti karşısında eriyordu. Cafer Paşa; “Alnımızın yazısı bu imiş.” diyerek korkusuzca ve yüz döndürmeden çarpışıyordu. Rumeli Beylerbeyi kuvvetleriyle geri çekildi. Muhârebeden çekilmeyen Câfer Paşayı ise yanındaki tecrübeli hudut komutanları zorlukla savaş alanından uzaklaştırdılar. Bütün ağırlık ve toplar düşman eline geçti.

Padişah Askerin Başına Geçmeli

  Karşılaşılan bu hezimet dolayısıyla son derece üzülen Sultan Üçüncü Mehmed Han, derhal harp meclisini topladı ve ne sûretle hareket edeceğine dâir ordu görüşmesi yapıldı. Pâdişâhın kumandayı veziriâzama bırakıp geri çekilmesinin uygun olacağı düşüncesine karşı Hoca Sâdeddîn Efendi: “Bu büyük bir iştir. Hasan Paşa, İbrahim Paşa ve gayrisi ile olur biter iş değildir; bizzat saâdetlü pâdişâhın, askere baş olup gitmesi lâzımdır.” dedi.

  Ertesi sabah (26 Ekim) iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde Üçüncü Sultan Mehmed Han vardı. Başının üzerinde “Sancak-ı Şerîf” dalgalanıyordu. Pâdişâhın sağında vezirler, solunda kâdıaskerler ile Hocası Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş eyaletleri ve sağ kolda Rumeli ve Temaşvar beylerbeyleri kuvvetleri vardı.

Padişah Hırka-ı Şerîfi Giydi

    Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri, Pâdişâhın bulunduğu merkez kısmını sardılar. Düşman ateşi tehlikesine düşen Pâdişâh otağına çekilerek sırtına Peygamber efendimizin “Hırka-i Şerîf”ini giyip eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı

  Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmış dans ediyordu. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Yerinden kıpırdamadığı hâlde bu durumu bizzat gören Sultan Mehmed Han yanında bulunan hocası Sâdeddîn Efendiye; “Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek?” diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi:

“Pâdişâhım lâzım olan yerinizde sebât ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamanında olan, tabur muhârebeleri çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Mûcizât-ı Muhammedî ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hâtırınızı hoş tutun.” dedi.

  Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişlerdi. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören at oğlanı (yâni seyis,) aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hademe grubu bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken aynı zamanda “Düşman kaçıyor!” diye bağırarak askerleri geri döndürmeyi başardılar.

Cağalazâde Aniden Hücuma Geçti

   Bu sırada ön kol kumandanı Cağalazâde de gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti ve Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı bataklıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede Üçüncü Sultan Mehmed Hanı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanıbaşında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana dehşetli bir darbe indirdiler.

   Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybolmuş sayılan Haçova Savaşı büyük bir zaferle neticelendi. On bin duka altın ile beraber en güzel Alman toplarının yüzde doksan beşi ele geçti.

  Haçova Meydan Muharebesinde, Osmanlı ordusu Mohaç’tan sonra en büyük imhâ hareketini gerçekleştirmiştir. Târihçi Hammer bu savaş için; “Hoca Sâdeddîn’in cesâret ve tesiriyle kazanılan, Mohaç ve Çaldıran’la mukâyese edilen parlak zafer...” diye bahsetmektedir. Sultan Üçüncü Mehmed Han bu seferin sonunda “Eğri Fâtihi” ünvanını almıştır.

 

Sırpsığındı Zaferi

E
dirne'nin batısında Meriç nehri önünde 1364 senesinde haçlı kuvvetlerine karşı Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen savaş. Osmanlı kuvvetlerinin Trakya ve Balkanlarda hızla ilerliyerek bir çok yerleri fethetmesi, buralarda Türk göçmenlerini iskân etmesi, Avrupa devletlerini endişeye düşürdü. Filibe şehrinin fethini müteakip Rum kumandanı kaçıp Sırbistan'a giderek kral beşinci Uroş'a sığındı ve onu Osmanlılar aleyhine hareket etmeye şevketti.

Rum kumandanı, Sırp kralı Uroş'a; Osmanlıların asker ve ahâlî olarak sayılarının azlığından bahisle sür' atle hareket edilirse onları Rumeli'de' atmanın mümkün olacağını, fakat vakit geçirilirse çok daha vahim durumların ortaya çıkacağını bildirdi.

Sırp kralı Uroş bu malûmat üzerine harekete geçmeye karar verdi. Papa beşinci Urban'ın teşvikiyle de Macarlar başta olmak üzere Bulgarlar, Ulahlar ve Bosnalılar kendisine yardıma geldiler. Macar kralı Layoş bizzat kuvvetlerinin başında bulunuyordu. Tahminen yetmiş bin kişilik haçlı ordusu hızla ilerleyip Meriç vadisinde Çirmen kasabası civarında karargâh kurdular. Edirne'ye bir kaç kilometrelik bir mesafe kalmıştı.

Bu sırada sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr Bursa'da bulunuyor ve Anadolu'da sulhu sağlamaya çalışıyordu. Edirne'de bulunan beylerbeyi yâni ordu kumandanı Lala Şahin Paşa, bu tehlikeli hâli Pâdişâh'a bildirmekle beraber, diğer taraftan bir keşif kuvvetini düşmana karşı göndererek müttefiklerin vaziyetini öğrenmek istedi, öncü kuvvetleri komutanı Hacı İlbeyi haçlılara ancak Meriç nehrini geçtikleri sırada yetişebildi.

Hacı İlbeyi’nin Ani Baskını

Haçlı kuvvetlerinin kendilerine mukabele edilmediği için ihtiyatsız hareket ettiklerini ve eğlenceye dalıp, sarhoş olduklarını gören Hacı İlbeyi, yanındaki on bin kişiyi üç kola ayırdı ve gece yarısı yaptığı âni bir baskınla bunları şaşırtarak müthiş bir paniğe uğrattı. Perişan bir hâlde dağılan düşmanın büyük kısmı kılıçtan geçirilirken, bir kısmı da Meriç nehrinde boğuldu.

Ote yandan sultan Murâd Han, müttefiklerin Edirne üzerine geldiklerini haber alınca hemen kuvvetlerini toplayıp harekete geçti. Ancak dönüşte Katalanların elinde bulunup, kendilerini tehdîd edebilecek olan Biga'yı karadan ve denizden kuşattığı sırada zafer haberini aldı. Buna rağmen Biga muhasarasını kaldırmayan sultan Murâd Han, burasını fethettikten sonra Bursa'ya döndü.

Macar kralı Layoş (Lüdvig) bin müşkilâtla ölümden zor kurtuldu ve şükran eseri olarak mem lekeline dönünce, bir kilise yaptırdı. Çirmen kasabası yakınında olduğu için Çirmen muharebesi de denilen bu savaşa, müttefiklerin büyük bir bölümünü meydana getiren Sırpların kırılması dolayısıyla, Osmanlı târihlerinde Sırp sındığı adı verilmiştir.

Büyük Osmanlı kumandanı Hacı İlbeyi'nin dâhiyane taktiği neticesinde elde edilen muvaffakiyet, Türklerin Rumeli'desür'atle ilerlemelerine vesîle oldu

Sultan Murâd Han, Sırpsındığı muzafferiyetinin şükrânesi olarak Bilecik'te bir cami, Yenişehir'de bir imaret ve gazi erenlerden Postin Puş Baba'ya bir tekke, Bursa hisarında bir cami, Çekirge'de bir imaret, medrese ile kaplıca ve han yaptırmıştır.
Preveze Deniz Savaşı
K
aptan-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşanın, Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması ile yaptığı deniz savaşı. 27 Eylül 1538’de Adriyatik Denizinin Arta Körfezi kıyısında Preveze Kalesi önündeki açık sularda yapılan savaş. Osmanlı donanmasının zaferiyle sonuçlanmıştır.

   Başlangıçta Osmanlı Devletinin emrinde olmayan Barbaros Hayreddîn ve arkadaşlarının, Akdeniz hâkimiyetinde rolü çok büyüktür. Bu kahraman Türk denizcileri, Cezâyir ve Tunus’ta yerleşmeye çalışan Avrupalıları oralardan söktüler ve denizlerin arslanı oldular.

  Yavuz Sultan Selim, bu kahramanlara asker ve top göndererek yardım etti. Kânûnî Sultan Süleymân Macaristan’da zaferler kazanırken, onlar da aynı yılda, yâni 1525’te Akdeniz’in kuzey sâhillerini vuruyor, Hıristiyan donanmalarını zapt ediyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı gönderdiği Kaptan Andrea Doria mağlup olarak Septe Boğazını aştı.

Endülüs Müslümanları Kurtarıldı

   Türk denizcileri İspanyolların zulmüne uğrayan yetmiş bin Endülüs Müslümanını Kuzey Afrika sâhiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kânûnî, Barbaros’u 1533’te İstanbul’a dâvet etti. Barbaros gelirken, birçok zafer daha kazandı. Pâdişâh onu merâsimle karşılattı. Kendisini ve devletini Pâdişâhın emrine veren büyük denizci, Kânûnî tarafından Cezâyir Beylerbeyliğine tâyin olundu.

   Diğer taraftan Almanya İmparatorluğu ve İspanya Krallığı, Papalık ve Venedik hükûmetleri, Müslüman Türkleri Akdeniz’den atmak için, Osmanlı Devletine karşı ittifak kurdular. Bunun üzerine Kânûnî, 1537-38 kışında yeni bir donanma hazırlanmasını emretti. Dört elle işe başlayan Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşa, daha hazırlıklarını bitirmeden Mısır’dan yola çıkan hazînenin muhâfazası için kırk gemiyle denize açılmak mecburiyetinde kaldı.

   Mısır’dan gelecek gemileri vurmak için Girit sularında kırk gemiyle pusuya yattığı haber alınan Andrea Doria, Barbaros’un geldiğini duyunca kaçtı. Fakat Osmanlı donanması, geri dönmeyip, Şira, Patnos, Naksos vs. adalarını aldı. Bu esnâda tamamlanan doksan gemi de donanmaya katıldı. Mısır’dan gelen Sâlih Reis komutasındaki yirmi parça gemi de Barbaros’un gemileri arasına katıldı. Gemi sayısı yüz elliye ulaştı.

Bütün Düşman Filoları Birleşti

   Girit Adası kalelerini zorlayıp bir hayli ganîmet alan Barbaros Hayreddîn Paşa, kürekçi ve asker ikmâli yaptı. Barbaros komutasındaki Osmanlı donanması, İstanköy Adasında ikmâl ve istirâhatle meşgûlken Hıristiyan ittifakı da gittikçe güçlendi. Barbaros’un korkusundan, Akdeniz kıyılarındaki koylara hapsedilmiş bir vaziyete giren Haçlı devletleri, Osmanlılara karşı sıkı birlik kurdular. İrili ufaklı filolardan muazzam bir Haçlı donanması meydana getirdiler.

   Bu Haçlı donanmasının başına getirilen meşhûr Cenevizli amiral Andrea Doria, Osmanlıya tâbi Mora Yarımadası kıyısındaki Preveze’ye taarruz ederek kaleyi muhâsara etti.Haberi alan Barbaros, Turgut Reis komutasında yirmi gemilik bir gönüllü filosu gönderdi. Zanta sularında kırk gemilik düşman karakol filosuna rastlayan Turgut Reis, hemen dönüp Barbaros’u haberdâr etti.

   Zanta’daki düşman filosu da Andrea Doria’ya Osmanlı donanmasının yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Barbaros’un yaklaştığını öğrenen Andrea Doria, Preveze muhâsarasını kaldırıp, donanmasını toplamak üzere kuzeye çekildi.Venedik’e âit Kefalonya Adasını bombardıman eden Hayreddîn Paşa, Preveze’ye varıp kaleyi tâmir ettirdi ve sağlamlaştırdı.

   Denizlerdeki Müslüman hâkimiyetini ortadan kaldırmak için bir araya gelmiş olan müttefik Haçlı donanması, Korfu civârında toplanarak, Osmanlı donanmasını nasıl yeneceklerini tartıştılar. Kara harekâtı teklifine karşı olan Andrea Doria’nın isteği kabûl edildi. Haçlı donanmasının mevcûdu 162 kadırga ve 140 bârça olup tamâmı 302 idi. Bu gemilerde 2500 top ve 60.000 asker vardı. Türk donanması ise, kürekli, yâni çektiri sınıfından olarak 122 parçadan ibâretti.

Türk Donanması Düşmanın Üçte Biri Kadar İdi

   Gemilerin baştarafında üçer adet uzun menzilli 166 adet top bulunuyordu. Ayrıca donanmada, gemi mürettebâtı yanında yeniçeri ve tımarlı sipahilerden olmak üzere toplam 20.000 asker bulunuyordu. Görüldüğü gibi Türk donanması adet îtibâriyle düşmana nazaran üçte bir ve top îtibâriyle on altıda birdi. Bundan başka Türk donanmasında sekiz bin cenkçi askere karşı, müttefiklerin gemilerinde altmış bin silâhlı asker bulunuyordu.

   Müttefik donanması henüz Preveze önüne gelmeden evvel Barbaros, kumandanları toplayarak görüştü. Kumandanlardan Sinân Reis ile sancakbeyleri düşman donanmasının Akceom Burnuna asker çıkarma tehlikesine karşı orasının tahkim edilmesini söyledilerse de Barbaros buna lüzum olmadığını beyân etti. Fakat kumandanların ısrârı üzerine, teklife muvâfakat ederek oraya bir miktar asker çıkardı. Kendisi gemi kaptanlarına lâzım gelen tâlimâtı verdi.

   Gerçekten de Akceom’a asker çıkarılması çok isâbetli oldu. Preveze önüne gelen müttefik donanması Akceom sâhiline keşif müfrezeleri gönderdiyse de Türklerin tüfek atışıyla karşılaştıklarından geri döndüler.

   Nihâyet 27 Eylül günü devrin iki muazzam donanması karşı karşıya geldi. Osmanlı donanmasının merkezinde Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşa; sağ kanadında Sâlih Reis; sol kanadında büyük coğrafya ve matematik âlimi meşhûr denizci Seydi Ali Reis; ihtiyâtta da, Turgut Reis, Murâd, Sâdık, Güzelce reislerle gönüllüler vardı.

  Müttefik Haçlı donanmasının başında Avrupa’nın en meşhur amirâli Andrea Doria ve Venedikli Marco Grimari ile Papalık donanma komutanı Vicent Capallo bulunuyordu. Haçlılar çeşitli devlet ve milletlerden meydana geliyordu. AralarındaTürk düşmanlığı hissinden ve Haçlı dayanışmasından başka birliği teşkil eden unsur yoktu. Osmanlılar ise kumandanlarına son derece hürmetkâr olup, mâneviyâtları pek yüksekti.

Hayrettin Paşa Bütün Reisler İle İstişare Yaptı

   Muhârebe başlamadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa bütün reisleri, Kaptan-ı deryâ baştardasına toplayıp, gemi, silâh ve sayıca fazla olan düşman donanmasının tâbiye üstünlüğünün safdışı edileceğini anlattı. Gâlip gelindiği taktirde Akdeniz’de mutlak bir Osmanlı hâkimiyetinin tesis edileceğini ifâde edip, mâneviyâtlarını yükseltti. Gemilere üçer top yerleştirip, hilâl şeklinde muhârebe nizâmına soktu.

   Haçlı komutanı Andrea Doria’nın yaptığı harp nizâmında Venedik ve Papa filoları önden gidiyor, İspanya ve Ceneviz filoları onları tâkip ediyordu. Rüzgâr Haçlı donanmasının arkasından esiyor, Osmanlı donanmasına adım atma fırsatı vermiyordu. Preveze önündeki limanın girişini kapatarak Osmanlı donanmasının çıkışını engellemek isteyen Haçlı donanması, kuvvetli rüzgârı arkasına alıp Preveze’ye doğru hareket etti. Hava çok sisliydi.

Rüzgar Osmanlı Lehine Döndü

    Rüzgârın Osmanlı donanması lehine yön değiştirmesi ve sisin dağılması ile, Haçlı donanması kendisini Türklerin önünde buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, kırk gemilik bir filoyla Haçlı müttefik donanmasına saldırıp, onları ikiye ayırdı. Andrea Doria geri çekilerek, Korfu Adasına döndü. Müttefik donanma amirallerinin ısrârı ile gemileri üç saf halinde tertip edip, tekrar taarruza geçti.

   Haçlı donanmasının en önünde büyük savaş gemileri olan kalyonlarla karakalar, ikincisinde kadırgalar, üçüncüsünde de küçük gemiler arka arkaya dizilmişti. Andrea Doria, birinci safı kendisine siper alıp, ikinci safta savaşı idâre ediyordu. Her türlü manevra imkânı olan Osmanlı gemileri önünde can derdine düşen Venedik kaptanı, geriden gelen Andrea Doria’dan yardım istedi. Fakat Haçlı gemilerini yakalamakta usta olan Barbaros bu fırsatı kaçırmayıp, bâzısını batırıp, kimisini de esir aldı. Geri kalanlar kaçtı.

Andrea Doria Selameti Kaçmakta Buldu

   Andrea Doria, durumun kötüye gittiğini görünce, müttefiklerinin imdât istemelerine bakmayarak selâmeti kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, batırdıklarından başka yirmi dokuz gemi ve üç bine yakın Haçlı askerini esir aldı. Osmanlılar ise, dört yüz şehit ve sekiz yüz yaralı verdi. Bir Osmanlı gemisi de hasar görmüştü.

   Aldığı gemileri tâmir edip, yaraları sardıktan sonra, kaçan düşmanı aramak için yola çıkan Barbaros, Korfu Adasına, sonra Avlonya’ya gitti. Fakat Haçlıları yakalayamadı. Kışın yaklaşması üzerine Preveze’ye, Turgut Reis’i bırakarak İstanbul’a döndü.

   Preveze Zaferi, Boğdan Seferinden dönüşte Barbaros’un oğlu başkanlığında gönderilen bir heyet vâsıtasıyla Yanbolu’da iken Sultan Süleymân Hana arz edildi. Bu zafer haberine çok sevinen Sultan Süleymân Han, Barbaros ve arkadaşlarına duâdan sonra, kaptan paşa haslarına yüz bin akçe zam yaptı ve bütün ülkelere fetihnâmeler gönderdi.

Akdeniz Artık Türk Gölü

  Preveze Zaferinden sonra Akdeniz “Türk gölü” hâline geldi. Herbiri birer deniz kurdu olan Osmanlı leventlerine denizler dar gelip, okyanuslara açıldılar. Avrupa krallarının desteğindeki deniz korsanlığının önüne geçilip, deniz seyâhati, ticâreti ve sâhildeki halkın emniyet ve huzûru sağlandı. Kuzey Afrika’daki İslâm devletleri Avrupa devletlerinin tecâvüzlerinden korundu. Deniz yoluyla hac farîzası emniyet altına alınarak, hacılar korsan taarruzundan emin olarak hac yaptılar.

 

Paniput Meydan Muharebesi
2
2 Nisan 1526’da Türk Sultanı Babür Şah ile Afgan hükümdarı İbrahim Ludi arasında Hindistan’ın Paniput şehri yakınında  yapılan tarihin en büyük meydan savaşı.

  Türk Sultanı Babür Şah 1504’te Kâbil’i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne’yi aldı ve kısa zamanda Afganistan’ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekiminde Semerkant imparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent’i, Buhara’yı aldı, bütün Maveraünnehr’e sahip oldu.

Babür Şah Hindistan’ı fethetmek için 1519’da Hayber’i geçerek Hindistan topraklarına girdi. 1526 yılında, yani Osmanlılar’ın Mohaç seferinden birkaç ay önce, Paniput ovasında Afgan hükümdarı Sultan İbrahim Ludi’nin yüz bin asker ve bin filden müteşekkil büyük  ordusu ile karşılaştı. Babür’ün ordusu 10-15 bin kadardı. Filleri yoktu, topçuları vardı.

Muharebe Taktiği

Babür, beyleri ile istişare yaparak ordusuna gereken savaş düzenini verdi. Ordunun sağ kanadının ucunu Paniput şehrine dayadı. Önüne kendi yazdığı gibi Rum (Yani Osmanlı) usulüne göre birbirine bağlı arabalar dizdi; her araba arasına 6-7 tuğra (Bir çeşit yere dikilmiş kalkan) koydurdu. Usta Ali Kulu’nun komuta ettiği tüfekçilerini bunların arasına yerleştirdi.

Sol kanadının ucunu da çukur ve kesilmiş ağaç dalları ile yapılmış bir engele dayadı. Önde bazı yerlerde araba ve tuğralar arasında birbirinden bir ok atım uzaklıkta 100-150 atlının birden çıkıp ileri atılabilecekleri gedikler bıraktı.

Paniput ovasında  Türk ve Afgan orduları 7-8 gün kadar karşı karşıya kaldılar. Bu günlerde Türk akıncıları aralıksız Afgan ordusuna karşı akınlar yaptı, hemen hemen hiç karşılık görmediler. Bir gece 4-5 bin akıncı Sultan İbrahim Ludi’nin ordugahına kadar sokuldular ve  çok zor bir durumda kaldılarsa da kayıp vermeden geri dönebildiler.

Nihayet Afganlılar bu sonu gelmeyen Türk Akınlarından usandıkları için, Türk mevzileri üzerine ilerlemeye koyuldular. Önce hiç görmedikleri kendilerine acayip gelen taktiği görünce şaşkına döndüler. Ne ilerlemeye ne gerilemeye, ne de bulundukları yerde kalmaya karar veremediler.

 Babür Şah düşmanın bu şaşkınlığını sezer sezmez, askerlerini her yönden taarruza geçirdi. Top ve tüfeklerle de Afgan mevzilerini dövmeye başladılar. Sevk ve idare edilmeyen Afgan ordusu gerçekten vuruşmaya fırsat bulamadan on binlerce ölü vererek dağıldılar. Savaş yarım gün bile sürmedi. Afgan Sultan’ı İbrahim Ludi’de ölüler arasındaydı.

Zaferi kazanılmasında en önemli faktörlerden biri Babür’ün Osmanlı Topçu Taburu idi. Taburun başında Babür’ün hizmetine girmiş bir Osmanlı topçu subayı “Üstat Mustafa Rûmî Topçu “ bulunuyordu.

Babür Şah’ın ordusu 26 Nisan’da Delhi’yi, 28 Nisan’da Agra’yı, 25 Nisan’da Hampur’u aldı. 10 Mayıs 1526 günü saat 16’da büyük askeri törenle Agra’da imparatorluk sarayına ayak bastı. Daha sonra 25 Nisan’da Agra’da hutbe Babür Şah adına okunmaya başlandı. Böylece Afgan Ludi Devleti yıkılarak Gürganiye Türk Devleti kuruldu.


Varna Meydan Muhârebesi
1

0 Kasım 1444’te Varna’da yapılan Osmanlı-Haçlı muhârebesi. Sultan İkinci Murâd Hanın Rumeli fütûhâtları sonunda Macaristan ve Lehistan ile 12 Temmuz 1444 târihinde imzâlanan Segedin Antlaşması on yıllık bir sulh devresi getiriyordu. Sultan Murâd Han, sulh devresinden istifâdeyle, velîahd Mehmed’in idâresini görmek için, yorulduğunu ileri sürerek saltanattan çekildi.

    Oğlu Sultan İkinci Mehmed Han on üç yaşında Osmanlı tahtına geçti. Osmanlı tahtına tecrübesiz zannettikleri birinin çıktığını öğrenen Haçlılar, hazırlığa giriştiler. Fırsatı kaçırmak istemeyen Bizans İmparatoru ile Venedik senatosu, Osmanlıları Rumeli’den çıkarmanın zamânının geldiği iddiâsıyla, Macar kralı Vladislas’a yeminini bozdurdular.

    Bizans imparatoru, kardinal Çesarini ve Macar kralı Vladislas, Haçlı seferi için hazırlıklara başladılar. Yaptıkları plâna göre; Haçlı gemileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazını tutacaklar, Anadolu’da bulunan Sultan İkinci Murâd’ın Rumeli’ye geçmesine mâni olacaklar ve zincirleme savaşlarla yorulmuş ve çocuk yaştaki Sultan İkinci Mehmed’in kumandasında olan Osmanlı ordusunu kolayca imhâ edeceklerdi.

    Kısa zamanda hazırlanan Haçlı ordusunu; Macarlar, Lehli, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Alman, Fransız ve Venedik kuvvetleri teşkil etmekteydi. Venedik, müttefik ordularına kuvvetli bir donanmayla yardım edecekti. Eflak ve Boğdan voyvodalıkları da mühim kuvvetlerle müttefiklere katılmışlardı.

    Hıristiyan müttefiklerin harp îlânı ve giriştikleri hazırlıklar, Osmanlılar tarafından haber alınınca, Edirne’de endişeli bir hava esmeye başladı. Edirne’de toplanan saltanat şûrâsında, alınacak tedbirler düşünüldü ve ordunun başında tecrübeli bir hükümdârın bulunmasına karar verildi.

Babasını Başkumandan Tayin Etti

  Sadrâzam Çandarlı Halîl Paşanın isteğiyle İkinci Mehmed Han babasını başkumandan olarak ordunun başına dâvet etti.Sultan Murâd Han, oğlunun dâvetine uyarak süratle Anadolu askerini topladı. O sırada Papa ve Venedik gemileri Çanakkale boğazı önünde toplanmış, Türklerin şimdiye kadar kuvvetlerini Rumeli’ye naklederken kullandıkları Çanakkale boğazı yolunu kesmişlerdi. Buradan Rumeli’ye geçmek imkânsızdı. Murâd Han Çanakkale tarafına az bir kuvvet gönderip, düşmanı yanıltarak süratle İstanbul boğazına (Anadolu Hisarı’na) geldi.

   Sadrâzam Halîl Paşa, yeniçeri, topçu, cebeci ve Rumeli askeriyle İnceğiz’de bekliyordu. Sultanın boğaza ulaştığını haber alınca, bugünkü Rumeli Hisarının bulunduğu yere geldi ve yanında getirdiği topları yerleştirdi. Böylece târihte ilk defâ İstanbul Boğazı top ateşiyle kontrol altına alındı.

    Sultan Murâd Han derhâl maiyyetindeki 40.000 kişilik Anadolu askerini, topçunun himâyesinde, asker başına bir düka altını vermek sûretiyle Ceneviz gemileriyle karşıya geçirdi. Bizanslılar, İstanbul surları yakınından sancak ve bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra ilerleyen Osmanlı ordusunu seyretmekten başka bir şey yapamadılar.

    20 Ekim 1444 târihinde Rumeli’ye ayak basan Sultan Murâd Han, bu geçişin emniyetle başarılmasında hizmeti dokunan topçu kumandanı Saruca Paşaya ihsânlarda bulundu. Geçişi Edirne’ye bildirmek için kapıcıbaşı ile Muhtesibzâde acele yola çıkarıldı. Murâd Han Edirne’ye yaklaşınca, devlet adamları ve halk tarafından karşılandı. Fakat Edirne’ye girmeyerek şehrin dışında konakladı. Sultan Mehmed ve vezîriâzam Halîl Paşayı Edirne’nin muhâfazasına bırakıp süratle Varna üzerine yürüdü.

    Macar Kralı Vladislas da sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1 Eylül 1444 târihinde Segedin’den hareket ederek 16 Eylül’de Orsova’ya vardı. Meşhur Macar komutanı Jan Hunyad 4000 seçme zırhlı süvariyle burada asıl kuvvetlere iltihak etti.

    Orsova’da yapılan toplantıda Jan Hunyad, Haçlı ordusunun başkumandanlığına getirildi. Ayrıca ordunun harekât plânı kararlaştırıldı. 18-22 Eylül’de Tuna’yı aşan Haçlı kuvvetleri 24 Ekim’de Yenipazar’a girdiler ve şehirdeki Müslümanları kılıçtan geçirdiler. 26 Ekim 1444 günü Şumnu, Tırnova, Prevadi, Retric, Mihaliç’te de aynı katliâmı yaptılar. 9 Kasım 1444 günü Varna önüne gelen Haçlı ordusu, şehrin güneyindeki Galatahisar, Makropolis, Kavarna köylerini ele geçirdi ve Varna’nın kuzey bölgesinde ordugâhını kurdu.

Muharebe Nizamı

    Haçlı ordusunun sol kanadı, Varna bataklıklarıyla çevriliydi ve bu cenâhta Ulahlarla bir kısım Macarlar bulunuyordu. Sağ cenah tamâmen açık bulunduğundan Macarların hemen bütün kuvvetleri bu taraftaydı. Siyah Macar bayrağı, Erlau piskoposunun muhâfazasına verilmişti. Alemdâr, Franko idi. Ordu kuvvetleri, meşhur kardinal Çesarini, Franko ve Erlan piskoposunun arasında taksim edilmişti. Varadin piskoposu, ordunun arkasını, eşyâ ve top mühimmâtını muhâfaza etmekteydi. Kral Vladislas ortada yer aldı.

    Haçlıların bu nizâmına mukâbil Osmanlı ordusunun başkumandanı Sultan Murâd Han, kademeli olarak tertibât aldı. Kuvvetlerin en mühim kısmını iki sıra üzerine yerleştirdi. Harp Rumeli’de olduğundan, usûl mûcibince Rumeli beylerbeyi Turhan Bey Rumeli askeriyle sağda, Anadolu beylerbeyi Karaca Bey de, Anadolu askeriyle sol cenâhta yerlerini aldılar. Osmanlı ordusunun başkumandanı Murâd Han da yanında yeniçeriler olduğu hâlde ortada üçüncü sırayı teşkil eden bölümdeydi. Muhârebe idâre yeri biraz yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuştu.

Sultan Murat Namaz Kılıp Dua Etti

    Sultan Murâd Han, Varna Sahrâsında saf tutan Haçlı ordusuyla muhârebeye başlamadan evvel iki rekat namaz kıldı ve şöyle duâ etti: “İlâhî! Mümin kullarını, benim günâhımın çokluğundan ötürü küffâr elinde zebûn etme. İlâhî! Habîbinin hürmeti için ümmetini sen sakla ve sen mansûr ve muzaffer eyle.”

    Târihin en mühim meydan muhârebelerinden biri olan Varna Muhârebesi, 10 Kasım 1444 sabahı Osmanlı askerinin Allah Allah nidâlarıyla başladı. Murâd Han, azabları ve akıncıları düşmanın en zayıf tarafı olan sağ kanada doğru sürdü. Öğleye doğru savaş şiddetlendi. Düşman başkumandanı Jan Hünyad, yanına Eğri piskoposunun alayını da alarak sağ kanat üzerine yüklenen Türklere karşı taarruza geçti. Haçlı süvârîleri zırhlı olduğu için az telefât veriyor, Türkler bu yüzden müşkil vaziyete düşüyordu.

    Kardinal Jülyen Çesarini’nin alayları taarruza kalkınca, Osmanlı akıncı ve azabları gerilemeye başladı. Karaca Bey kumandasındaki Anadolu sipâhîleri, derhâl Jan Hunyad’ın tarafına doğru taarruza geçtiler. Bu hücum karşısında Hırvatlar gerilemeye başladı. Düşmanın sağ kanadı çökmeye yüz tuttu. Haçlıların bir kısmı Varna’ya doğru şehir kapılarına kadar çekildiler.

    Sağ kanat kuvvetlerinin müşkil vaziyete düşerek gittikçe eridiğini gören Jan Hunyad, Kral Valdislas’ın kumandasındaki alayları da alarak Bosna piskoposu ile birlikte ileri atıldı. Bu şiddetli saldırılar karşısında Osmanlı sol cenahı geriledi. Bu sırada sol kanat kumandanı Karaca Paşa şehit düştü.

    Anadolu sipâhîleri de savaş meydanından dışarı itildi. O sırada sol cenahla merkez bölümü arasında meydana gelen boşluktan içerilere ilerleyen düşman kuvvetleri, yeniçerilerin tuttuğu hatta kadar sokuldular ve taarruzlarının en şiddetlisini Osmanlı karargâhına yönelttiler. Mevkiini azim ve metânetle muhâfaza eden Murâd Han, muhârebenin aldığı şekle göre askerinin harekâtına mâhirâne müdâhalelerde bulunarak, fazla zaman kaybetmeden cephenin sıkışan kısımlarını düzeltebilme kudretini gösterdi.

Düşman Çembere Alındı

   Diğer taraftan Haçlı ordusunun bütün kuvvetlerini muhârebenin seyrine ve ihtiyâcına göre kullanmak isteyen Jan Hunyad, Kral Vladislas’ın kendisinden haber almadan müdâhalede bulunmamasını istemişti. Fakat savaşın Haçlılar lehine gelişmesi üzerine, kazanılacak zaferin şerefini tamâmen Jan Hunyad’a kaptırmak istemeyen Vladislas ise, ondan habersiz ihtiyattaki mevkiini terk ederek işe müdâhale etti.

    Bu sırada Jan Hunyad’ın Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlediğini gören Murâd Han, yeniçerileri yanlara doğru açarak düşmanı boşluğa çekti. Boş alana taarruz eden Haçlı birlikleri arasında Macar kralı ve emrindeki alaylar da vardı. Haçlılar kısa bir süre sonra kuşatma çemberinin içine girdiklerini anladılar.

   Düşman kıskaç arasına alınınca, çok şiddetli bir taarruza geçildi. Yeniçeriler zafere ulaşmak şevk ve heyecânıyla kat’î hücûma geçtiler. Bu arada Kral Vladislas bir balta darbesiyle yere düşürüldü. Bir yeniçeri yetişerek kralın başını kesti ve Sultan Murâd’a götürdü. Vladislas’ın başı bir mızrağın ucuna geçirilerek, yemînine rağmen bozduğu muâhede nüshasının asılı olduğu mızrağın yanına dikildi. Macar kralının ölümü ve teşhir edilen başı, Haçlı ordusunun mâneviyâtını bozdu. Jan Hunyad’ın çabalamaları bozgunu durduramadı. Sabahtan başlayan muhârebe ikindi vakti sona ermişti.

   Jan Hunyad muhârebenin kaybedildiğini anladığı vakit, ordusuna haber vermeden yanındaki Ulahlarla birlikte geri çekildi ve Karadeniz’in kuzey kısmını tâkip ederek kaçmaya muvaffak oldu. Dâvûd Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, Jan Hunyad’ı iki gün tâkip ettilerse de yakalayamadılar.

    Erlau ve Grosvaradin piskoposları ile ahitnâmenin bozulmasına sebep olan papa vekîli kardinal Çesarini, ölüler arasında olup, düşmanın kaybı 65.000 civârındaydı.

    Kralın kıymetli eşyâlarıyla dolu 250 araba Türklerin eline geçti. Bu muhârebede Osmanlı ordusu 15.000 şehit verdi.

   Zaferi müteâkip Müslüman hükümdârlara fetihnâmeler yazıldı. Bütün İslâm âlemi Osmanlının zafer sevincine iştirâk etti.

   Târihte büyük netîceler doğuran harplerden olan Varna Zaferiyle Balkanlarda Osmanlının güç ve kuvvetine karşı koyacak bir kuvvet kalmadı. Lehistan ve Macaristan, Kral Vladislas’ın ölümüyle bir daha birleşememek üzere ayrıldı ve Baltık kıyısından Adriyatik Denizine kadar uzanan Lehistan-Macaristan Devleti ortadan kalktı.

   Varna Muhârebesi; Bizans’ın, Balkanlardan ve Avrupa’dan ümidini kesmesine ve yıkılacağı günlerini beklemesine sebep oldu; İstanbul’un fethine zemin hazırladı.

Malazgirt Meydan Muharebesi
T
ürklere Anadolu hakimiyetini kazandıran, Selçuklu-Bizans Savaşı. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen kuvvetleri arasında 26 Ağustos 1071 târihinde Doğu Anadolu’da Malazgirt Ovasında meydana geldi. Bu muhârebe, dînî, millî, siyâsî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.

 Selçuklu Türkleri, Malazgirt Meydan Muhârebesinden daha yıllar önce Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertib ettiler. Bu akınlarda Anadolu’nun Türklerin yerleşmesine müsait coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi. Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya akınları, Bizans Devletini telaşlandırdı.

   Akıncıların bu gazâlarında, Anadolu ahâlisine terör ve tahribâttan ziyâde adâletle muâmelesi, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idâresini gönülden tercih etmelerine yol açtı. Doğu hududundaki hâdiseleri dikkatle takib eden Bizanslı idareciler; ülkelerinin bütünlüğü ve devletin bekâsı için tedbir almaya başladılar. Bizans’ın ancak meşhur târihi entrikalarla yüzyıllardan beri Anadolu’da hâkimiyetini koruyabilmesi, zulme varan sıkı tedbirleri, halka kötü muâmelesi, yerli ahâlinin Türklerin idâresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı.

    Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (Romen Diojen) iyi bir cengâverdi. Fakat hânedân mensubu değildi. Askerlik bilgisi, tecrübe ve cesâreti, dul Bizans İmparatoriçesi Eudoxie’nin dikkatini çektiğinden diğer aday ve teklifleri reddederek, 1068’de Diojen’i tercih etmesine sebep oldu. Hânedân dışından bir şahsın Bizans İmparatorluğuna getirilmesi üzerine asiller, iktidâra karşı cephe aldılar. 

    Ülke içindeki muhâlefeti tasfiye etmekle meşgul olan Diojen, zekâ ve tecrübesine inandığı şahısları devlet kadrolarında vazifelendirip, Bizans’ın doğu hududundaki hâdiseleri de dikkatle takib ettirdi. Ani ve Kars’ı zaptederek Ani’nin askerî mevkilerini tahrib eden Selçuklulara karşı, tahta çıkışından, 1071 yılına kadar her yıl sefere çıktı. 1068’de Pozantı’ya, 1069’da Palu’ya kadar geldi. 1070’te de Kayseri’ye ordu gönderdi. Bu seferlerle Bizans ordusunun muhârebe kâbiliyeti ve tecrübesi arttırılıp, disiplinli olması sağlandı.

    Bizans İmparatoru Büyük Zafer Hayal Ediyor

    Selçuklu akınlarının Ege Denizine, Marmara’ya kadar uzanması ve 1071’de Şiî- Fâtimî Devletinin İslâm ülkeleri ve Abbâsî Halifeliği için tehlike arz etmesi üzerine, Mısır Seferine çıkan Selçuklu Sultanı, Suriye’de bulunuyordu. Türklerin Suriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Diojen, doğuya hareket etti. Hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu: “Doğu hudutlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.”

    Romen Diojen, 13 Mart 1071’de İstanbul’dan 200.000’den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli’de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli asker alarak Anadolu’ya geçti. Bütün kaynaklarını seferber ederek hazırladığı ordusuna güvenen Diojen, Bizanslılara büyük zaferle dönmeyi vâdediyordu. 

    Sivas’a gelen Diojen bu bölgedeki Ermeni Prensleri ile ahâlisini toptan öldürttü. Ermenilerin mallarını askerlerine yağma ettirdi. Sivas’tan hareket etmeden önce generalleri ile harp meclisi kurdu. Bu harp meclisinde muhârebenin alınacak karar, plân ve hedefi tâyin edilecekti. Gerçi Diojen’in plân ve hedefi kafasında çizilmişti. Bu, Türklerin Anadolu’ya bir daha akın yapmamalarını sağlayacak bir plândı. İran’ın içlerine ilerleyecek, Türkleri daha da doğuya sürecek  aşşehirlerini zaptedecekti. İmparator, yalnız Anadolu’yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmek değil, bütün İslâm ülkelerini de almaya karar vermişti. 

    Horasan, Rey, Irak-ı Acem ve Arap, Suriye vâliliklerini komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstilâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da aklına koymuştu. Harp meclisinde generallerden, tâkib edilmesini lüzumlu gördükleri tekliflerin ortaya konmasını istedi. Sivas’taki harb meclisinde, yapılacak harekâtın plân ve hedefi hakkında, iki ana teklif ortaya çıktı. 

     Birincisi; Bizans ordusunun en bilgili ve tecrübeli komutanlarından Rumeli ordusu kumandanı General Nikefor Bryennes ile iyi bir stratejist ve tecrübeli bir komutan olan Türk asıllı general Magistors Tarkhal (Jozeph Tarhchaniotes)dan geldi. 

   Bu iki general, hudut boylarındaki tecrübelerine dayanarak, Türklere karşı çok ihtiyatlı harekâta girişmeyi tavsiye edip, ordunun Erzurum’a kadar ilerleyerek, burada Türk ordusunu muharebeye zorlayacak ve kışkırtacak bir tertibin alınmasını, bu sûretle muhârebenin kendi toprakları içinde yapılarak lojistik desteğin kolaylaştırılmasını ve Türklerin istifâdesine yarayacak her türlü maddî imkânların tahrib edilmesini teklif ettiler.

   Bu teklife karşılık, İmparator’a hoş görünmek isteyen ikinci teklif sâhibi muhalif generaller ise, hedefin daha derin olmasını ve ordunun vakit kaybetmeden Erzurum’a varıp, İran’a yönelmesini ve Türk ordusu ile nerede rastlanırsa orada, daha ziyâde Türk ülkeleri içinde harp edilerek yok edilmesini teklif edip, birincileri korkaklıkla itham ettiler. 

    Bu son teklif, esâsen Bizans İmparatoru’nun plânına uygun düştüğünden ordunun doğuya hareketini emretti. Bizans ordusunun doğuya hareketini haber alan Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçti. Suriye’den geri dönüşte önce doğuya yönelerek gerekli savaş hazırlıklarını yaptı. Bu arada karakulakları (casus) vâsıtalarıyla da Bizanslılara, Türklerin Rey’e çekildiği haberlerini yaymakta idi.

   Sizin Nerede Kışlayacağınızı Bilemiyorum!

   Nihayet Diyarbekir’den kuzeye yöneldi ve Bizans’ın beklemediği bir anda Malazgirt’in doğusunda ordugâhını kurup savaş hazırlığına başladı. Alparslan, muhârebe azmiyle ordugâh kurarken, önceden düşmanla döğüşeceğini Bağdat’taki Abbâsî Halifesine bildirdi. Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, Halife El-Kâim (1031-1075)in gönderdiği İbnü’l-Mahleban’ı, değerli komutanlarından Sav Tigin’le birlikte Diojen’e elçi gönderdi.

     Sultan Alparslan’ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabahı Bizans ordugâhında hafife alınıp, hakârete uğradı. Diojen heyet başkanına; “Kışlamak için İsfehan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı” daha iyi olduğunu sordu. Sulh teklifini şiddetle reddedip; “Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey’de yapacağım, ordumu İsfehan’da kışlatıp, Hemedan’da sulayacağım.” Heyet başkanı da, Diojen’e; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de eminim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum.” diyerek gereken karşılığı verdi.

    Muharebe Taktikleri

    Sultan Alparslan, muhârebe öncesi Halife’den duâ taleb etti. Abbâsî Halifesi, câmilerde cumâ hutbesinde Alparslan ve ordusunun muzaffer olması için okunacak hutbe metni gönderdi. Muharebe gecesi, Alparslan ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve naralar ile bütün gece tâciz ederek yorgun bir hâle düşürdü. Selçuklular, Bizanslı safında bulunan Türk asıllı birliklerle temas kurdu. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temin etti.

  Malazgirt Muhârebesinde Bizans ordusunun kumanda kademesi şu şekilde idi: Merkezde Bizans İmparatoru Romen Diojen olup, yanında hassa ve seçkin birlikler vardı. Sağ kanatta, Anadolu ordusu kumandanı Mikhail Attalicpiates; sol kanatta Rumeli ordusu kumandanı Nikefor Bryennes; ihtiyatta da Andronikos Doucas vazifeliydi. Bizans ordusunun taktiği Türkleri imhâ etmekti. Sultan Alparslan kumandasındaki kırk bin kişilik Selçuklu ordusu, yarım hilâl şeklinde tertib aldı. 

    Hafif süvâri kıt’aları, kanatlara yerleştirildi. Ordu merkezi, düşman karşısında birleşmeden yavaş yavaş geri çekilecek ve onu hırpalayacak, at üstünde ok atan süvariler, düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek, Bizans ordusunu dağıtmaya çalışacaklardı. Taarruza katılan düşman süvarisi ezilerek geri atılacaktı. 

  Bu şekilde ilerleyen düşman ordusu, karargâhından kâfi derecede uzaklaştıktan sonra baskın kıt’aları düşmanın gerilerine taarruz edecek, asıl ordu da, bir ağırlık teşkil ederek, düşmanın kanatlarından birine taarruzla, onu yıktıktan sonra saldırıyı diğer kanada çevirmek sûretiyle neticeye gidilecekti. Selçuklu Sultanı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi Cumâ günü yapmayı tercih etti: 

    Yâ Rabbî Senin Uğrunda Cihad Ediyorum!

     26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Alparslan atından inip secdeye vardı; “Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâde diyorum. Yâ Rabbî niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye duâ etti. 

  Sonra askerlerine dönerek; “Burada Allahü teâlâdan başka bir sultan yoktur, emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz.” dedi. 

   Askerler coşarak hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız.” mukabelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler. Sultan, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bağlayıp, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitap etti: “Askerlerim! Şehit olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.” 

   Bu nutku, hitabet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartlarının bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldi. Cumâ namazından sonra başlayan muhârebede Sultan Alparslan, fevkalâde bir muhârebe taktiği uyguladı. Bozkır çevirme hareketiyle, Türk ordusu hilâl şeklinde yayıldı. Muhârebenin başlamasından iki saat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri Bizanslılardan ayrılıp, millî bir his ile Müslüman Selçuklu Sultanı’na tâbi oldular.

   Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muhârebemeydanını terketti. Bu hâdiseler, Bizanslılarda mânevî bozguna yol açtı. Bizans ordusunda Türklerin ok, gürz ve kılıcından kurtulanların, akşam teslim olmaya canattıkları görüldü. Cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamayan mağrur Bizans İmparatoru Diojen, yaralı halde bütün mâiyeti ile berâber esir edildi.

   Eğer Zaferi Siz Kazansaydınız…

   Malazgirt meydanındaki mücâdeleden yenik çıkan İmparator, Sultan’ın huzuruna getirildiğinde,utancından başını kaldıramıyordu. Sultan Alparslan, onu nezâketle kabul edip oturttu, gönlünü aldı. Diojen, muhârebe öncesi muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını îtirâf etti. Sultan Alparslan; “Eğer zafer sizin olsaydı, bana ne yapardın?” diye sordu. Diojen öldürteceğini açıklayamadı. “Kamçılardım.” cevabını verdi.   Alparslan; “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Ya öldürtürsünüz, yâhut İslâm memleketlerinde bir esir gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Belki de... Fakat onu düşünmek bile istemiyorum; mümkün görmüyorum, ama... Belki de, affedersiniz!” dedi. 

  Alparslan yenilgiye uğramış bir insanı daha da küçük düşürmek istemedi. Bizans İmparatorunu affetti.

    Ağır şartlarla antlaşma imzâladı. Fakat Romen Diojen dönüşünde Bizanslılar tarafından Türklerden görmediği hakâretlere uğrayıp öldürüldü. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi. Kazanılan büyük zaferden dolayı Abbâsî Halifesi, Sultan’a tebrik ve teşekkür mektupları gönderdi. Birçok İslâm şâiri, Alparslan’ı metheden kasideler yazdılar.

   Artık Anadolu Türk Yurdu

   Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferinden sonra, on beş yıl içinde Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu’nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde bir dönüm noktası oldu.

   Anadolu’ya, burayı vatan edinen Selçuklu Türkleri ile diğer Türk boyları yerleştirildi. Bozkır kültüründen, İslâm medeniyeti dâiresine bütünüyle giren Türklerin dünyâ görüşü daha da gelişti.Doğudan gelen göçebe Türkler, Anadolu’da yerleşik medeniyete geçirildi. Şehirler kurup geliştirerek kültür, sanat, sosyal müesseseler tesis edildi. Kıymetli mîmârî eserleriyle bu yerleşim merkezleri süslendi.
Niğbolu Meydan Muhârebesi
N
iğbolu önünde Osmanlı ve Haçlı orduları arasında 25 Eylül 1396 târihinde yapılan meydan muhârebesi. Osmanlı Devletinin Avrupa kıt’asındaki fetihleri, başta Papa olmak üzere bütün Hıristiyan devletlerini telaşlandırıyordu. Osmanlı Devleti, Bulgaristan ve Sırbistan’ı fethederek, Tuna boylarına ve Macar Krallığı hudutlarına dayanmıştı.

Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans Kayserliği küçültülüp, İstanbul ve çevresi surların içine sıkıştırılarak, Anadolu ve Trakya’dan kuşatılmış vaziyetteydi. Osmanlı akıncılarının, Bosna ve Arnavutluk’a yaptıkları akınlarla fethedilen bölgelere yerleşmeleri, Boyana Nehri ve Drac Limanına doğru yayılmaları, Latinleri ve buralarda nüfûz sâhibi Venediklileri de telaşlandırdı. Bundan başka, Ege denizi sâhilindeki beylikleri elde ettikten sonra bu beyliklere mensup korsan gemilerinin faâliyetleri de bu telaşlarını artırıyordu. Ancak asıl tehlikeyi hisseden Macarlardı.

 Kralları Sigismund ile Bizans Kayseri İkinci Manuel’in Avrupa’dan yardım isteyerek Papa Dokuzuncu Bonifacius’u bir Haçlı seferine dâvet etmeleri, tahtlarını tehlikede gören kralları, şato, mâlikâne sâhibi derebeyleri, Hıristiyan keşiş, papaz ve İslâm hilâlinin Haçlı salîbini ezeceği kuşkusuna kapılanları harekete geçirdi.

Bütün Avrupa Milletleri Silaha Sarıldı

Bütün Avrupa milletleri silâha sarıldı ve İngiltere ile Fransa arasındaki harbe son verildi. Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa memleketlerinden ve Venediklilerle Rodos şövalyelerinden meydana gelen 120.000 kişilik büyük bir ehl-i salîb (Haçlı) ordusu toplandı.

Harekete geçen Haçlılar Macaristan’dan îtibâren iki kola ayrıldı. Macar kralı Sigismund’un idâresindeki asıl büyük kol, önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna Vâdisine ulaştı ve nehrin sol sâhilini tâkip ederek Osmanlı toprağına girdi. Sonra Tuna’yı geçerek Vidin, Orsava ve Rahova şehirlerini zaptederek buralardaki Türkleri kılıçtan geçirdiler. Sonra da Niğbolu önüne geldiler.

Nevers kontu Jan’ın idâresindeki Fransızlar, Budin’den sonra Erdel üzerinden Eflak’a geçerek, Eflak voyvodası ile birlikte Niğbolu’da diğer kuvvetlerle birleşti.
Haçlılar ilerlerken, katoliklik taassubuyla, Balkanların Ortodoks Hıristiyanlarını da öldürüp mallarını yağma ettiler. Osmanlıların müsâmahalı idâresine bağlanan Balkanların yerli Hıristiyan ahâlisi; can, mal, ırz tecâvüzüne uğrayarak, çok zarar gördü.

Niğbolu’ya gelen Haçlılar, Osmanlı kumandanlarından Doğan Beyin muhâfızlığındaki Niğbolu Kalesini karadan ve nehirden kuşattılar. Niğbolu Kuşatmasının on altıncı gününe kadar Sultan Bâyezîd Han ve Osmanlı ordusunun görünmemesi, Haçlıları ümitlendirdi.

Macar Kralı Sigismund burada ünlü şövalyeler, prensler ve seçme askerlerine verdiği zafer ziyâfetinde, Sûriye’nin işgâliyle birlikte Kudüs’ün alınmasından bahsediyordu.

Öte yandan Avrupa’daki Haçlı hazırlıklarını öğrenip ordularının Osmanlı hudûdunu geçtiklerini haber alan Sultan Bâyezîd Han ise, İstanbul kuşatmasını tehir ederek, kuvvetlerini Edirne’de topladı. Kara Tîmûrtaş Paşa ile şehzâdelerinin kumandasındaki Anadolu askerleri sür’atle toplanarak Boğazlardan geçip, Edirne’de Pâdişâha yetiştiler. Rumeli askerleri de Edirne’de Bâyezîd Hana katılmışlardı.

Yıldırım Hızıyla

Yıldırım Bâyezîd Han, adına yakışan bir sür’atle Tuna boylarına doğru yürüdü. Osmanlı ordusuFilibe-Şıpka Geçidi yoluyla Niğbolu’ya ilerlerken, Tırnova’da gıdâ maddeleri tedârik eden Haçlılarla karşılaştı. Bunlar esir alındı. Kaçanlar Osmanlı ordusunun sür’atle geldiği haberini ulaştırdılar. Bu beklenmeyen bir hâldi. Mareşal Bubiko, Bâyezîd Hanın Tırnova’ya gelebileceğine bir türlü ihtimâl veremiyordu. Türklerin harp kâbiliyetlerini iyi bilen Kral Sigismund haberin doğruluğunu tetkik için ileriye keşif kuvvetleri gönderdi.

 Bâyezîd Hanın Gâzi Evranos kumandasındaki öncüleri, Sigismund’un keşif kollarını tesirsiz hâle getirdiler. Osmanlı ordusu Niğbolu’nun on kilometre kadar güneyine sokuldu. Cephesini kuzeye vererek ordugâh kurdu. Niğbolu’ya yaklaşan Osmanlı ordusu, keşif kollarıyla ovaya yayılmaya başlamıştı.

Birdenbire Osmanlı ordusunu karşılarında gören Haçlılar silâhbaşı ettiler. Kral Sigismund derhâl bir harp dîvânı toplayıp muhârebe nizâmını tesbit etti.
25 Eylül 1396 sabahı Avrupa’nın dört köşesinden toplanmış 120.000 kişilik Haçlı ordusu ile bunun yarısı miktârındaki Osmanlı ordusu karşı karşıya geldikleri zaman, Osmanlı ordusunun harp nizâmı şöyleydi:

Muharebe Taktiği

Birinci hatta Saruca Paşa kumandasında hafif piyâdeleri teşkil eden azap askerleri, solda şehzâde Süleymân Çelebi kumandasında Rumeli askeri, sağda Şehzâde Mustafa Çelebi ve Anadolu beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa kumandasında Anadolu askeri, ortada yeniçeriler vardı. Timarlı sipâhîler sağ ve sol yanlara yerleştirilmişti.

Sadrâzam Ali Paşa, Rumeli Beylerbeyi Fîrûz Bey, Malkoç Bey, sol kanattaki kuvvetlerin arasında bulunuyordu. Ön hatlara piyâdeleri koyup kat’î netîceyi atlı askere bırakan Osmanlı harp nizâmına mukâbil, netîceyi yaya askere yükleyen Haçlı ordusu ise, önde birinci hatta atlı şövalyeler, ikinci hatta Macar kralı, sağ yanda Stefan Laskoviç kumandasında Hırvatlar, solda Voyvoda Mirça kumandasında Ulahlar olmak üzere tertibât almıştı. Ayrıca gerisini Tuna Nehrine ve kuşatmakta olduğu Niğbolu şehrine dayamıştı.

İki ordu bu harp düzeninde karşılaştılar. Fransız süvârileri muzaffer olmak hissiyle ilk önce taarruz ettiler. Bu taarruz Sultan Bâyezîd Hanın kumanda ettiği merkez kuvvetlerine yapıldı. Merkez kuvvetlerinin önündeki hafif yaya askeri olan azapları geçtiler. Yeniçeri askeriyle karşılaştılar.

Yeniçerilerin ok yağmuruna tuttuğu Fransız süvârilerinin büyük bir kısmı imhâ edildi. Sol koldan Şehzâde Mustafa ve Anadolu kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılarsa da, plân gereğince Osmanlı merkez kuvvetleri bir miktar geri alındı. Osmanlı ordusunun geri çekilişi Fransızların kaybını daha da arttırıp, kurulan kıskacın içine girdiler. Osmanlı harp taktiğini bilen Sigismund’un tavsiyelerini dinlemeyip, daha da ilerlediler. Plân gereğince, üçüncü muhârebe hattı da iki kola ayrıldı.

Fransızlar, Osmanlıların çekildiği tepeyi işgâl edince, zafer kazandıklarını zannettikleri anda, Sultan Bâyezîd Hanın kumandasında olan pusudaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Zafer sarhoşluğu ile yaya olanlar atlarına tekrar binmek istedilerse de, hilâlin kıskacı kapandığından geri dönemediler.

Macar Kralı Sigismund’un, müttefiki Fransızları kurtarmak için gönderdiği kuvvetler de kayıp vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Kıskacın içindeki Haçlı kuvvetlerinin karşı koyanları imhâ edilip, kalanlar esir alındı. Üç saat içinde bütünüyle perişan edilen Haçlıların, en gözde birliklerine sâhip Fransızların mağlûbiyeti, diğerlerinin taarruzuna imkân vermedi.


Eflak prensi Mirça, muhârebe netîcesinin Haçlılar için hüsrân olacağını tahmin ederek, memleketine çekildi. Karşı taarruza geçen Osmanlı ordusu, sür’atle Sigismund’un üzerine hücûm etti. İhtiyât kuvvetlerini bile muhârebeye sokan Macar kralı, Osmanlılar karşısında hiçbir başarı sağlayamıyordu. Sultan Bâyezîd Han, kesin netîceyi almak için Osmanlı kuvvetlerinin hepsine taarruz emri verdi. Haçlılar paniğe kapılıp dağıldılar.

Kalabalık Haçlı ordusu ile Niğbolu’ya gelmekte iken, ordusunun muazzam sayısına bakarak; “Gök çökecek olsa mızraklarımızla tutarız” diyerek böbürlenen ve Osmanlıya atıp tutan Sigismund, Venedik kadırgasına binerek İstanbul Boğazı-Marmara ve Ege Denizi yoluyla Mora’daki Modon Limanına, sonra da Dalmaçya’da karaya ayak bastı. Oradan memleketine geçti. Haçlılardan, muhârebeye katılmayanlar ve kaçanlar, kendilerini Tuna Nehrine atıp boğuldular.

Muhârebede pekçok asilzâde kumandan ve şövalye esir alındı. Başta Papalık ve Bizans olmak üzere, bütün Hıristiyan âleminin Osmanlıları Avrupa kıt’asından atmak için olanca imkânlarını seferber ederek hazırladıkları büyük Haçlı ordusu, Sultan Bâyezîd Hanın karşısında mukâvemet bile edememişti.

25 Eylül 1396 târihinde Niğbolu’da kazanılan zaferle, Osmanlı himâyesindeki Vidin-Bulgar Krallığına son verildi. Macaristan’a büyük bir akın yapılarak çok miktarda esir alındı. Haçlılardan alınan pekçok ganîmetle ülkede îmâr faaliyetleri, sosyal yardım müesseseleri ve sanat eserleri yapıldı. Esirleri önce Edirne’ye, oradan Gelibolu’ya gönderen, sonra da Bursa’ya gelince yanına getirten Sultan Bâyezîd Han, fidye karşılığı hepsini serbest bıraktı.

Ben Allahü Teala’nın Dinini Yaymak İçin Dünyaya Gelmişim

Esirler arasında bulunan Korkusuz Jean ve arkadaşları, “Bu andan îtibâren Yıldırım Bâyezîd’e karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza nâmus ve şerefimiz üzerine yemin ederiz.” deyince Bâyezîd Han; “Bana karşı silâh kullanmayacağına dâir ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zîrâ ben, Allahü teâlânın dînini yaymak ve O’nun rızâsına kavuşmak için dünyâya gelmişim.” dedi.

Niğbolu Zaferi, gönderilen fetihnâmelerle memleketin her tarafına, Asya’daki hükümdârlara, Mısır sultânlarına, Irak ve Acem beylerine, Tatar hânına, Bursa kâdısına müjdelendi. Mısır’da bulunan Abbâsî halîfesine gönderilen zafernâmeye verdiği cevapta, Abbâsî halîfesi Bâyezîd Hana; “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı ile hitâp etti. O günden îtibâren Osmanlı hükümdârlarına sultan denilmesi âdet oldu.

 

Bakü'nün Kurtuluşu
1

917 Bolşevik ihtilalinden sonra Bakü’de 18 Mart- 1 Nisan tarihleri arasında Ermeniler Türklere karşı büyük bir soykırım hareketine başladılar. Bu soykırımda 20 bin Türk şehit edildi. Komünist Ermeni ve Rusların zulmünden kurtulmak için Bakü ahalisinin bir kısmı şehri terk etmek mecburiyetinde kaldı.

Kafkas İslam Ordusu kumandanı Nuri Paşa 25 Mayıs 1918’de Gence’ye gelerek karargâhını kurdu. Gence halkı büyük bir sevinç içerisinde kurbanlar keserek, binalara Türk bayrakları asarak Türk askerini karşıladı. Nuri Paşa Bakü’nün biran önce kurtulması için zaman kaybedilmeden harekât edilmesini istiyordu.

Bakü’deki Türkler’de şehrin zapt edilmesinin uzamasından ciddi şekilde rahatsız idiler. Şehrin biran evvel kurtulması için Türk askerine cesaret ve moral vermek için 10 Ağustos 1918’de bir tebliğ neşrettiler. Bu tebliğde özetle şöyle deniyordu:

“Bakü’nün kapıları önünde nice gündür galibiyet kuşunun kanatlarını tutmak isteyen Türk ordusuna: Servetler ve güzellikler şehri Bakü’yü eğer siz zapt edemezseniz, Türk’ün ve onun ordusunun şerefini şimdi dayandığınız mevziler içinde bastırmış olacaksınız.

Eğer siz, bu servet ve altın şehrini zapt edemezseniz ana vatanınıza güzel bir hediye takdim etmek imkânını elden kaçırmış olacaksınız.

Eğer siz, yeşil denizin bu meşhur şehrini zapt edemezseniz Kafkas Türkleri ve Türkistan Müslümanlarının yüreğine batırılmış hançerin üzerine ‘Yazık ki Türk bize yardıma gelmedi’ cümlesi yazılacak.  Kafkas feryad edecek, Türkistan ağlayacak.

Eğer siz, bu büyük İslam şehrini zapt edemezseniz Allah diyenleri ortadan kaldırmak isteyen düşmanlar, önden arkadan sizi çevreleyerek yeni zulümler için diş bileyeceklerdir.

Eğer siz, neft kuyularından dünyaya servet akıtan bu şehri zapt edemezseniz, tarih karşısında utanarak yere bakacaksınız. Ve bütün dost düşman ülkelerde, en küçük bir evde, en işsiz adamların bile dillerinde Bakü şehrinin ve Türkler’in perişanlığı düşmeyecektir. Düşmanlar çok büyük bir zaferin anahtarını ele geçirdiklerini, ilan edeceklerdir.

Ey Türk askeri! Eğer sen bu şehri almazsan Bakü’de senin için hazırlanan sofralar misafirsiz kalacak, senin için dikilen elbiseleri düşmanın giyecek. Senin için verilen kurbanlar kabul edilmeyecek, senin için kesilen kurbanlar düşmana kalacaktır. Senin için hazırlanan altın keseleri düşman eline geçecektir.

Eğer sen bu şehri alamazsan, gelinlerin duvaklarını kafirler yırtacak, yine mübarek İslam kanı kırmızı şaraplar gibi vahşi işgalcilerin yolunda akacaktır. Senin zaferin için dua eden elleri zalimler kesecektir.

Eğer sen bu sarı ışıklı kızıl şehri alamazsan, kadınlar saçlarını yolacak, aklını kaybedecektir. Şimdiye kadar akan kanlar boş yere akmış olacak, sen de bu toz-topraklı yerlerde perişan ve sefil olacaksın. Türk’ün gözlerini çıkarıp iplere dizen düşmanları şenlendireceksin.

Sen ey Türk askeri! İngilizlerin gücünü öz gücünle Çanakkale’de darmadağın ettin. En büyük düşman harp gemilerinin büyük mermilerine göğsünü siper ettin. Kut’ ül Ammera’da 14 bin esir götürdün. Karşındaki düşmanın çoğunluğu olan Ermenileri, Kars’tan beri önüne katarak bu şehre kadar sıkıştırdın. 

Türk adını yükseklere kaldıran Çanakkale, Kut’ül Ammera, Galiçya, Romanya’dan sonra Kafkas gelecek ve Bakü şehri yiğitlik tacının bir elmas tacı olacaktır.

Al Bakü’nü!  Vatana bir elmas armağan et.”

Bakü Kurtuluyor

1918 yılının Eylül 14’ünde saat gece 2’de Türk ordusu hücuma geçti. Bakü’nün müdafaa hattını yarmak için Bibiheybat-Bilacrai demiryolu istikametinde ilerlemeye başladı. Birinci Bakü müdafaa hattı gece saat 3’de, ikinci müdafaa hattı ise saat 6’da ele geçirildi. Salhana ve Salyanski mevzilerinden hücuma geçmeye hazırlanan düşman top atışıyla darmadağın oldu. Hücumun esas kahramanı olan 56. Alay Bakü’nün stratejik yüksekleri ele geçirip, karşısında dağınık halde kaçan düşman askerlerini şehre doğru sıkıştırmaya başladı. Daha sonra Türk askerleri saat 16’da şehrin batısındaki mahalleleri ele geçirdi.

Nuri Paşa 14 Eylül akşamı verdiği emirle 15 Eylül günü seher vakti hücum edilerek şehrin kurtulacağı bildirildi.

15 Eylül günü saat 15’e kadar devam eden harekât neticesinde Bakü’yü müdafaa eden Ermeni ve Rusların mukavemeti tamamen kırıldı. Şehrin teslim olmasından başka çare yok idi. Nuri Paşa 16 Eylül’de Bakü’nün kenarında cephedeki Türk birliklerinin resmi geçişini seyrettikten sonra, muzaffer Türk askeriyle beraber şehre girdiler.  Bakü’nün Türklerin eline geçmesiyle, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin yüz yıldır devam eden esareti sona erdi.

Bakü’nün kurtulması mübarek gün olan Kurban Bayramına tesadüf etmişti. Azerbaycan Türkleri iki bayramı birden yaşıyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Başvekili  “Kafkas İslam Ordusu’nun kumandanı saadetli Nuri Paşa Cenaplarına” diye başlayan mesajında: “Kumandanlığınız altındaki cesur Türk askerimiz tarafından Azerbaycan’ın payitahtı olan Bakü’nün düşmandan temizlenmesi münasebetiyle milletim, şahsınıza ve dünyanın en cesur ve soylu askeri olan Türk’ün oğullarına minnettar olduğumuzu arz etmekle iftihar duyarım” dedi.

Tunus’un Yeniden Fethi

İ
kinci Selim Han’ın ilgilendiği işlerden biri de Tunus meselesiydi. İspanya’nın Tunus’tan bir türlü elini çekmemesi bu devletle harp hâlinin devâm etmesine sebep oluyordu. 

Osmanlı donanması, Kıbrıs seferine çıktığı sırada, Cezâyir beylerbeyi olan Uluç (Kılıç) Ali Paşa da Tunus üzerine yürümüş ve 30.000 kişilik kuvvetle karşısına çıkan Hafsî sultânı Mevlây Hamîd’i yenip, Tunus’u ikinci defâ fethetmişti. Fakat kendi yanında fazla bir kuvvet bulunmadığı gibi, bu arada Kıbrıs seferine katılma emri de aldığından, Tunus’a Ramazan Beyi bırakarak donanmasıyla birlikte Kıbrıs seferine katılmıştı.

Kaptânı deryânın bölgeden uzaklaşmasından sonra, İspanya Kralı Don Juan büyük bir donanmayla Tunus üzerine yürüdü. Direndiği takdirde İspanyolların sivil halka karşı katliâma girişeceklerini anlayan Ramazan Bey, Kayrevân’a çekildi ve bu sûretle Tunus bir kere daha İspanyolların eline geçmiş oldu (Ekim 1573). Don Juan, Tunus hükümdârlığını kendi taraftârı Mevlây Muhammed’e verip bir miktar da asker bırakıp İspanya’ya döndü.

Cezâyir ve Trablusgarb Osmanlı Devleti’nin elinde olduğu hâlde, ikisinin ortasında bulunan ve stratejik ehemmiyeti büyük olan Tunus’un, İspanyol hâkimiyeti altında halka zulüm eden kukla bir hükûmet elinde olması, Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulunduran Türk donanması için tehlikeydi. Bu sebeple İkinci Selim Han, Tunus işinin kökünden hâlledilmesi için emir verdi. Kapdânı deryâ Kılıç Ali Paşa, yanında kara ordusu serdârı Koca Sinan Paşa olduğu hâlde Tunus’a hareket etti (15 Mayıs 1574).

Navarin üzerinden Sicilya sularına geçen donanma, Messina havâlisini de vurduktan sonra, Tunus üzerine yürüdü. İki yüz ellinin üzerinde harp gemisi ve kırkelli bin civârında askerden meydana gelen muhteşem Osmanlı donanması, Tunus önlerine gelir gelmez derhâl Halk-ul- Vâd Kalesi yakınına çıkarma yaptı. Koca Sinân Paşa kendisi Halk-ul -Vâd’ı kuşatırken, Trablusgarb beylerbeyi Mustafa Paşa ile eski Tunus beylerbeyi Haydar Paşa’yı Tunus Gölü ile şehir arasında bulunan Bastiyon Kalesini fethe memur etti.

İspanyollar’ın yıllardan beri tahkim ederek hiçbir sûretle zaptedilemez diye öğündükleri Halk-ul-Vad, Osmanlı ordusuna ancak otuz üç gün mukâvemet etti. 24 Ağustos’ta kale fethedilip Mevlây Muhammed’le kale komutanı Don Pietro Cerrera esir edilerek İstanbul’a gönderildi.

13 Eylül’de Bastion Kalesi’nin de fethiyle Tunus tamâmen ele geçti. Tunus, aynen Cezâyir ve Trablusgarb gibi bir eyâlet hâline getirildi ve beylerbeyliğine Ramazan Paşa tâyin edildi. Böylece Tunus’ta üç asırdan fazla sürecek olan Osmanlı idâresi başladı.

Moskova Zaferi
S

ultan II. Selim Han, Kıbrıs’ın fethinden sonra Kırım Hanı’na bir miktar asker ve top göndererek Rusya içlerine bir sefer yapmasını emretti. Bunun üzerine 1571 baharında harekete geçen Devlet Giray Han 120.000 kişilik süvariden meydana gelen ordusuyla Rusya üzerine yürüdü.

Çok süratli hareket eden Devlet Giray yaptığı muharebelerinde Rus ordularını onbinlerce zaiyât verdirerek dağıttı.

Moskova’dan 150.000 esirle dönen Devlet Giray Han, bu zafer üzerine “Taht-alan” lakabıyla anıldı.

Ertesi yıl tekrar sefere çıkan Devlet Giray Han Oka Nehri’ne kadar ulaştı. Bu başarıları üzerine II.Selim Han murassâ kılıç, hil’at ve “Name-i Hümayun” göndererek Devlet Girayı tebrik etti.

Rus Çarı, Osmanlı Devlet’ine bağlı Kırım Hanlığı'na yılda 60.000 altın vergi vermeyi kabul ederek barış yaptı.

Sakız’ın Yeniden Fethi
İ
 stanbul çok yakın olan sakız adasının Venediklerin işgaline uğraması devrin Osmanlı Padişahı II. Ahmed Han’ı çok müteessir etmişti. Sultan Ahmed Han Serdarı Ekrem Sürmeli Ali Paşaya:

“ Sakız ahvali derinumu (içimi) yaktı, teshiri (zabtı) muradımdır. İcab edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bilesin. Sakız elde edilmezse, şöyle bilin ki, bütün reisleri katlederim” dedi.

Bunun üzerine Mısırlı İbrâhim Paşa’ya donanma serdarlığı verilerek kışın içinde Sakız’ın alınmasına emredildi.

Sultan Ahmed Han huzûruna çıkan İbrâhim Paşa’yı taltif ve tehdit ederek;

 "Vezîriâzam hüsni hâlini arz edip vükelâm dahi makul görüp hizmet umduğundan seni Sakız fethine serasker nasb u tâyin eyledim. Eğer taksirat edersen, şiddetli cezâlandırırım" deyip dualarla uğurladı. Donanmayı hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, İstanbul’dan hareket etti. Ayrılmadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Beşiktaş’taki türbesi ziyaret edildi. Yâsinler, Fâtihalar okundu... Kurbanlar kesildi... Fukaraya sadaka dağıtıldı.

Mekânımız derya deniz.
Venedikli, gelen biziz.
Öcümüz komaz, alırız.
Bize Hayreddînli derler.

Sesleri arasında donanmayı hümâyûn denize açıldı. Bütün deniz erleri, leventler, Çeşme’de toplandılar. Donanmanın idâresi Mezemorta Hüseyin Paşa’ya verildi. Mezemorta Hüseyin Paşa, uygun hava gözledi. Nihayet bir seher vakti tekbiri kebirlerle deryaya açıldılar. 9 Şubat 1695 öğle vakti, Venedik göründü... Ön direk gözcüsü tam 65 tekne saydı. Bandıraların (bayrakların) çoğu Venedikti. Papalık, Toskana ve Malta şövalyeleri bile bandıralarını çekmişlerdi. Bütün haçlı kâfirleri, hepsi birden Sakız ile Koyun adaları arasındaki boğaza dolmuşlardı.

Mezemorta Hüseyin Paşa’nın emrinde, kırk sekiz Osmanlı gemisi mevcuttu. Düşmanın çokluğuna aldırmadı. Usta topçulardan Abdülfettah Reis’e işaret etti.

"Yâ Allah... Bismillah" ile, ilk Osmanlı topu, gürledi. En ağır Venedik kalyonu, infilâk etti. İslâm güllesi, tam cephane ambarına düşmüştü. Arkadan bir daha... Büyük amiral Benedetto, çılgına döndü. Oniki dakikada, en büyük iki kalyon ve bin iki yüz gemici kaybettiler. Türk topçularının mahareti, akıl alacak gibi değildi! Artık kendi amiral gemisi ile hücum etmesi gerekliydi, öyle yaptı!.. Fakat topçu çavuşu bu sefer daha keskin nişan aldı. Tam isabetle Benedetto’yu öteki dünyâya yolladı. Venediğin büyük amirâliyle birlikte, büyük ümitleri de yok oldu!.. Çünkü dokuz Venedik teknesi sulara gömülmüştü. Tamamen yok olmamak için, Sakız’ın iç limanına doğru kaçtılar.

Adadaki topların, atış mesafesine girmek istemediğinden Hüseyin Paşa, üzerlerine varamadı. Düşmanı açık denizde bekliyecekti. 9 gün oyalandı. Sakız’a varan bütün yardım yollarını kesti. Birleşik haçlı donanması mecburen, denize açıldı. Osmanlılara aniden hücum etti. On sekiz Şubat sabahı, korkunç bir deniz savaşı başladı. Son yıllarda böylesi görülmemişti. Düşman, dokuz büyük kalyon ve on binlerce denizci daha kaybetti. Büyük ve küçük bütün amiralleri, firar ettiler. Sakız’ı terkettiler. 22 Şubat 1695 sabahı Osmanlı sancakları, Sakız semâlarında yeniden yükseldi.

Serasker Mısırlıoğlu İbrahim Paşa, müjdeyi bizzat vermek için İstanbul’a doğru yola çıktı. Fakat asker düşman ile cenkederken Sakız’ın elden çıkmasının acısı ile üzüntüden hastalığı ağırlaşan Sultan Ahmed Han, 6 Şubat 1695 târihinde Sakız’ın fetih haberini alamadan, elli iki yaşında iken hayâta gözlerini yummuştu.

Kosova Meydan Muhârebesi
I
.Murat Han’ın 1389 tarihinde Kosova Ovasında Haçlılara karşı kazandığı zafer.

Osmanlıların kuruluşundan îtibâren kuvvetlenmesi, Avrupa kıtasında fetihlerde bulunması, buradaki devletleri endişeye sevk etti. Tek başlarına karşı koyamayacaklarını anlayan bu devletler, anlaşıp birlik hâlinde harekete karar verdiler.

Sırp Kralı Lazar ile Bosna Kralı Tvartko ve Arnavut Prensi Jorj Kastriyota öncülüğündeki bu ittifâka; Bulgar, Arnavud, Ulah, Sırp prensleri de katıldı. Hayâtı muhârebe meydanlarında geçerek, İslâm dîninin cihad emrini yerine getiren, Birinci Sultan Murâd Han, Osmanlı Devleti aleyhine yapılan Hıristiyan ittifakından, câsuslar vâsıtasıyla haberdâr oldu.

Gerekli tedbirleri yerinde ve zamânında almak sûretiyle, düşmanın dikkatini çekmeden, plânlı olarak harbe hazırlandı. Haçlı ittifakına karşı, Anadolu Beyliklerinden yardımcı kuvvetler isteyerek gönüllüleri dâvet eyledi. Bu arada ittifâka girdiğini gizli tutan Bulgarları, müttefiklerle birleşmesine fırsat vermeden harb dışı bırakmayı tasarladı ve 1388’de Vezîr-i âzam Çandarlızâde Ali Paşa kumandasında otuz bin kişilik kuvvet gönderdi.

Sür’atle harekete geçen Ali Paşa Balkanları aşarak Provadi, Şumnu ve Bulgar Krallığının merkezi Tırnova’yı aldı. Bu sûretle Çandarlızâde, yapmış olduğu serî hareketle Bulgar Kralı Şişman’ı dize getirerek, kralın Balkan ittifakına girmesini veOsmanlı kuvvetlerini ansızın vurmasını önledi.

Türkleri Balkanlardan atmak için hazırlanan ittifaka karşı bütün hazırlıklarını tamamlayan Sultan Murâd Han, harp meclisinin ardından, Anadolu beylikleri kuvvetleri ve gönüllü Müslümanlar da dâhil olmak üzere altmış bini bulan ordusu ile 1389’da, Sırp Kralı Lazar’ın merkezi olan Priştine istikâmetine hareket etti. Rumeli akıncı kumandanı Gâzi Evrenos Bey ile Paşa Yiğit kumandasındaki Osmanlı öncü kuvvetleri, Kosova’da müttefik Haçlı kuvvetleriyle karşılaştılar.

Ola ki,Yarın Cennet’te Buluşuruz!

Osmanlı ordusunun, Balkanlarda ilerlerken, geçtiği yerlerde yağma, tahrîbât yapmaması, İslâmı Hıristiyanlara çok iyi tanıttı. İslâmiyet hakkında bilgileri olmayan halk, hayretler içinde kaldılar. İdârecilerinden zulüm, eziyet, kötü muâmeleden başka bir şey görmeyen ahâli, bundan sonraki seneler Türk idâresini arzu ve istekle beklediler ve benimsediler. Muhârebe öncesi toplanan harp dîvânında; istişâreden sonra Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, kumandan ve heyete:

“Cümleniz berhudâr olasınız... Firâsetinizi açıkça bildirdiniz... Gayrı hepimiz biliriz ki, zafer ancak Allahü teâlânın yardımıyla gerçekleşir... Küffâr ordusu bizden fazladır. Fakat Müslüman mücâhid kâfirden şecâatlidir... Beğlerim, paşalarım, hadi göreyim sizi... Bu gece, asker evlâdcıklarımı hoşça tutasınız... Onlara, Yüce Allah’ımıza duâ etmelerini vasiyet edesiniz... helâllaşasınız. Ola ki, yarın çoğumuz Cennet’te buluşuruz.” hitabını yapıp, kendisi de mübârek Berât gecesi Kur’an-ı kerîm okuduktan sonra harb meydanındaki çadırında, fırtına devâm ederken, târihe geçen şu duayı Allahü teâlâdan niyâz etti:

“Ey Rabbim! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günâhları yüzünden çıktıysa, mâsum askerlerimi cezâlandırma. Onları bağışla... Allah’ım... Onlar ki, buraya kadar, sâdece senin adını yüceltmek, İslâm dînini kâfirlere duyurmak için geldiler. Bu fırtına âfetini onların üzerinden def eyle... Senin şânına lâyık bir zafer kazanmalarını nasib eyle... Onlara öyle bir zafer ver ki, bütün Müslümanlar bayram ede... Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle ve dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun sana kurbân olsun... Önce beni gâzî kıldın, sonra şehid et.”

Muharebe Taktiği

1389 yazında Kosova’da düşmana karşı harp nizâmı alan Osmanlı ordusuna Sultan Murâd Han kumanda edip, merkez kuvvetlerinin başındaydı. Vezîr-i âzam Ali Paşa, Sultanın yanındaydı. Ordunun sağ kolunda Şehzâde Bâyezîd, Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa, Akıncı Beyi Evrenos Bey, sol kolda Karesi Sancakbeyi Yâkub Bey, Anadolu Beylerbeyi Saruca Paşa bulunuyor ve kumanda ediyordu. Merkez kuvvetlerinin önünde Yeniçeriler ve onların önünde de toplar vardı.

Her kolun önüne biner okçu yerleştirildi. Haçlı ordusunun merkezinde bulunan Sırp Despotu Lazar, birliklere komuta ediyordu. Sağ kola Lazar’ın yeğeni ve dâmâdı Brankoviç, sol kola Bosna Kralı Tvartko kumanda ediyordu. Düşman kuvvetleri Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavud, Leh ve Çeklerden meydana gelip, mevcudu Osmanlı kuvvetlerinden fazlaydı. Muhârebe 9 ağustos 1389 günü Haçlıların top atışıyla başladı.

Türk ordusunun kahramanlığı ve harp plânının mükemmelliği ve muvaffakiyetle tatbiki netîcesinde üstün Haçlı ordusu, sekiz saat içerisinde bozuldu. Sağ kalan Haçlı kuvvetleri geri çekilip, çâreyi kaçmakta buldular. Muhârebenin kazanılmasında, düşmanın imhâ ve tâkib edilmesinde, Şehzâde Bâyezîd’in büyük rolü oldu.Haçlı kumandanı Lazar ile oğlu, yüksek rütbeli kumandanlar ve maiyetleri esir edildiler.

Murâd Han, zaferden sonra Allahü teâlâya bahşettiği zafer sebebiyle şükrederek muhârebe meydanında dolaşırken, Lazar’ın dâmâdı, yaralı sırp asilzâdelerinden Miloş Obiliç tarafından şehid edildi. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehâdetinden önceki vasiyeti gereğince Bâyezîd Han, Osmanlı Sultanı oldu. Sultan Murâd Hanın şehid edilmesi üzerine Despot Lazar ve oğlu orada öldürüldüler. Kosova’da Kosova Zaferi netîcesinde, Osmanlı Devleti Balkanlara kesin olarak yerleşti ve Sırp Krallığı yıkılarak, Sırbistan, Türk hâkimiyetine geçti. Bölgeye, Türk ve İslâm nüfusu iskân edilerek, hâkimiyet pekiştirildi.

Mohaç Meydan Muhârebesi
K
 ânûnî Sultan Süleymân Hanın 29 Ağustos 1526 târihinde Macaristan’ın  Mohaç Ovasında Haçlılara karşı kazandığı zafer.

  Genç Osmanlı Sultanı Süleymân Hanın Avrupa kıtasındaki fetihleri, başta Papalık olmak üzere, Hıristiyan devletlerini telâşa düşürdü. Kendi aralarında olduğu gibi doğuda İran Safevî Devletiyle de ittifak kurdular.

Macar Kralı İkinci Layoş, Alman İmparatoru Şarlken’le akrabâlık kurduktan sonra, Osmanlı hâkimiyetindeki Eflâk ve Boğdan prensliklerini de kışkırttı. Bu durum üzerine Macarlara kesin bir darbe vurmak isteyen Kânûnî Sultan Süleymân Han, Rumeli’ndeki ordu kumandanı ve devlet adamlarına gönderdiği fermanda ilkbaharda Sofya’da toplanmalarını bildirdi.

  Anadolu Beylerbeyi Behrâm Paşa, Bosna Sancakbeyi, Kırım Hanı Saâdet Giray ile diğer kumandan ve devlet adamlarının da sefere hazırlanmasını istedi.1526 baharında bütün hazırlıklarını tamamlayan Kânûnî Sultan Süleymân Han, 23 Nisanda yüz bin kişilik ordu ve üç yüz top ile İstanbul’dan hareket etti. Büyük bir nizam ve disiplin içinde yürüyen ordunun; yol boyunca ahâlinin canına, malına, ırzına dokunmaması bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini daha da kuvvetlendirdi.

  Ramazan Bayramını 30 Haziranda Belgrad’da geçiren Sultan Süleymân Han, bölgede fetihlerde bulunarak hâkimiyetini genişletti. Bu sırada Osmanlıların üzerlerine yürüyeceğini haber alan Macar Kralı bir taraftan savaş hazırlıklarına başlamış öte yandan Avrupa’nın bütün devletlerine başvurarak yardım istemişti. Ancak, Kânûnî’nin hedefinin Budin olduğunu bilen Macar Meclisi, Kralı bizzat ordunun başında görevlendirdi. Budin istikâmetinde ilerleyen Osmanlı ordusu, Macar ordusunun Mohaç Ovasında karargâh kurduğunu haber aldı ve süratle o tarafa yürüdü.

  Muharebe Taktiği

   Mohaç Ovasına gelindiğinde derhal harp nizâmına girildi. Buna göre merkezde Sultan Süleymân Han, Yeniçeri Ağası ve Kapıkulu Askerleri; sağ kolda Vezir-i âzam ve Rumeli Beylerbeyi İbrâhim Paşa; sol kolda Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa bulunuyordu. Düşman kuvvetlerinden, yetmiş bin zırhlı süvârinin birbirlerine zincirle bağlı ve tâlimli atlarına karşılık, akınlarda tecrübe sâhibi olmuş, Akıncı Beylerinin tavsiyesiyle Osmanlılar yeni bir harp nizâmı aldı. Semendire Beyi Yahya Paşazâde Bâli Beyin tavsiyesiyle; Osmanlı ordusunun ağırlıkları ve Yeniçeriler geriye alındı.

   Yeniçerilerin önüne ateşli silahlardan toplar birbirine zincirle bağlı olarak yerleştirildi. Kapıkulu Süvârileri ve Bosna Beyi Hüsrev Beyin Delibalta Kuvvetleri ihtiyata kalıp, ihtiyaç olmadan muhârebeye katılmayacaklardı. Muhârebede taktik; Osmanlı ordusunun taarruzla berâber sağ ve sola açılarak, Macar süvârilerini araya alıp topların önüne çekerek, geriden ve yanlardan vurulmasıydı.

  Mohaç Meydan Muhârebesi, 29 Ağustos 1526, Çarşamba günü ikindi vakti Macar hücumu ile başladı. Macarlar yetmiş bin kişilik zırhlı süvârileriyle taarruza geçip, Osmanlı merkezini imhâ etmek azmindeydi. Vezîr-i âzam İbrâhim Paşa kumandasındaki Rumeli askeri üzerine gelen hücumda, yeni harp plânı gereğince, Osmanlı kuvvetleri geri çekilip, düşmanı içeriye aldılar. Yandan Anadolu kuvvetlerinin de tazyikiyle Macar Kuvvetleri daha içeri alınıp, toplar önüne getiriliyordu. Bâli Bey kuvvetleri, süratle düşmanın arkasını çevirerek Macar süvârilerini ikiye ayırdı. Kral İkinci Layoş kumandasındaki kuvvetler de Anadolu kuvvetleri üzerine yüklendi. 

   Üçyüz Top Birden Ateşe Başladı
  
   Anadolu kuvvetleri,düşmanı şaşırtmak için, mukâvemet edememiş gibi hareket ederek, geri çekildi. Kral İkinci Layoş, başarı  hissiyle Osmanlı ordusunun merkezine hücum etti. Bu arada Pâdişâhı esir etmeye veya öldürmeye yemin eden Markzali ismindeki şövalyenin kumandasındaki kırk kişilik fedâi müfreze tarafından Pâdişâhın üzerine ok yağdırıldığı, hattâ, zırhına birkaç isâbet olduğu halde Sultan Süleymân yerinden kımıldamıyordu.

  Markzali ve iki arkadaşı Pâdişâhın yanına kadar gelmeye muvaffak oldu ise de kılıcını çeken Kânûnî, bu namlı üç Macar şövalyesini öldürdü. Nihâyet Macarların Kral kumandasındaki kuvvetleri de içeriye alınıp topların önüne çekildikten ve gerileri de akıncı ve deli kuvvetleri tarafından çevrildikten sonra, üç yüz top birden ateşe başladı.

  Top ateşiyle düşman ordusu karmakarışık hâle geldi. Panik başladı. Macar Kralı İkinci Layoş öldü. Gerilerden Bâli Bey tarafından sıkıştırılan düşman ordusu da darmadağınık oldu. Kalanlar bataklığa düşüp boğuldular. İki saat süren muhârebede; yüz elli bin kişilik Macar, Alman, Çek, İspanyol, İtalyan, Leh kuvvetleri imhâ edildi.

  Mohaç Zaferiyle, müstakil Macar Krallığı yıkıldı. Macaristan’ın içine akınlar tertiplendi. Macaristan’ın başşehri Budin dâhil, Segedin ve diğer bâzı şehirler fethedildi.

Sakarya Zaferi
2
3 Ağustos 1921’de başlayan Sakarya Muharebesi, gece ve gündüz kesintisiz, 22 gün sürmüştür.

Birinci Dünya Harbi’nin sonunda, bir şekilde İstanbul’u Türklerin elinden almaya can atan İngilizler, Yunanlıları da İzmir’e asker çıkarmaya zorladılar. Tehdit ettiler. Türk düşmanlığı ile ünlü olan İngiliz başvekili Llody George, Yunanlılara her türlü askerî yardımı, desteği bol bol vaad etti. Ve yaptı da.

15 Mayıs 1919’da İzmir’e, sırf güya güvenlik için gelen Yunan kuvvetleri, karaya ayak basar basmaz, Türk komutan ve erlerini sokaklarda süngüleyerek, vahşetlerini sergilemeye başladılar. 2.5 ayda, Ankara’ya ulaşarak, Kudüs’e giden Haçlı yolunu açmayı hayal eden çapulcular, pek heyecanlı idi. Yunan kralı, kendisine saygılarını sunan İngiliz irtibat subayına, Ankara’daki zafer balosu için davetiye veriyordu.

40 000 kişilik Türk ordusunda 10 000 tüfek vardı. Yani 30 000 kişide tüfek yoktu. 100 km genişliğindeki cephe boyunca, 22 gece ve gündüz düşmanla boğuşuldu. Yunan ordusu ise tamamı tüfekli, 100 bin kişiden fazla idi. Ayrıca ellerinde İngilizlerin verdiği 300 modern top ile 20 uçakları vardı. Türk ordusunun top sayısı ise 170 kadardı. Ancak bunların ya mermileri yoktu, ya da yeterli sayıda değildi. Kanatları patates hamuru ile sıvanmış tek bir uçağımız vardı.

Bu şartlar altında, subaylardan kurulu bölük ve taburlar savaşa sürüldü. Düşman tam bir hezimete uğramıştı. Sakarya savaşlarında zayiatımız 1 000 subay ve 24 000 kadar er ve erbaş oldu.
Kunuri Zaferi
K

unuri muharebesi, Kore savaşının bir bölümüdür. 26-28 Kasım 1950'de cereyan eden Kunuri Savaşı, henüz Kore Savaşının ilk günlerinde gerçekleşmiş olmasına rağmen, toplam 4 yıl süren Kore Savaşının en zorlu anlarından biri olarak kabul edilmektedir. Savaş üç gün üç gece aralıksız sürmüştür. Türk Tugayı bu muharebede her zaman ki gibi bir çok kahramanlıklar göstermişleridir.

Türk Birlikleri kısa bir intibak eğitiminden sonra cepheye sürülmüş, 2. Amerikan Tümeninin doğusuna, bozguna uğrayıp çekilen 2. Güney Kore Kolordusunun açtığı yeri doldurmak için görevlendirilmişti.

Kunuri, Kuzey Kore'nin başkenti Pyonyang'ın daha kuzeyinde bir yerdir. BM ordusu Kuzey Kore ordusunu püskürtmüş. Kuzey Kore topraklarını da koministlerden temizlemek üzeredir. Fakat Çin'in 1 milyonluk askeri ile ani bir baskın düzenleyip savaşa dâhil olmuştur.

Çin destekli Kuzey Kore ordusu karşı taarruza geçmiş, bütün BM askerleri emir almadan ve haber vermeden geri çekilmeye başlamıştır. Burada dikkat çeken bir husus, bu geri çekilmelerde Türk tugayına haber verilmemiş. Türk Tugayı resmen yok olmaya terk edilmişti.

İşte emirsiz ve habersiz ilk çekilmede mevzilerini koruyan Türk Tugayı kalabalık Çin ordusu tarafından Kunuri'de çift çembere alınmıştır. BM ana karargâhı irtibatın da koptuğu Türk Birliklerinden ümidini kesmiş, haritalarda Türk Tugayının olduğu bölgeye tamamen imha oldular diye büyük bir çarpı işareti koymuşlardır. Durum öyle vahimdir ki Japon ve Amerikan radyoları Türk Tugayının tamamen imha olduğunu duyurmaya başlamıştır bile.

Pek Sank Ki (Budist, Güney Koreli savaş tercümanı), ilk düşman saldırısını şöyle anlatıyor: "Düşman davul ve zurna çalarak hayvanlar gibi uluma sesleri çıkararak ani ve kuvvetli bir saldırıya geçti. Sayılarının çokluğu, taburumuzun bulunduğu yere doğru bir insan seli teşekkül etmesi karşısında dondum kaldım.

Türk subaylarının hiç telaşa kapılmadılar bütün askerler savunma durumuna geçip, süngülerini taktılar. BütünTürk askerleri sözleşmiş gibi koyunlarından birer küçük paket çıkarıp öpüp öpüp alınlarına koyuyorlardı, bunun sonradan “Kuran-ı Kerim” olduğunu öğrendim.

Allah Allah!” Sesleri arasında süngü hücumuna kalkan Türk askeri 10 dakika kadar süren bir boğuşmaya girdi. Savaş alanı düşman ölü ve yaralıları ile doldu, kalanların kaçmaya başladı.

Yüzlerce ölü ve yaralı Çin askerine karşı, ilk saldırıda sadece 1 şehit ve 3 yaralı verilmiştir. İlk saldırı püskürtüldü, herkes sevince boğuldu."

Pek Sank Ki, daha sonra şöyle diyor: "Şu gerçeği belirteyim. Türk askerinin uzaktan yakından birçok taarruzuna şahit oldum. Bütün hücumlarda düşmanı püskürtüp yendiler, hiçbir zaman geri çekilmediler. Bu başarının sırrı neydi? Bu yumuşak başlı insanlar nasıl birden aslan kesiliyorlardı!"

Bu başarının sırrını yine kendi başka bir yerde anlatıyor. Türk askerinin başarısını iki şeye bağlıydı.

"Birincisi Türk Subayları hücumda hiç geri kalmıyorlardı. İleri fırlayıp tek başına saldıran subaylar gördüğünü, işte Türk askerinin burada devreye girdiğini, subayını korumak isteyen erlerin daha ileriye atıldığını anlatıyor. İkincisi olarak da düşmana saldıracakları zaman “Allah Allah” sesleri ile savaş meydanını etki altına alıyorlar diyor"

Pek Sang Ki şöyle devam ediyor: “Türk askeri düşman çemberi içinde iken bir de kurtarma harekâtı düzenlemiştir. Bir gün önce askerleri ile esir düşen ABD'li Albay Gumby. Çinlilerin hiç beklemediği bir anda ani bir baskınla kurtarılmıştır. Bu durum ABD'liler tarafında hiç unutulmayacaktır.

Yok olduğu sanılan Türk askerleri iki yarma harekatı ile çemberden kurtulmuşlar, ana karargahlarına varmışlardır. Bu durum bütün BM askerleri arasında ve dünyada büyük yankı bulmuş, övgüler ile karşılaşmıştı. BM Başkomutanı Mac Arthur durumu öğrenince çok şaşırmış, "Kutup Yıldızı" adını verdiği Mehmetçiklere çok sevinmişti.

Yabancı basın ve radyolar sürekli Türk Zaferinden bahsediyordu. Türk askerinin başarılı çemberden kurtulma harekâtının BM askerlerini kurtardığını anlatıyorlardı. Bu zaferin önemi de bundan kaynaklanıyor.

Bizimkiler sonradan öğrendiklerine göre, düşman ordusu BM ordusunu yarıp hızla çembere alıp yok etmeyi planlamış, ancak geride Türk birliğinin yok edilememesi bunu engellemişti. Özellikle ABD'lilerden oluşan 8. Ordu bu sayede kurtulmuştu.”

Kunuri zaferini İngiliz General Martin şöyle anlatıyor: " Türkler 10’ karşı birle aslanlar gibi savaştılar. Türkler uzun süre bu şekilde düşmanla çarpışırken ve ölürken İngiliz ve Amerikalılar geri çekiliyorlardı. Mermisi kalmayan Türk askeri süngüyle yumrukla büyük bir zafer kazandı."

Sovyetler, Amerikalılara "sizi bu sefer Türkler kurtardı" şeklinde yayınlar yapıyor, Türk askerinin başarısını tasdik ediyorlardı. Zaferden birkaç hafta sonra Türk tugayı için madalya töreni düzenlenmiş, bütün Türk askerleri adına seçilen 15 kişiye madalya verilmiştir. Türk askerlerine BM askerlerince “Number One" adı takılmış, Türk askerlerini gördükleri yerlerde herkes "Number One" diye onları selâmlamışlardır.

Kunuri Muharebesi'nde 12 subay, 7 astsubay, 199 erbaş ve er olmak üzere toplam 218 Türk askeri şehit oldu, 455 asker yaralandı.
İsmail Zaferi

S
ultan III. Selim Han zamanında Osmanlı ordusun bir kolu da Cezayirli Hasan Paşa  Karadenizin kuzeyinde İsmail’de bulunuyordu. Rus ordusu General Saltimof kumandasında İsmail kalesini muhasara ediyordu. İsmail’i kuşatan Rus kuvvetleri Cezayirli Hasan Paşa’nın şiddetli taarruzuyla ağır bir mağlubiyete uğrayarak geri çekildiler. (23 Eylül 1789)
Ruslar kaçarken Osmanlı suarileri tarafından ağır zaiyatlar verdirilerek toparlanmalarına mani olundu. Bu suretle Osmanlı ordusunun Boza suyu yenilgesinin intikamı İsmail Zaferi ile alınmış olundu.

Anteb'in Kurtuluşu
O
smanlı İmparatorluğu I. Dünya Harbi'nden müttefikleriyle birlikte yenik çıkması neticesinde imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekenamesi'nin bazı maddelerini istedikleri gibi yorumlayan ve mütarekenin imzalanmasından iki ay gibi çok kısa bir zaman sonra Kilikya'yı Fransızlar; Antep, Maraş, Urfa'yı önce İngilizler, sonra da Fransızlar işgal ettiler.

Bu sırada Antep Kuvayı Milliyye Komutanlığı'na getirilen ve asıl ismi Mehmed Said olan Şahin Bey mukavemet için bir yandan teşkilât kurmaya çalışırken diğer yandan da çevre halkına işgalin haksızlığını, yabancıların ve Ermeniler'in zulüm ve tazyikini anlatıyordu.

Şahin Bey, soyumuzun fıtrî kahramanlığı, zulüm ve esarete karşı direnme lüzumu, millî haysiyet, şeref ve vatan müdafaasının kutsallığı gibi konulan anlatırken yanındakiler onu büyük ve derin bir vecd içinde dinliyorlardı. Bu davranış ve konuşmalar çevre halkını olduğu kadar 10-15 saatlik mesafedeki köylülerin de Antep savunmasına istekle katılmalarını sağlıyordu.

O, savaş sırasında ise en önde giden, şiddetli kurşun yağmuru altında gözünü kırpmayan, "vurun arslanlarım, koman yiğitlerim" nağralarıyla kükreyen, etrafına cesaret ve metanet aşılayan Türk kahramanı idi.

İşte bu Şahin Bey millî kuvvetlerle 3 ve 18 Mart günleri Antep'e gelmekte olan iki Fransız piyade taburunu durdurdu. Fransızlar bir tabur daha getirerek kuvvetlerini takviye ettiler.  Nihayet 25 Mart'ta Kızılburun civasında bu muazzam düşman kuvvetine de taarruz eden Şahin Bey bir avuç kahramanla göğüs göğüse vuruşa vuruşa dört gün süren mücadeleden sonra Elmalı Köprüsü başında silâh arkadaşları ile birlikte son kurşunlarını atıncaya kadar mucizeler yaratarak savaştı. "Allah vatanımı kurtarır" feryadıyla oracıkta düşman süngüsüyle 28 Mart'ta şehit düştü.

Şahin Bey kuvvetlerinde otomatik tüfekler yoktu. Karışık bir halde Osmanlı, Alman, İngiliz, Rus tüfekleri vardı. Cephane azdı. Tüfeklerin çok çeşitli oluşu, ikmâli de güçleştiriyor, hatta bazan da imkânsız hale getiriyordu.

Sayı ve her türlü silâh üstünlüğünü elinde tutan işgâl kuvveti karşısında köylerden gelmiş olup henüz talim ve terbiye görmemiş, eğitimsiz, disiplinden yoksun dağınık kuvvetler olmasına rağmen Şahin Bey ekibi ve çetelerimiz düşman saldırısına şiddetle, o kendisine atalarından intikâl eden kahramanlıklarla karşı koymak durumunda kalmıştı.

Halk şairlerimiz bu büyük Türk evlâdını;

"Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprübaşında,
Çeteler toplanmış ağlar başında,
Uyan Şahin uyan, gör neler oldu,
Sevgili Antep'e Fransız doldu.
" mısralarıyla efsaneleştirmişlerdir.

Şahin Beyin şehadeti yörede millî heyecanı doruğa çıkarmıştı. Antepliler daha bir güçle, daha bir şevkle ev ev, sokak sokak çarpışmaya başlamışlardı. Muhasara altındaki halk mahzen güherçilesinden barut, tenekeden kapsül yaptı. Demirci dükkânları sabahlara kadar süngü yaptı. Halk yokluktan, deve, köpek eti yedi. Halk her karış toprağı artık dişleriyle, tırnaklarıyla savunur olmuştu.

Savunmanın bu safhasında 19 Mayıs'ta şehrin batısındaki Kurban baba tepesi alındı. İki taburdan ibaret 24. Türk Alayı Antep'e girdi.

Milona Meydan Savaşı ve Zaferi

1
987’de Yunanistan’a karşı savaşın resmen ilân edilmesiyle birlikte üçüncü ve dördüncü tümenler Milona geçidine taarruz ettiler Üçüncü tümen sağda, dördüncü tümen soldaydı. Beş bataryadan kurulu Türk topçusu, Yunan mevzilerini 2.800 metreden ateş altına aldı.

Savaş, bütün şiddetiyle akşama kadar sürdü. Sonunda Türk topçusunun tahrip ettiği müstahkem yerler, üçüncü ve dördüncü tümenler tarafından zaptedildi. O gece, şiddeti biraz azalmış olmakla beraber, ateş sabaha kadar devam etti. Ertesi günü, bir gün evvel Dişkata'dan Alasonya'ya kaydırılmış olan beşinci ve Leftokarya'daki altıncı tümenler son kanattan hücum ettiler.

Altıncı tümen Analipsis kalesini ele geçirdi. Beşinci tümen de oldukça arazi kazanmıştı. Üçüncü tümen ise Albay Smolonski kumandasındaki bütün Yunan saldırılarına karşı koyuyordu. Alasonya'dan gelen dört tabur da savunmaya katılınca, düşman kesin şekilde durduruldu.

Bundan sonra savaşın insiyatifi tamamen Türk ordusuna geçti. Şafakla beraber taarruza geçen ikinci tümen, topçu ile birlikte Milona tepesine kadar ilerledi. Yunan ordusunda ise bu sırada yiyecek ve cephane sıkıntısı baş göstermiş bulunuyordu. Bunun sebebi, ulaştırma ve haberleşme kargaşasıydı. Askerler ise son derece yorgundu. Esasen Yunan ordusunda bir savaş geleneği mevcut değildi.

Rumlar muntazam muharebeye değil, çete savaşlarına, sivil ve savunmasız halka saldırmaya, yağma, tahrip ve soyguna alışıktılar Bu yüzden 20 Nisan'da dördüncü tümen Milona'ya doğru taarruza geçer geçmez. Prens Konstantin'in bütün gayretlerine rağmen, güneye doğru çekilmeye başladılar. Artık Türk ordusuna karşı koymak akıllarına bile gelmiyordu.

Bu çekiliş Milona-Tırnova yolunu Türkler'e açık bırakmıştı. Çekilen kuvvetler. General Marki kumandasındaki bir tugaydı. Bu tugay Kritri'ye doğru tehlikeli bir şekilde çekilince, sarılmak tehlikesine düşen General Marki, maiyetindeki bütün tümene çekilme emri vermek zorunda kaldı.

Hâlbuki bu tümenin çekilmesiyle, bu sefer Reveni ve Nezeros'daki kuvvetlerin yanları boş kalıyordu. Böyle bir durumda Tırnova'ya inecek olan Türk ordusu. Yunan ordusunu bir kaç parçaya bölebilirdi. Yunan kurmay heyeti General Marki'ye hiç bir şekilde çekilmemesini bildirdi. General buna karşılık sahte bir hücum hareketiyle çekilişi örtmeyi daha doğru buldu.

Ethem Paşa Taarruza Geçti

Türk ordusu, 23 Nisan gününe kadar hareketsiz kaldı. Bu sırada noksanlar tamamlanıyor, birlikler takviye ediliyordu. 23 Nisan'da Ethem Paşa taarruza geçti. Evvelâ Reveni boğazına kadar ilerledi, sonra burasını savunan kuvvetlerin arka tarafına düşmek için sol kanattan saldırıya geçti.

Beşinci ve altıncı tümenler; Deliler ve Musalar'a doğru ilerlediler. Beşinci tümen Karademirler yönünde ilerlemeye başlayınca. Yunanlılar Yenişehir yolu üzerine çekildiler.

Altıncı tümen Dereli'yi almış. Deliler'e doğru ilerlemişti. Aynı yere beşinci tümen de taarruz etti. İki taraftan sarılmış olan Yunanlılar, kasabayı boşaltıp Musalar'a çekildiler.

O gece beşinci tümen Akeropolo'ya altıncı tümen Deliler'e yerleşti. Ertesi sabah Türk taarruzu yeniden başladı.

Yunanlarda Bozgun ve Kaçış Başladı

İkinci ve üçüncü tümenler de taarruza katılmışlardı. Deliler'de yenilen General Mavromihalis. Prens Konstantin'e. Yenişehir'e doğru çekilmekte olduğunu bildirmişti. General Marki'nin çekilmesi ise tam bir bozgun hâlini almış bulunuyordu. Askerleri delice bir korkuya kapılmış olarak kaçmaktaydılar.

Palikaryalar. Atina ve Yenişehir sokaklarında gösterilerde bulunarak:

-"Harb isteriz..." diye avaz avaz haykırmakla harbin birbirinden tamamen ayrı şeyler olduğunu artık anlamış bulunuyorlardı. Yenişehir'e varan General Marki tümeninin er ve subayları, yorgunluk ve uykusuzluktan perişan bir halde sokaklara serilip kalmışlardı.

Prens Kostantin durumun ağırlığını anladı. Kurmay heyetinin tavsiyelerine uyarak hemen Yenişehir'i boşaltıp Çatalca (Pharsala)'ya kadar çekildi. Böylece, Yenişehir ve Tırnova, Türkler'in eline düştü. Pek çok da silâh, cephane ve esir ele geçirilmişti. Neticede Milona meydan savaşı, Türk ordusunun tam bir zaferiyle sona ermiş bulunuyordu.

Edhem Paşa düşmanın Tırhala'da toplandığını haber alarak 26 Nisan günü birinci tümeni hemen o tarafa doğru yola çıkardı. Ancak, Hayri Paşa oraya vardığı zaman şehri boşaltılmış halde bulup işgal etti. Yunanlılar yine kaçmışlardı.

Yemen'de Son Şahlanış

İ
ngilizler Aden sınırındaki Lâhiç Emirliği arazisine fazla önem verdikleri için buraya kendilerine tâbi olmuş birçok yerli kabileler göndermişler, aynı zamanda Aden’de bulunan yedi taburluk bir tugayı da onlarla birlikte Türkler’i püskürtmeye memur etmişlerdi. Ali Said Bey, evvelâ bu kuvvetlere hücum ederek onları yendi. Şiddetli çarpışmalardan sonra emirliğin merkezi olan Lâhiç’e girdi.

Kaçan İngilizler’le Arap kabilelerini Aden dolaylarına kadar kovaladı. On gün kadar buralarda tutundu. Lâkin İngilizler, Süveyş ve Basra cephelerinden ayırdıkları yeni kuvvetleri karaya çıkardılar. Sarılmak tehlikesiyle karşılaşan Ali Said Bey, çaresiz kuvvetlerini Lâhiç’e çekerek savaşı orada kabul etmeye karar verdi.

Kanlı Savaşlar

Bundan sonra düşman üstün kuvvetlerle ve bir kısım yerli kabilelerin yardımiyle taarruza geçti. Günlerce süren hücumlar, Türkler’in kahramanca karşı koyuşları ve mukabil taarruzları karşısında neticesiz kaldı. Ummadıkları kadar zayiat veren İngilizler, sonundâ Lâhiç’i zaptedemiyeceklerini anlayarak hiç olmazsa Aden’i elde tutmak için savunmaya geçmeye karar verdiler ve açık denizden körfeze kadar tel örgü ve hendeklerden bir müdafaa hattı kurmaya başladılar. Türkler de boş durmuyor ve on altı kilometrelik bir cephe üzerinden Aden’i kuşatma hareketine girişmiş bulunuyorlardı.

İşte, bu son hizmetine karşılık Ali Said Bey’in rütbesi mirlivalığa, yâni generalliğe yükseltilmiştir. Genç Paşa, bu sırada muhasara işini tamamlamış ve düşmanı demir bir çenber içine alarak bulunduğu yeri tesbit etmişti. Karşısındaki kuvvet, sayıca kendi emrindekilerden dört beş misli fazlaydı. Üstelik silâh ve her türlü savaş malzemesi bakımından ölçülmeyecek bir üstünlüğe sahip bulunuyor, İngiliz gemileri ise deniz tarafından Türk hatlarını rahatça bombardıman edebiliyordu.

Şiddetli Bombardımana Rağmen Düşmana Adım Attırılmıyordu

Buna karşılık bir avuç Türk bu kesintisiz bombardımanlara, üst üste taarruzlara, ancak sayı fazlalığına, silah ve malzeme bolluğuna sahip tarafın lehine gelişebilen yıpratıcı siper savaşlarına rağmen düşmana adım attırmıyordu.

Daima her türlü methin üstünde bulunan Mehmedçiğin Aden önünde gösterdiği bu cesaret ve direniş başta Hindistan’a, Cava’ya ve Güney Afrika’ya yayılmış, buralarda yaşıyan Müslümanlar’ın Osmanlı devletine olan mânevî bağlılıklarını ve Türkler’e karşı duydukları hayranlığı arttırmış, Yemen’deki kabileleri ise iyice sindirerek âsâyişin yerleşmesine sebep olmuştu. Ali Said Paşa bundan faydalanarak uzak ve yakın bütün yerli emîrlik ve sultanlıklarla devlet lehine anlaşmalar yarak onların düşman emellerine hizmetleri ihtimalini de ortadan kaldırdı.

Elinde ancak iki bin Türk ve o kadar da yerli kuvvetler bulunan Ali Said Paşa’nın bir taarruz hareketiyle Aden’i zaptetmesi mümkün değildi. Yemen’de bulunan ve boş duran öbür askerî birlikte de emrine verilse o zaman böyle bir şey düşünülebilirdi. Tevfik Paşa’nın ise buna razı olmasına imkân yoktu. Şu hâlde yapılacak şey, İngilizler’i Aden’de dışarıya uğratmamak ve Yemen’i ele geçirmelerine engel olmaktı. Ali Said Paşa ise, bütün şartların aleyhinde olmasına rağmen bunu başarıyordu.

Lahiç Halkı Türkler’den Son Derece Memnundu

Ali Said Paşa, uzun bir kuşatmaya hazırlanıyordu. Ancak, ne erzak ve ne de para vardı. Bunun üzerine Lâhiç deltasında ziraate başladı. Bu suretle birliklerinin hem ekmek, hem de sebze ihtiyacını karşıladı. Hurmalıklardan da bol bol faydalanıldı. Lâhiç halkı, Türkler’den son derece memnundu.

Aden’de ise durum tam tersineydi. Yalnız şehrin nüfusu kırk bin kişi olup Arap, Hindli ve Somalililerin teşkil ettiği halk, daha evvel bolluğa alışmış bulunuyorlardı. Bölgenin bütün ihtiyacı ise evvelce Yemen’den sağlanmaktaydı Türkler, Aden’i kara tarafından sıkı bir kuşatmaya aldıklarından hiçbir yiyecek maddesinin buradan girmesine imkan yoktu. Bunun üzerine halk İngilizler’i sıkıştırmaya başladı. Onlar da şu cevabı verdiler:

"Elimizden bir şey gelmez. Çünkü sizin dindaşlarınız olan Türkler, yolları kesmiş bulunuyorlar. Ali Said Paşa’ya müracaat edin. Eğer o Lâhiç’den erzak çıkmasına müsaade ederse, biz de bunun Aden’e girmesine engel olmayız. Yalnız siz de karşılığında mal değil, yalnız para çıkartabilirsiniz."

Bunun üzerine Aden’in ilerigelenleri Ali Said Paşa’ya bir heyet göndererek durumu bildirdiler. O da belli bir ücret karşılığında buna razı oldu. Böylece hem tümenin para ihtiyacı sağlandı, hem de İngilizler’in bütün gayret ve dikkatlerine rağmen pamuk ipliği, tuz, pirinç ve şeker gibi Türkler’in elinde bulunmayan ve yokluğu şiddetle hissedilen maddeler Lâhiç’e kaçak olarak bol bol gemliye başladı. Pamuk ipliği ele geçince kumaş dokunarak askerin giyecek ihtiyacı giderildi.

Aden kuşatması böylece tam kırk ay sürdü. İngiliz kuvvetleri bir avuç Türk’ün önünde düştükleri durumun utancı içinde bunalıp kaldılar. Bu sırada Aden’de bulunan İngilizler’in siyasî memuru ve vali muavini Albay Horald D.F. Jacob, on dört yıl sonra kaleme almış olduğu eserde şöyle demektedir:

“Yemen’deki bu savaşın mânevi şekli Aden önlerinde Türkler’e karşı yenilmemiz dolayısıyla memleketteki şeref ve haysiyetimizin kaybolmasına sebebiyet vermiştir tarzında ifade olunabilir.”

Mütareke Şartları İcabı


Nihayet Birinci Dünya Savaşı, Türkler’in birlikte bulunduğu müttefik grubun yenilgisiyle neticelendi. Mütarekenin (Mondoros) imzalanmasından iki gün sonra İngilizler durumu kendilerine bildirdilerse de Türkler buna aldırış etmediler. Lâkin İstanbul’dan yeni Sadrazam Müşir Ahmed İzzet Paşa’dan gelen bir telgraf, Anavatanın selâmeti adına derhal teslim olunulmasını ve Yemen’in boşaltılmasını bildiriyordu.

Ali Said Paşa, bunun üzerine İngilizler’le müzâkerelere girişti ve sonunda onlara kendisinin ve subaylarının tabancalarını muhafaza etmek, teslim olanlara iyi davranılmak ve merasim protokoluna tâbi tutulmak şartlarını kabul ettirdi. Sonra Türk birliklerinden kalan bin sekiz yüz kişi ile savaşı terk ederek mütareke hükümlerine boyun eğdi. Buna rağmen birliklerini yenilmiş saymıyordu. Nitekim İngiliz siyasi memuruna:

“Sizinle üç seneden fazla savaştım ve hiçbir vakit yenilmedim. Ancak mütareke hükümlerine uyarak teslim oluyorum” demekten kendisini alamamıştı.

Muzaffer Bir Ordu Gibi

Türk birlikleri, başlarında Ali Said Paşa bulunduğu halde Aden’e mağlûp değil, muzaffer bir ordu imiş gibi girdi ve halkın çoşkun gösterileriyle karşılandı. Düşman tarafından bile saygı gören bu birlikler, bir süre Aden’de kaldıktan sonra Mısır’daki esir kampına gönderildiler.

Artık Türkler’in Yemen’deki dört yüz yıllık hâkimiyeti sona ermiş bulunuyordu. Burada kaldıkları sürece memleketin insanı, kalkınması ve medeniyetin Arap yarımadasının bu uzak köşesine girip yerleşmesi için ellerinden geleni yapmışlardı. Türk hâkimiyet devri, Yemenliler’e çok şey kazandırmıştır. Türkler’in ise, netice hiçbir kazancı olmadı. Yalnız bu sürenin son elli yılı içinde Yemen topraklarına yüz elli bine yakın Türk askeri gömüldü. İstanbul ve Anadolu’da hâlâ dedeleri içinde Yemen şehidi bulunmayan aile pek azdır. Güzel vatanın cennet bucakları yıllarca:

Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölü yok, bu ne figandır?
Şu Yemen illeri ne de yamandır…
Ah o Yemen’dir, gülü çemendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?

Türküsüyle inledi ve sayısız Türk anasının, Türk kadının ve Türk kızının kalbi Yemen çöllerinde harcanıp giden oğullar, kocalar ve yavuklular için yandı durdu.

Kaynak: Hayat Tarih Mecmuası

 

Koyun Geçidi Zaferi
K
 uzey Azerbaycan yolunu kapatmak isteyen Safevîler, büyük bir ordu gönderdiler. Kumandanları Emîr Hân idi. Maiyyetinde İmam Kulu Hân, Ensâr Halife, Şeref Hân ve Tokmak Hân bulunuyordu.

Kür nehrinin "Koyun Geçidi" mevkiinde, Osmanlı Ordusu bekliyordu. Başlarında Özdemiroğlu Osman Paşa bulunduğu için, Mücâhidler pek neş'eli idiler. Erzurum Beylerbeyi Behrâm Paşa, Diyarıbekr Beylerbeyi Derviş Paşa, Halep Beylerbeyi Mehmed Paşa ve Dulkadir Beylerbeyi Mustafa Paşalar; Özdemiroğlunun maiyyetinde idiler.

9 Eylül 1578'de iki taraf, Koyun Geçidinde karşılaştılar.
Özdemiroğlu, iki saat içinde Safevîleri müthiş bir bozguna uğrattı... 

5.000 ölü, 5.000 yaralı veren düşmanın geri kalanı, Kür nehrinde boğuldular.

Seki ve Ereş Kaleleri alındı. Serdâr burada 1 haftada büyük bir kale inşâ ettirdi. İçine 100 top konuldu. Sonra Bakû şehri dâhil, bütün Kuzey Azerbaycan Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlılar, Hazar Denizine ulaştılar.

Bundan sonra hareket, ya güneye Tebriz veya kuzeye Dağıstan’a olacaktı. Osmanlılar, kuzeyi tercih ettiler. Çünkü Dağıstan’da Sünnî-Müslüman-Türkler yaşıyorlardı. Oranın merkezi “Demirkapı”, ilk hedefti. Buraya İranlılar “Derbend”, Araplar “Bâb'ül Ebvâb” diyorlardı.

Fetihten sonra Dağıstan ve Şirvan birleştirildi. Büyük bir Beylerbeyliği kuruldu. Başına "Vezîr" pâyesiyle, Özdemiroğlu Osman Paşa getirildi. Bu makamı, Diyarıbekr ve Haleb Beylerbeyleri kabul etmemişlerdi. Sebebini soranlara, Özdemiroğlu şu cevabı verdi:

-“Ülkeleri fethetmekten daha önemlisi; o ülkeleri elde tutmaktır. Muhafaza etmektir.”

Dumlupınar Zaferi Anadolu'yu işgal eden Yunan kuvvetlerinin, Türk ordusu tarafından  30 Ağustos 1922'de Afyon'da kesin olarak mağlup edildiği zafer.

Sakarya Meydan Muhârebesinden sonra Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattına çekilen düşman, müdâfaa tertibi almıştı. Zafer kazanıp mâneviyâtı yükselen Türk Ordusu, cephânesi azalıp, çok subay kaybına uğradığı ve muhârebe malzemeleri kâfi miktarda olmadığı için düşmanı bütünüyle Türkiye’den atamadı.

Türk ordusunun tekrar toparlanması, erzak, cephâne ve silâh ikmâli için zamâna, aziz ve cefâkar milletin fedâkârlığına ihtiyâcı vardı. Bütün kış devâm eden İngiliz propagandası ve yardımlarıyla Yunanistan’a milyonlar akıp, silâh ve cephânesi de fazlasıyla karşılanıyordu. Anadolu topraklarından Yunanlıların atılamayacağına inanan İngilizler, ilerideki koloniler için İzmir’de,

“İngiliz-Yunan Bankası”nı kurdurmuşlardı. 1922 ilkbaharında bütün hızı ile devâm eden siyâsî ve askerî faaliyetler, düşmanlara kesin darbeyi indirmek içindi. İstanbul depolarındaki Osmanlı silâh ve cephânesi türlü usûllerle Anadolu’ya ulaştırılıp, Millî Kuvvetlere teslim edilerek Türk ordusu güçlendiriliyordu. Millet varını yoğunu“vatanın harim-i ismetinde” 
ki düşmanları atmak için Türk ordusuna seferber etti.

Afyon-Dumlupınar ve Eskişehir kesimlerinde hendek ve tel örgülerle sağlam bir müdâfaa hattı kuran Yunanlılar, İzmir’de de 30 Temmuz 1922’de “İyonya Hükûmeti”ni kurdular. Osmanlı Sultanı Vahideddîn Han tarafından İstanbul’da; Bakanlar Kurulunca da Ankara’da, İyonya protesto edildi.

Batı Cephesindeki Türk ordusunu teftiş eden Mareşal Mustafa Kemâl, taarruz için hazırlıkları yerinde inceledi. 26 Ağustos 1922 günü başlayan muhârebe 30 Ağustos 1922’de Türk ordusunun kesin zaferi ile netîcelendi.

Yunan ordusunun asıl kuvvetleri, Dumlupınar’ın kuzeyinde Aslıhanlar bölgesinde yok edildi. 1 Eylül 1922’de Başkumandan; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi.  Yunan başkumandanı general Trikopis ve kurmay heyeti 2 Eylül 1922’de teslim alındı. Tâkip edilen düşmandan binlerce esir ele geçirildi. Uşak, Aydın, Kula, Alaşehir ve Bilecik’ten geri çekilirken Yunanlılar son cinâyetlerini işlediler. Kaçarken şehir, kasaba ve köyleri yakıp-yıkarak, çocuk, ihtiyâr, kadın demeden katliâm yapan Yunanlıları tâkib eden Türk ordusu, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi.

Yunanlıların barbarlığını bütün açıklığı ile görüp, vahşetlere dayanamayan Mehmedçikler, ana ve bacılarının, kardeşlerinin ırz, can ve mal emniyetini bir an önce kurtarmak için, îmânından aldığı güçle yorgunluk, uykusuzluk demeden bir günde yaya 80 kilometre yürüyüp, düşmanı denize döktüler. 10 Eylülde Bursa’ya girilip, Osman Gâzinin türbesi dâhil şehir yanmaktan kurtarıldı.

16 Eylül 1922’de son Yunan kuvvetleri ve onların vahşetine iştirak eden Rum çeteleri, hâmileri Îtilaf Devletlerinin donanmalarıyla Çeşme’den Anadolu’yu terk ettiler. Bu zaferle, Yunan “megalo-idea”sını son bir kez daha tatbik ettirmeyen Türk ordusunun, muhârebe meydanlarındaki askerî faaliyetleri tamamlandı.
Oltaniçe Zaferi

O
smanlı ordusunun Kırım muharebesinde Ruslara karşı savaştığı sırada harikulade hâdiseler meydana gelmiş idi. Ahmed Mithat Bey, “Zübdetü'l-Hakayık” isimli eserinde şöyle bir hatıra naklediyor:

-" Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa, her taraftan hücuma geçen Rusları tutmaya çalışıyordu. Fakat cephenin en zayıf noktası Oltaniçe (Romanya'da Bükreş'in yakınlarında bir kasaba) idi. Orada üç bine yakın zayıf bir Türk birliği bulunmaktaydı. Onlar da iki veya üçü geçmeyen bir bataryaya sahipti.

 

Düşman ordusu ilk defa bu zayıf noktayı ezmek, boğmak istemişti. Buraya on misli bir kuvvetle hücuma geçti. Bu harbi civar tepelerden Eflak ve Boğdan ahalisi, hatta gazeteciler ve halk seyrediyorlardı.

Düşman sabahtan külliyetli bir top ateşiyle Türk askerlerinin yolunu tutmuş; seyircilerin de Türk askerinin nasıl mahvolacağını düşünerek gözleri gayr-i ihtiyari yaşarmıştı.

Türk askerinin arkasında Tuna akıyordu. Geriye dönmek ihtimali de yoktu. Önünde cehennemi bir ateş püsküren toplar vardı. Bu toplar bir başladı mı, asla susmuyor, gülleler yağdırıyordu.

Savaş bütün şiddetiyle başlamıştı. Top seslerinden âdeta gökler parçalanıyor, Müslüman askerinin üzerinde uçuşan gülle ve mermiler biraz ileride Tuna'ya gömülüyordu.

Osmanlı askerleri düşmanlarının kendilerinden sayı ve teçhizat bakımından ne kadar üstün olduklarını biliyorlardı. Fakat işin içinde, büyük bir mücâdele vardı. Bu mücâdele iman mücâdelesi idi. Kimse şehitlik mertebesini terkedip, düşmana teslim olmayı düşünmüyordu.

Kolağasının izni ile, ikişer rekat namaz kılan askerler birbirleriyle helallaşıp, kucaklaştılar. Şimdi son taarruzlarını yapacaklardı. Çünkü Türk askerinin mühimmatı tükenmiş, sıra göğüs göğüse süngü ile mücâdeleye gelmişti.

Rus askerleri de süngülerini takmış hazırdılar. Halk bu müthiş boğuşmayı, ölüm-kalım mücadelesini seyrediyordu. O anda fevkalade bir hâdise oldu ve Kolağası, şehâdet parmağını gökyüzüne kaldırarak:

-" Haydin gazilerim, imanlı evlatlarım. Allahü teala bize imdad ediyor" diyerek herkesi heyecanla savaş meydanına sürüyordu.

Bir anda semaya bakanlar, gördüler ki, bölük bölük mücahidler ordusu geliyor. Türk askerleri bu manzara karşısında, Allah ! Allah ! nidalarıyla ileri atıldı ve yerleri sarsarak yürümeye başladı.

Rus askerleri de bu hâdiseyi seyrediyor, dehşet içinde sağa sola kaçışıyordu. Bir anda koca Rus ordusu dağıldı, parçalandı ve kaçışmaya başladı. Ortalık sükûnete kavuştuktan sonra, bu fevkalade hali seyretmiş olan halk, Türk askerlerine:

-" Yanınızda dövüşen yeşil elbiseli, nur yüzlü babayiğit askerler kimlerdi, şimdi onları göremiyoruz" demekten kendilerini olamıyorlardı.

Nihayet Ruslar, Oltaniçe'de müthiş bir hezimete uğrayarak, bin ölüyü geride bırakarak kaçmışlardır.

Yahniler Zaferi
9
3 harbi sırasında Kars cephesinde General Loris Melikov 1877 yılı Eylül’ü sonlarında Rusya'dan gelen yeni takviyeleri de alarak kuvvetlerini 56 tabur, 13 Dragon süvari grubu, 84 sotni ve 30 batarya yapmış, başka bir ifadeyle emrinde 43,000 piyade, 13.000 süvari ve 240 top toplamışdı.

Oysaki Ahmet Muhtar Paşanın kuvvetleri 64 tabur (84.000 piyade), 2.000 süvari, 6.000 atlı milis ve 96 topdu. Bu kuvvetlerin ortalama yarısı Kerhane-Dünyalık bölgesinde seyyar, geri kalanı Küçük Yahni, Kızıl Tepe ve İnalı Tepe arasındaki savunma hattındaydı.

Ruslar, bu dağılımı, esas itibariyle biliyor ve Vezirköyün ele geçirilmesiyle Ahmet Muhtar Paşanın ikmalini yaptığı Kars'la bütün bağlantısının kesileceğini hesaplıyordu. Çünkü aralarından Vezirköye giden ana yolun geçdiği Avliar ve Büyük Yahni Tepeleri çok zayıf kuvvetlerle tutulmuştu.

23 Eylülde Ruslar, Paşayı geriden çevirmek için 5 tabur, 2 istihkâm bölüğü, 2 kazak alayı ve 12 top ayırdılar. Bu harekâtı haber alan Ahmet Muhtar Paşa da 35-36 Eylülde 6 tabur, 3 süvari grubu, 6 top ve birkaç yüz milisi Digorçay boğazında mevzilenmeye yolladı.

Ruslar, Avliar'ı ele geçirmek için iki Yahni tepeleri arasından saldırıya geçmeyi planlamış ve 2 Ekimde erken saatlerde Türklere baskın yapmayı düşünmüşlerdi. Oysaki arazinin güçlükleri ve susuzluk Rusları epey yıprattı, bu yüzden de Türk kuvvetleri taarruzu karşılamak ve hazırlanmak için yeterli zamanı buldular.

Saat sekiz de Rus süvarileri ve piyade kuvvetlerinin bir kısmı geri atıldı. Saat onda Türk süvarileri taarruzu karşılamak ve hazırlanmak için yeterli zamanı buldular. Saat sekizde ateş menziline kadar geriletti.

Rus süvarileri Küçük Yahnideki Türk mevzilerine girebildiyse de ancak çok yorgun ve kırılmış olan kendi piyadesinin geri çekilmesini desteklemekle yetinmek zorunda kalmışdı.

Ertesi gün, öğleden sonra Ahmet Muhtar Paşa Büyük Yahniler yönünde taarruza geçti, buradaki bir kısım Rus mevzilerini ele geçirmeyi başardı. Susuzluk sebebiyle çok zor duruma düşmüş, ileri derecede yorgun, ümitsiz ve korku içinde, büyük kayıplar veren Rus kuvvetlerinin döğüşemiyeceğini anlayan Grand Dük Micheal, geri çekilme emri vermişdir. Bu yüzden Ruslar 4 Ekimde yeniden saldırıya geçememiş, Kurudere-Oğuzlu hattına kadar genel bir geri çekilme yapmışlardır.

Yahniler zaferinden sonra Ahmet Muhtar Paşaya Sultan Abdulhamid Han tarafından "Gazi" unvanı verilmiştir. Bu savaşta Türk kuvvetleri 5.000'e yakın kayıp vermiş, Ahmet Muhtar Paşanın elinde 42 tabur ve 5.000 süvari kalmıştır. Bu zayıf kuvvetler, 15 mil uzunluğunda bir cepheyi tutmak zorundaydılar. Bu durum karşısında Paşa, Alacadağ'daki müstahkem mevkie çekilmeye karar verdi. 

Peşte Zaferi

K
ral Ferdinand, 1542 yazında, senelik haraç vermek karşılığında Macar krallığının kendisine verilmesini teklif ettiyse de bu teklif dikkate alınmadı. Ferdinand, Budin'in bir Türk eyâleti olmasından memnun kalmadığı için Avrupa'da Türk-İslâm tehlikesinden bahsederek propagandaya başladı.

Avusturya, Alman ve diğer Avrupa devletlerinden yüz bin kişilik büyük bir Hıristiyan ordusu, Peşte kalesini kuşattı, müttefik Avrupa ordusuna karşı, Budin beylerbeyi Yahya Paşazade Bâli Bey sekiz bin askerle müdafaada bulundu.

17 Kasım 1542'de İstanbul'dan hemen yola çıkan Kânûnî Sultan Süleyman Han, yolda iken 24 Kasım'da düşmana karşı bir gece taarruzu yapıldı ve Peşte zaferi kazanıldı.

Müttefik Avrupa orduları perişan bir halde kaçarken imha edildi. Düşmandan pek çok esir ve ganimet alındı. Zafer haberini alan Pâdişâh, seferden vazgeçerek Edirne'de kaldı. 

Selanik ve Yanya'nın Fethi
Y
ıldırım Bâyezid Han zamanında fethedilen, fakat fetret devrinde Bizanslılar tarafından geri alınan Selânik'i satın alan Venediklilerle anlaşma imzalanmak için elçiler gelmişti. Sultan Murad Han, Venedikli heyetine:

-" Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bâyezid Han bileğinin kuvvetiyle burasını Rumlar'dan aldı. Eğer Bizans'ın elinde kalsaydı burasını savaşarak da olsa geri alırdım. Fakat siz burası için savaşmadınız. Kendi arzunuzla aradan çekiliniz, yoksa hemen ordumla geliyorum " cevabını verdi.

Bu suretle elçiler geri döndüler. Yine, huzurunda bulunan Bizans elçilerine de:

-" Latinlerin Selanik şehrini terketmemeleri halinde, bunu bildiğim gibi halledeceğime emin olabilirsiniz" diyerek, Selânik'i satmadaki ihanetlerini ifade etti.

1427'de Sırbistan Kralı Stefan Lazaroviç'in ölmesi üzerine, Corc Brankoviç onun yerine geçmişti. Brankoviç, Osmanlı dostu olan Lazaroviç'in siyasetini değiştirerek, gerektiğinde Osmanlılara karşı kendisini müdafaa etmek ve Türk taarruzlarını kuzeye yani Macaristan'a geçirmemek için Alman İmparatoru ve Macaristan Kralı Sigismund'a kendi topraklarından bazı mühim yerler verdi.

Sırbistan işlerinin hallolmasından kısa bir süre sonra da Aradolu'daki birliği tamamlayan Murad Han, Venediklilerden Selânik'i almak için hazırlıklara başladı. 

Venedikliler alelacele mevcut durumun muhafazası için İmparatora müracaat edip onun tavassutunu rica etti. Ancak Osmanlı pâdişâhını Selânık'i alma kararından döndüremediler. Nitekim Murad Han, imparatora ait olsa idi orasını hiçbir vakit zaptetmek istemiyeceğini, fakat Venediklilerin Bizans'ın arazisiyle kendi arasına yerleşmesine de müsâade etmeyeceğini bildirdi.

1430 yılı Şubat ayında hazırlıklarını bitirip büyük bir kuvvetle Selanik seferini başlatan Sultan Murad Han, Mart ayı başlarında kaleyi kuşattı. 

Kuşatmaya karşı Venedikliler bütün güçleriyle kaleyi savunmaya çalıştılar. Israrla hücumlarını sürdüren Sultan Murad Han'ın da ön saflarda katıldığı 29 Mart günü yapılan umûmi hücumda merdivenlerle surlara çıkıldı ve kale kapıları açılarak Selanik tekrar ele geçirildi.

Selânik'in fethinden sonra şehri yeniden iskân etmeye başlayan Sultan Murad Han, fidyelerini ödeyen esirlerin şehirdeki evlerinde oturmalarına müsade edip, Vardar Yenicesi'nden getirttiği bir kısım Türk halkını da şehre yerleştirdi. 

Yapılan imâr çalışmaları sonunda, Selanik, çok geçmeden bir Türk-İslâm şehri haline geldi. Selanik Şehri devletin yıkılışına kadar elden çıkmadan Osmanlı idaresinde kaldı. 

Venedikliler Selânik'in düşmesi üzerine Epir sahillerinde bulunan donanmalarını Gelibolu üzerine gönderip, Boğazlarda Osmanlıların her türlü ticari ve askeri geçişlerini kesmeye yönelik faaliyetlere giriştilerse de netice alamadılar. 

Venedikliler Osmanlı donanması karşısında bozguna uğrayıp geri çekildiler. Bunun üzerine 1430 Temmuz'unda Anadolu beylerbeyi Hamza Bey'le bir anlaşma yapmak zorunda kaldılar. 

Bu anlaşmaya göre Selanik üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini tanıdıkları gibi, Arnavutluk'ta ellerinde bulunan şehirlerle Mora'daki Lepanto (İnebahtı) için haraç vermeyi de kabul ettiler.

1430 senesinin Nisan ayında Murad Han, henüz Selanik'te iken, Osmanlı adaletini duyan ve başlarında bulunan İtalyan Tocco ailesinin kendi aralarındaki iktidar kavgalarından bıkan Yanya halkı, bir heyet göndererek Türk idaresine geçmek istediler. Bunun üzerine Karaca Paşa buraya gönderilerek şehir Osmanlı hâkimiyetine alındı.

Mora'nın Fethi

K

arlofça anlaşmasından beri Osmanlı-Venedik münâsebetleri yine de sakin geçmiyordu. Çünkü Venedikliler Akdeniz'de Osmanlı gemilerine saldırıyorlar ve elde ettikleri her şeyi yağmalıyorlardı. Karlofça anlaşmasıyla Mora yarımadası Venediklilere bırakılmıştı.

Venedikliler, daha fazla toprak koparmak için fırsat kolluyordu. Karadağlıları da isyana teşvik edip, 1714'de ayaklandırdılar.

Bunun üzerine Bosna valisi Ahmed Paşa, maiyetine Bosna-Hersek, Dukagin, Işkodra, Prizren ve Klis sancakları süvarileri verilerek isyanı bastırmaya memur edildi.

Ahmed Paşa, Karadağ'ın sarp arazilerinde yılmadan büyük bir gayretle mücâdele verdi ve âsileri bulundukları yerlerde tesirsiz hâle getirdi.

Karadağ Vladikası ile Belvardiç kardeşler kaçtılar. İsyan bastırıldı ve Karadağ halkı bir daha isyan etmeyeceğine dâir söz verdiler. Bu sözlerini yazılı olarak belgeler imzalayarak da teyid ettiler.

Bu sırada Venediklilerin Rakka valiliğinde vefat eden eski Veziriazam Enişte Hasan Paşa'nın terekesini İstanbul'daki hanımı Hatice Sultan'a götüren gemiyi zaptedip tayfalarını esir etmeleri Osmanlı-Venedik sulhunun sona ermesine sebep oldu.

Ali Paşa çok atılgan, kabiliyetli, dürüst ve hırslı bir vezirdi. Sultan Ahmed Han, Ali Paşa kumandasında Mora üzerine bir sefer düzenledi. İlk önce Barbaros Hayreddin Paşa tarafından alındıktan sonra tekrar Venediklilerin eline geçen İstendil adası Kapdân-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa'nm kumandasındaki donanma tarafından tekrar geri alındı.

Venediklilerin son korsanlık üssü de böylece yok edilmiş oldu. 27 Haziran 1715 tarihinde Korinthos tarafından Mora'ya giren Osmanlı ordusu, başta Torinhos kalesi olmak üzere, Kastel Kalesi, Yunanistan'ın kuzeyi, Egine adası da fethedilerek, Karlofça anlaşmasıyla Venediklilere geçen bütün kaleleri birer birer fethetti.

Venedikliler karşı taarruza geçmek istediyseler de bunda muvaffak olamadılar. Osmanlı donanmasının şiddetli hücumlarına dayanamayarak perişan edildiler. Mora'daki bütün kuvvetlerini toplayıp kaçan Venedikliler, Modon limanında demirlemiş donanmalarının gücüne güvenerek bir manevra yapmak istediler.

Osmanlı donanmasının yaklaşmakta olduğu haberi gelince buradan da kaçtılar. Modon'un ardından Navarin, Koron kaleleri fethedildi. Bu sırada henüz tamamlanmamış olan Girit adasının fethi de tamamlanmış oldu. Hanya Muhafızı Vezir Mehmet Paşa Suda'yı ve Kandiya Muhafızı İzmirli Ali Paşa da diğer kaleleri fethederek Venediklilerin Girit'le bütün alakasını kestiler. 

Venediklileri sulh yoluyla durduramayan Osmanlı, Akdeniz sularını onlara zindan yaparak zaferlerle durdurmuştu. Buralarda fethedilen yerlerin anahtarları Sultan Üçüncü Ahmed Han'a gönderildiği zaman gözyaşları içinde bütün fakirlere ihsanda bulunmuş ve orduya şu hatt-ı hümâyûnu göndermişti:

-" Berhudar olasınız. Yüzünüz ak ve kılıcınız düşman yüzünde keskin ve berrak olup nimet-i celîlem cümlenize helâl olsun"

Rieka Zaferi

S
ultan Abdülazîz Han, tahta cülusunu müteakib, ilan ettiği fermanlarla, hem dahilî, hem de haricî meseleleri yatıştırmaya gayret gösteriyordu. Bu sırada devlet idaresinde bazı değişiklikler yapılmıştı. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa azledilerek, yerine Âlî Paşa, o da azledilerek yerine Keçecizâde Fuad Paşa sadrazam olmuştu.

Alî Paşa'nın azline sebep, devletin hazinesini boş yere sarfetmek ve kendi akrabalarını kayırması, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın azline sebeb de, padişahın kendisine donanmanın bir an evvel takviye edilmesini istemesi üzerine Kıbrıslı'nın bahaneler ileri sürmesi idi.

Karadağ hâdisesinin esas sebebi de yine Rusya'nın buralardaki halkı isyana ve silahlı ayaklanmaya sevketmesi idi.

Daha önce isyan edip Osmanlı ordusunu mağlub ettikleri zaman bir takım imtiyazlar elde eden Karadağlıların başında Nikola Petroviç bulunuyordu. Karadağlı âsiler, Hersek âsilerine katılarak onları desteklediler.

Osmanlı Devleti de Karadağlıların yardımına mâni olmak için Karadağ sınır boylarına bir muhafız gücü ve donanmanın bir filosunu göndermişti.

Hersek isyanı ile Karadağ meselesini tek mesele addeden Bâb-ı âli, Karadağ'dan silahlanmayı durdurup, isyana son vermesini istedi. Karadağ buna red cevabı verince, Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa Karadağ üzerine ve Hersek isyanını bastırmak için sefere çıktı. Bâb-ı âli, bu harekâtı devletlere bir nota vererek duyurdu. Avusturya ve İngiltere bunu makul karşılarken, Fransa bu meselede izahat istedi.

Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa maiyetindeki askerleri ile hududu geçip dört koldan ilerlemeye başladı.

Derviş, Abdi ve Hüseyin Avni Paşaların kumandalarındaki kolların her birine planın tatbikini temin edecek vazifeler vermişti. Bunlardan Hüseyin Avni Paşa Lim nehrini geçerken yenilgiye uğradı. Ama Derviş Paşa'nın çok ustaca bir manevra ile Duga geçidini çevirip düşmanı ablukaya almaya muvaffak olması, ardından Ömer Paşa'nın taarruzu ile Karadağlıların artık hiç bir yerde tutunabilmelerine imkan kalmadı.

Karadağlılar Rieka'da can havli ile son bir hücuma geçmek istedilerse de, şiddetli bir topçu ateşi açan Ömer Paşa Karadağ ordusuna büyük bir darbe indirdi ve kaçmalarını sağladı.

Osmanlı ordusunun kahramanca taarruzundan sonra kazanılan Rieka zaferi üzerine, Avrupa devletleri, Fransa, İngiltere, Avusturya, Rusya ve İtalya devletleri Bâb-ı Ali'ye bir nota vererek harbin durdurulmasını istediler.

Yerköy Zaferi
O
smanlı-Prusya ittifakını haber alan Rusya ve Avusturya devletleri, Osmanlı Devleti ile ayrı ayrı barış imzalamak için teşebbüse geçtiler. Fakat Prusya hükümeti, mevcut ittifaktan bahs ederek sulh anlaşmasına manî oluyordu. Zor durumda kalan Avusturya imparatoru, ne olursa olsun Osmanlı Devleti'ni sulha mecbur etmek için yaz başında bir kaç koldan saldırıya geçti.

Bükreş'te bulunan prens Koburg 30 bin kişilik bir kuvvet ve 70 top ile Yerköyü üzerine yürüyerek kaleyi kuşattı. Yardım gelmesi üzerine kaledeki kuvvetler huruç harekâtı yaptılar ve şiddetli bir muharebeden sonra Avusturya ordusu bozularak kaçtı. Bütün mühimmat ve erzak Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti.

Sadrazam bu başarısından dolayı kale kumandanı Abdullah Paşa'ya vezirlik rütbesi verdi. Yerköyü zaferi, Ramazan bayramına rastladığından İstanbul'da iki bayram birden yapıldı. Bu sıralarda kendi içinde de meselelerle uğraşan Avusturya'yı mutlak bir hezimete uğratmanın yolu açılmış oluyordu.

Esasen Osmanlı Devleti'nin iki cephede birden savaşmasından faydalanarak Avusturya ve Rusya başarı elde ediyorlardı. Tek bir cephede savaşmak durumu olsa ne Rusya ne Avusturya ve ne de bir başka devlet Osmanlı Devleti'ni yenebilirdi.

Aynı anda iki ve üç cephede savaşılırken, diğer taraftan Anadolu'da Iran sınırında karışıklıklar, Mısır'da ve Arabistan'da sıkıntılarla uğraşmak mecburiyetinde kalınıyordu.

İznik'in Fethi
O

rhan Gazi, Pelekanon savaşında Bizans ordusuna karşı kazanılan bu zaferden sonra derhal İznik önlerine döndü. Artık kendisine hiçbir taraftan yardım gelemeyeceğini anlayan İznik tekfuru, Bursa'nın fethinde olduğu gibi, hayatına dokunulmaması ve isteyenlerin serbestçe İstanbul'a gitmeleri şartı ile şehri teslim etmek zorunda kaldı.

 

Osmanlılar tarafından Bursa'nın fethinden sonra halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet, İznik şehrinin tesliminde de aynen uygulandı.

 

Orhan Gazi, halktan arzu edenlerin eşyalarını da alarak İstanbul'a gitmesine müsâade etti. Gitmeyenlerin ise Osmanlı tebeasından olmak ve sadece vergi vermek şartı ile din ve adetlerini muhafaza edebileceklerini bildirdi. İznik muhafızı olan Bizanslı kumandan deniz yolu ile İstanbul'a gittiyse de, halkın çoğu yerinde kaldı.

 

İznik'in fethinden sonra, şehrin en büyük kilisesi olan ve meşhur İznik konsillerinin toplandığı Ayasofya kilisesi camiye çevrildi. Ayrıca şehirde bulunan bir manastırın yerine de medrese inşa edilerek müderrisliğine Dâvûd-i Kayserî tayin edildi.

 

İznik'te geniş çaplı bir imâr faaliyeti başlatıldı. Yenişehir kapısı civarında bir imaret yaptırılıp halkın hizmetine verildi. İznik, kısa bir zaman sonra, Osmanlıların en gelişmiş ve her yönden zengin bir şehri durumuna geldi.

 

İznik, Orhan Gâzi'in hanımı Nilüfer Hâtun'un sürekli yaşadığı ve meşhur seyyah İbn Batuta'yı huzuruna kabul ettiği mühim bir merkezdi. Nilüfer Hâtûn burada bir imaret, oğlu Süleyman Paşa da bir medrese inşa ettirdi. Böylece Bizans'ın mühim şehirlerinden biri olan İznik kısa zamanda bir Türk-İslâm şehri hâlini almaya başladı.

 

Bizans'a karşı yapılacak müdâfaa için bir üs olarak kullanılan İznik'in Orhan Gazi tarafından fethi, Osmanlı tarihinin büyük hâdiselerindendir. Bu sebeple Orhan Gazi, burasının îmâr ve iskânına büyük ihtimam göstermişti.

 

İznik'in Osmanlı hâkimiyetine geçmesinden sonra çevredeki bazı Bizans toprakları fazla direniş göstermeden Osmanlıların eline geçti. Bu arada iyi tahkim edilmiş bir mevki olan Gemlik de 1333’de fethedildi.

 

Gemlik Osman Bey zamanında da Akça Koca ve Kara Timurtaş tarafından muhasara edilmiş ancak ele geçirilememişti. Bu sefer Kara Ali Bey adındaki Osmanlı emirinin hücumlarına karşı koyamayan şehir Osmanlılara teslim oldu.

 

Aynı sene içerisinde Orhangazi kasabası da Türklerin eline geçti. Ertesi sene Gemlik Körfezi'nin kuzey sahilindeki Armutlu alındı.

İzmit'in Fethi

O
smanlılar Bursa'nın fethinden sonra, bir ticâret merkezi olan İzmit'i fethetmek için bu bölgelere akınlara başladılar. İzmit’i fethetmek gayesi ile Kocaeli yarımadasının fethi için gönderilen Akça Koca ile Konur Alp, çevresindeki birçok kale ve köyleri fethederek İzmit kalesi önlerine kadar geldiler. Hatta bu emirlerden Akça Koca, bugün kendi ismi ile anılan Kocaeli bölgesini fethetikten sonra İzmit'i de muhasara etmiş, ancak 1328 yılında vefatı üzerine bu teşebbüs yarım kalmıştı.

 

Akça Koca’nın vefatından sonra İzmit çevresindeki bazı yerler tekrar Bizans hâkimiyetine geçmişti.

 

İznik'in alınmasından bir sene sonra İzmit yeniden muhasara edildi. Orhan Gâzi'nin idare ettiği bu muhasarayı haber alan Bizans imparatoru III. Andronikos'un, İzmit'e yardıma gelmesi üzerine Orhan Gazi kuşatmayı kaldırdı ve İmparatorla anlaşmak yoluna gitti.

 

Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru arasındaki ilk diplomatik münasebet olan bu anlaşmaya göre; Bizanslılar İzmit ve çevresindeki yerler için Osmanlılara yıllık 120 bin altın ödemeye razı oldular.

 

1333 senesinde, Bitinya'nın zahire anbarı ve cephesi olan Gemlik fethedildi. Daha sonra Armutlu ve Anahor bölgelerini ele geçiren Osmanlılar böylece İzmit dışında kalan bütün Marmara sahillerine hâkim oldular. Ayrıca İznik'in fethinden sonra Osmanlıların âdilâne davranışlarını gören İzmit civarındaki bazı yerler karşı koymadan teslim oluyorlardı.

 

Orhan Gazi ve oğlu Süleyman Paşa'nın halka iyi muamele etmeleri neticesinde, Taraklı Yenicesi, Göynük ve Mudurnu savaşılmadan ele geçirildi.

 

Osmanlı kuvvetleri, Bizans İmparatoru ile yapılan anlaşmadan 3 yıl sonra İzmit'i yeniden kuşattılar.

 

Bizans, her fırsatta Osmanlı beyliğini ortadan kaldırmak istiyordu. Osmanlılar Bizans kalelerini, sebepsiz yere kuşatmıyorlardı. Bu sırada kale muhafızı Paleologos hanedanından Yuannis, şehrin idaresini kardeşi Prenses Marika'ya bırakarak İzmit yakınlarında bulunan Koyunhisar kalesine kaçtı.

 

Orhan Gazi ve beraberindekiler İzmit'i kuşatmaya devam ederken Aykut Alp ve Kara Ali Bey emrindeki kuvvetler Koyunhisar kalesi üzerine gittiler. Burayı fethettikten sonra savaşta ölen Yuannis'in başını İzmit önüne getirdiler. Kardeşinin kesik başını gören Prenses Marika serbest bırakılması ve İstanbul'a gönderilmesi şartıyla şehri Orhan Gâzi'ye teslim etti.

 

Osmanlılar Bursa ve İznik kalelerinin fethinde olduğu gibi burada da anlaşma şartlarına riayet ettiler ve hiç kimsenin canına ve malına dokunmadılar. Prenses Marika, maiyetiyle birlikte gemiye binerek İstanbul'a gitti.

 

İzmit'in fethi ile Kocaeli yarımadası Osmanlıların eline geçmiş oluyordu. Yalnız Şile'den Üsküdar'a kadar olan Karadeniz kıyıları ile Amasra, Bizans'ın elinde idi. Ancak, bu bölgeler, Osmanlılara tehlike oluşturamayacak kadar dağınık bölgelerdi.

Bursa, İznik ve İzmit'in fethinden sonra Osmanlılar, Batı Anadolu'daki Türk beyliklerinin en güçlüsü haline gelmiş oldular. Orhan Gazi, İzmit ve çevresinin idaresini oğlu Süleyman Paşa'ya bırakarak Bursa'ya döndü.

 

Böylece Bizans tekfurları, senelerdir her fırsatta yok etmek istedikleri bu küçük Osmanlı Beyliği'nin büyümesini kolaylaştırdılar.

Kürican Zaferi ve Hemedan'ın Fethi

B
irinci Mahmud Han doğu'da İran ile Üçüncü Ahmed Hân devrinden beri devam eden hadiselere son vermek istedi. İran Şahı Tahmasb'ın andlaşma imzalamak üzere müzakereler yapılırken bile Osmanlı ülkesine taarruzu, üçüncü Ahmed Hân'ı bizzat sefere çıkmaya sevk etmişti.

Osmanlı Sultanının Anadolu'ya geçmesiyle, Patrona Halil isyanı patlak vermiş, Osmanlılar çok zarar görmüştü. Bunu değerlendiren Şâh Tahmasb Safevî, Mahmud Hân'ın tahta geçmesiyle, İstanbul'a gelen İran elçi hey'eti ile andlaşma için şartlar ileri sürdü. Andlaşma müracaatının ardından yeniden taarruza geçen Safevî kuvvetlerine karşı, Osmanlı kuvvetleri de Irak ve Azerbaycan mevkıılerinden karşı taarruza geçtiler.

Irak cephesinde Serasker vezir Ahmed Paşa'nın karşı harekâtına mukavemet edemeyen İran kuvvetleri geri çekildiler. 30 Temmuz 1731'de Kirmanşâh tekrar zap-tedilip, oradan Hemedan üzerine hareket edildi.

Osmanlı harekâtını haber alan Şâh Tahmasb, Kazvin'e geldi. Safevi Şahı üzerine gönderilen Amasya Mutasarrıfı Selim Paşa, sekiz bin süvari ile bölgeye gelip, Hemedan'a kadar ilerledi. Şah Tahmasb Safevi zor duruma düşünce; Osmanlılar ile tekrar anlaşma istedi. Teklife cevap verildiyse de, ihtiyaten de hazırlıklı olundu.

İran Şahı, samimiyetsizce; kırkbin kişilik kuvvet, yirmi balyemez ve beş şahî, ikiyüz zenberek topu ile, 15 Eylül 1731 tarihinde aniden Hemedan, yakınlarındaki Osmanlı kuvvetlerine karşı cephe aldı. Kürican sahrasında meydana gelen muharebede İran kuvvetleri bozguna uğratıldı. Şâh Tahmasb Safevi, maiyyeti ile kaçmak suretiyle canını kurtarabildi.

İran Ordusundaki yirmibin yayanın hepsi, yirmibin süvarinin de üçte ikisi ile ordu kumandanlarından Kaznin, Şiraz hânları ve vekilleri öldürüldü. Bol miktarda harp malzemesi ve ganimet ele geçirildi.

16 Eylül 1731 Kürican Zaferi'nden sonra Osmanlı kuvvetleri Hemedan'ı zapt etti.

Irak seraskeri Ahmet Paşa, Sadık Ağa kumandasında İsfahan'a kuvvet sevk etti. Sadık Ağa askeri mevkileri tahrip ederek, Safeviler'in taarruz ümidini kırdı. Şâh Tahmasb, tekrar anlaşma teklif etti.

Azerbaycan harekâtına memur edilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa, 15 Kasım 1731'de Rumiye'yi teslim aldıktan sonra, 4 Aralık 1731'de Tebriz zabt olundu.

Şah Tahmasb, tekrar Revan'a geldi. Osmanlı seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa, Revan Muharebesi'nde Şahı mağlup ederek, İran ordusunun bütün harb malzemeleri ile şahın Rikâbdar basısı esir alınıp, İstanbul'a gönderildi.

Şah Tahmasb'ın isteği ile sulh görüşmeleri başlatıldı.

10 Ocak 1732 tarihli Ahmed Paşa Andlaşmasına göre; Araş Nehri, Osmanlı-Safevi tabii hudutu kesildi.

Revan, Gence, Nahcivan, Bitlis, Şirvan, Şamahi, Dağıstan, Kaht, Karteli, Osmanlılar'a, Tebriz, Kirmanşah, Hemadan, Luristan, Erdelan eyaletleri ve Huveyze aşireti İran'a bırakıldı. Zafer Osmanlıların olmasına rağmen, andlaşmadan fazla kazançlı çıkılmadı. Andlaşma sonrasında Safeviler'de hoşnutsuzluk çıktı. Şah Tahmasb tahttan indirilerek, yerine beşikteki oğlu Abbas hükümdar ilân edildi.

Hükümdar vekili Nadir Hân, Irak taraflarına önce adamları vasıtasıyla kuvvet ve bozguncular gönderip, Osmanlılar aleyhinde propaganda yaptırdı.

Antakya'nın Fethi

1
082 senesinde Selçuklu Sultanı Süleyman Şah, kendisinden barış isteyen Bizans İmparatoru Aleksios'un teklifini kabul etti ve anlaşma yapıldı. Kocaeli yarımadasındaki Dragos çayı iki memleket arasında sınır kabul edildi. Ayrıca Süleyman Şah bundan sonra imparatora "başı sıkıştığı zaman" yardım edecekti.

Süleyman Şah Antakya'yı fethe karar verdi ve yeter miktarda kuvvetle, kimseye sezdirmeden, yalnız geceleri yürüyerek on iki gün içinde Antakya'ya geldi. Sessizce 280 kişiyi surlara çıkardı. Muhafızlar şaşırdılar. Ermenilerden son derece nefret eden halk, karşı koymamak için iç kaleye çekildi. 

Ertesi gün beliren küçük direniş Muncukoğlu kumandasındaki imdat kuvvetleri sayesinde kırıldı; Bizans'ın Suriye'deki son Hıristiyan kalesi olan bu mühim şehir aralık ayında feth edildi. Süleyman Şah, bütün İslâm kumandanları gibi halka iyi davrandı, genel af ilan etti, esirleri serbest bıraktı, milletin malına el sürmedi. Meşhur Kısiyan kilisesi camie çevrilerek yüz yirmi müezzinin aynı anda okuduğu ezandan sonra ilk Cuma namazı kılındı. 

Süleyman Şah, Antakya'ya bağlı bulunan Ayıntab (Antep), Artah, Bağras, İskenderun, Süveydiye ve diğer kasaba ve kaleleri birer birer aldı. Sonra başarılarını12 Ocak 1085’de  "Büyük Sultan"a müjdeledi. Sultan Melikşah'ı çok memnun eden bu zaferler, bütün İslâm ülkelerinde heyecanla kutlanmıştır.

Yıl 1087. Elbistan, Hani, Göksün, Keysun ve Maraş, Poltaci (veya Baltacı) Bey tarafından feth edilmiştir.

Harput, Eğin, Arapkir, Çemişkezek ve Hanzid (bugünkü Palu-Genç bölgesinde) Çubuk Bey tarafından alınmıştır.

Abvar Zaferi ve Tebriz'in Fethi

K
afkas Fatih’i Özdemiroğlu Osman Paşa, bir "Harp Adamı" idi... Gâzâ ve Cihâd O'nun, aslî tabiatı haline gelmişti. Veziriazam olduktan sonra, Pâyitaht'da ancak 3 ay 17 gün oturabildi. O kadar müddet de harp hazırlıkları içinde geçmişti. 15 Ekim 1584'ti İstanbul’dan ayrıldı. İstanbullular kendisini "büyük tezahüratla" uğurladılar. Bütün Serdârlar’a böyle "içten" davranmazlardı.

 

Osman Paşa 18 Aralıkta, Kastamonu’ya çıktı. Kaptân’ı Derya Kılıç Ali Paşa ise, denizden Sinop’a vardı. "Kırım" meselesini halleden Özdemiroğlu, baharla birlikte "İran Cephesine" hareket etti. Maiyyetinde 12 Beylerbeyi 50 Sancakbeyi mevcuttu.

 

Ancak Koca Özdemiroğlu, 30 yıllık atı "Kara Kaytas"a binemiyordu. Sıhhati bozulmuştu. "Tahtırevan"la yol alıyordu!.. Yemen ve Habeşistan bölgelerinde, sıcak iklime alışmıştı. Sonra da "soğuk" Azerbaycan’da, 6 yıl görev yapınca, sağlığı bozulmuştu...

 

7 Eylül 1585'te meşhur "Çaldıran" Sahrasına geldiler. Yavuz Sultan Selim Hân hazretleri, büyük zaferini 71 yıl önce burada kazanmıştı. Bütün şehîdlerin ve Gazilerin ruhlarına Yasinler, Fatihalar okuyarak ilerlediler...

 

Osman Gazi devletinin Osman Paşası, yol boyunca sayıklıyordu:

- Kandesin Tebriz!.. Nerdesin Tebriz!...

 

Nihayet 20 Eylülde "Tebriz" göründü. Özdemiroğlu, rahat bir nefes aldı. Burayı fethetmeden ölmek istemiyordu.

 

Şah, şehri terketmişti. Zaten âmâ idi ve oğlu Mirza, onun yerine dövüşecekti.

 

21 Eylülde "Abvâr Meydan Savaş”ını, Osman Paşa kazandı. 22 Eylülde Tebriz feth edildi.

 

24 Eylül Cum'a günü Hutbe, Osmanlı Sultanı adına okundu. Özdemiroğlu son arzusuna kavuşmuş, Koca Yavuz’dan 71 yıl 9 gün sonra bu camide hutbe okutmuştu...

 

Mühim anlarda, mühim adamlar iş başına getirilir. Zaten onlar, ancak böyle zamanlarda görev kabul ederler. Vazifelerini yaptıktan sonra, tekrar köşelerine çekilirler.

 

Osman Paşa, pek kıymetli bir Devlet adamıydı. Babası Özdemir Paşa, San'a Fâtihi; anası ise, Halife soyundan geliyordu.

 

Orduyu Hümâyün'la birlikte 29 Ekim 1585'de Tebriz'den İstanbul'a hareket etti.

Tebriz’de kalan askercikleri ağlıyorlardı. Çünkü bir daha O'nu, göremiyecekleri belli idi. Hepsiyle teker teker helâllaştı.

 

Bütün servetini, "Allah rızası için savaşan" (Peygamber Ocağı) erlerine taksim etti. 10 milyon Akça tutan bu meblağ, sadece Gazalarda elde ettiği kendi hissesi değil; babasından kalan büyük mirası da kaplıyordu. Hayatta olan anacağı, hanımı ve tek kızına; sadece istanbul'da oturdukları evi bıraktı.

29/30 Ekim 1585 gecesi; "Gazi" Özdemiroğlu Osman Paşa son nefesini verirken, son sözlerini söyledi. “La ilahe illallah... Muhammed'ün resûlullah...”

 

Vasiyyeti üzerine, 30 yıllık Atı "Kara Kaytas"la, Diyarıbekr'e götürüldü. Türbesine defnedildi.

Banyaluka Zaferi

R
us seferlerine çıkan Serdar-ı Ekrem Seyyid Mehmed Paşa'nın kumandasındaki Osmanlı ordusunun karşısında Çarlık Rusyası'nın dayanamayacağını bilen Avusturya; 12 Temmuz 1737'de Osmanlı Devleti'ne harb ilân etti.

 

Rusya'nın imdadına yetişmek isteyen Avusturya, Bosna, Eflâk ve Sırbistan istikametinde üç büyük ordu sevk etti. 27 Temmuz'da Niş kalesini zapt edip, ileri harekâta devam ettiler. Bosna Cephesinde Banyaluka'ya kadar ilerleyip, kuşatma yaptılar.

 

Bosna Valisi Hekimoğlu Ali Paşa Banyaluka'ya derhal asker sevk edip, Avusturyalıları bozguna uğratarak kuşatmayı kaldırttı. Banyaluka Zaferi, Avusturyalılar'ı çok korkutup, bütün cephelerde bozulmalarına sebep oldu.

 

Sırbistan cephesinde, Rumeli Beğlerbeği Köprülüzade Ahmed Paşa Niş dahil bölgeden düşmanı attı. Osmanlılar'ın Avusturya cephesindeki zaferlerinden korkan Rusya, Kırım'dan çekilişinin ardından, Azak Denizi'ndeki donanmasını, Türkler'in eline geçmemesi için yaktı.

 

19 Aralık 1737 tarihinde Vezir-i azam tayin edilen Yeğen Mehmed Paşa, 1738'de Belgrad ve Tamuşvar kalelerini tekrar zapt etmek gayesiyle sefere çıktı. Muradiye kuşatmadan kurtarılarak, 15 Ağustos 1738'de Orsora kalesi fethedildi.

 

Belgrad Kalesi civarındaki düşman taarruzu durdurularak kuvvetleri imha edildi. 1738 tarihinde Ruslar'da Avusturyalılar gibi bozgundan bozguna uğratıldı. 1739'daki 22 Temmuz Hisarcık, 19 Ağustos Hotin zaferleri ardından Osmanlı Devleti ile baş edemeyeceğini anlayan Avusturya ve Rusya; batılı ve doğulu devletleri araya koyarak anlaşmak istedi.

 

Felemenk (Hollanda), Fransa, İngiltere ve İran elçileri vasıtasıyla 18 Eylül 1739 tarihinde Avusturya ve Rusya ile Belgrad Andlaşması imzalandı.

 

 

 

Tiflis'in Fethi

O
rduyu Hümâyûn, 1578’in 1 Temmuz günü Erzurum’un cinis köyünde Ordugâh kurdu... Serdâr, Lala Mustafa Paşa; Muavini (Kurmay Başkanı), Özdemiroğlu Osman Paşa idiler. Üç yıl önce "fevkalâde" elçi olarak, Derseadet'e hediyeler getiren Tokmak Han, şimdi karşılarında idi. İran Ordularının, Azerbaycan Başkomutanı olmuştu. Osmanlı harekâtını durdurmak için, Kars civarında Çıldır'a geldi.

 

Serdâr, Tokmak Hânla çarpışma görevini; Osman Paşa'ya verdi. Çünkü Özdemiroğlu, kendisinden daha iyi "kumandan" idi. (Böyle bir Ordu yenilebilir mi? Emâneti ehline veren bir kumandan, mağlûb olur mu?...)

 

Müslüman-Türk Ordusu ilerledikçe, birçok Safevî Kalesi de ele geçiriliyordu.

Özdemiroğlu'nun maiyyetinde; Erzurum, Dulkadir, Diyarıbekir Beylerbeyleri bulunuyordu.

 

Ardahan Sancakbeyi ile Bayburt Alaybeyi de, "öncülük" yapıyorlardı.

Safevîler "Çıldır"da, çıldırmak üzere idiler. Çünkü biliyorlardı ki, bu savaş kaybedilirse, "Kafkasya" Osmanlı olacaktı.

 

Osman Gâzi'nin adaşı Osman Paşa'nın oyalanacak vakti yoktu. Türklerin "zafer ayı" Ağustosun 9. günü, Tokman Hân, Osmanlı tokmağını yedi. Beşbinden fazla ölü vererek "muharebe" meydanını perişan terketti.

 

Bu zafer üzerine Gürcistan Kralı Davit memleketini terketti... İran’a kaçtı. Gürcüler o zaman Ortodoks olup, İran’a tâbi idiler. Başkentleri Tiflis idi. Bu şehir şimdiye kadar, Osmanlı hâkimiyetine alınamamıştı.

 

Kralları kaçan Tiflisliler, Taht Şehri'nin kapılarını; Özdemiroğlu Gaziler'ine sonuna kadar açtılar.

 

29 Ağustos 1578 günü Cuma Hutbesi, "Edirne Selîmiyesi" hatibi (Vâlihâ Efendi) tarafından okunmuş ve III. Murad Hân’a dua edilmiştir.

 

Tiflis, Özdemiroğlu'nun ilk Kafkas hediyesidir.

Kırbova (Adbina) Zaferi

B
alkanlardaki akınlar sırasında Yakup Paşa, Triesta'nın bulunduğu İstirya yarımadasını, büyük bir tazyik altında tutuyordu. Fakat, buradan dönüşte Sadbar kenarında boğazın ağaçlar ve taşlarla kapatılmış olduğunu gördü. Düşman ordusunun başında Derengezeni vardı. Yakup Paşa, şartlar aleyhinde olmasına rağmen muharebeye girmekten çekinmedi. Bir taraftan düşmanı oyalarken, diğer taraftan da yolu üzerindeki ağaçları kestirdi. Boğazdan kurtuldu ve serbest hareket imkânı buldu.


Yakup Paşa, 9 Eylül 1493 senesinde Kırbova'da düşman ordusu ile muharebeye tutuştu. Osmanlı askerleri şiddetli bir taarruzdan sonra düşmanı bozdu ve 6 bine yakın Macar askerini muharebe meydanında öldürdü. 2500 esir alındı. Savaş Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle neticelendi

Bu zafer Sultan Bâyezid Han'ı fevkalâde memnun etti ve Yakup Paşa'yı Rumeli Beylerbeyliğine tayin etti. Değer bir akıncı kumandanı olan Yakup Paşa, aynı zamanda da şairliği de vardı. Kırbova zaferini bir zafernâme ile nazmetmiştir . Bu zafernâmenin bazı beyitleri şöyledir:

Buluştuk düşmana çün "Kırbova"da 
Nida erişti kim kır bu arada 
Hak emriyle ettim bir gaza kim 
Murad Hân etti ancak Kosova'da 
Ururduk kâfirin boynuna şemşîr 
Melekler bağlayıp saflar hevâdâ

Osmanlı akıncıları 1496'da Dalmaçya'ya girerek Auber laybah şehrine kadar ilerlediler. Işkodra Beyi Firuz Bey de etrafta bulunan yerleri itaat altına alıyordu. Buralarda Venedik ile çıkan anlaşmazlıklar neticesinde muharebeler başlamıştı.

Edirne'nin Fethi

A
 nadolu'daki işleri yoluna koyan Sultan Birinci Murad Han, Bizans'ın yaptıklarına seyirci kalmayacağını gösterdi. Rumeli'ye geçer geçmez derhal faaliyete başladı. 

İlk olarak Rumeli fütuhatı sırasında askeri ehemmiyeti büyük olan Edirne'yi fethe karar verdi. Bundan dolayı Edirne'nin gerisini emniyet altında bulundurmak ve İstanbul tarafından gelecek bir Bizans taarruzuna manî olmak için Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski ve Lüleburgaz'ı fethederek, Anadolu'dan Türk göçmenler getirip bölgeye yerleştirdi.

Sultan Murad Han'ın bütün kumandanları davetiyle, Lüleburgaz'da toplanan bir harp meclisinde alınan karar üzerine Lala Şahin Paşa mühim bir kuvvetle Edirne'ye gönderildi.

Bulgarların Rumlara yardım etmeleri ihtimaline karşı sağ koldan Karadeniz sahiline doğru ilerleyen bir kısım kuvvetler, Kırklareli'ni ele geçirip o kısmı tuttular. Diğer taraftan Serez ve Drama taraflarında bulunan Sırpların da müdahaleleri düşünülerek, sol kola memur edilen Evrenos Bey kuvvetleri de Dimetoka'nın batısına doğru sevkedilerek müdafaa tertibatı aldılar.

Nihayet Babaeski ve Pınarhisar arasında Sazlıdere mevkiine gelmiş olan Rum ve Bulgar kuvvetleri ile yapılan meydan muharebesinde düşman bozuldu ve Edirne fethedildi (1363)121.

Sultan Murad Han, Edirne'nin işlerini yoluna koyduktan sonra, Dimetoka'ya giderek, bir müddet burayı kendisine karargâh yaptı. Lala Şahin Paşa'yı kuzeyde Filibe ve Zağra taraflarına sevk etti. Evrenos Beyi de Batı Trakya'ya Gümülcine'nin fethine memur etti. 

Edirne'nin fethinden sonra, kısa sürede Filibe ve Gümülcine ile o havalideki bazı yerlerin Osmanlıların eline geçmesi; Bizans, Bulgar ve Makedonya'daki Sırpların birbirleriyle irtibatını kesmişti. Bundan dolayı Filibe ve Edirne'nin geri alınmasını zaruri gören Balkan devletleri, hazırlığa başladılar.

Düşmanın er geç toplu olarak üzerine geleceğini anlayan Murad Han fethedilen yerlerde müslüman nüfûsunun artmasını sağladı. 

Osmanlıların âdil idaresinden memnun olan hıristiyan ahaliden beklediği yardımı göremeyen Bizans, bir sene sonra Osmanlı Devleti'yle anlaşıp fütuhatını tanımak mecburiyetinde kaldı. Ayrıca bu bölgeleri geri almak için herhangi bir harekâta girişmemeyi, Osmanlıların yapacakları herhangi bir harekâtta onlara yardım etmeyi de taahhüd ediyordu.

Budin Zaferi

M
ohaç savaşı o derece parlak ve şanlı bir zaferle neticelenmişti ki, zafer üzerine Pâdişâh Kânûnî Sultan Süleyman Han: 
 
-" Artık burada durulmaz Budin'e varalım" emrini vererek ordusunu kaçabilenleri takible birlikte Budin'e doğru harekete geçirmişti. Macaristan'ın tamamen elde edilmesi için Osmanlı ordusu harekete geçince, Budin'de bulunan kraliçe Marie acele ile memleketini terkederek Budin'i idaresiz bıraktı. Şehrin anahtarlarını da Kânûnî Sultan Süleyman Han'a Foeldward kasabasında takdim ettiler.
 
Kânûnî Sultan Süleyman Han, halkın can ve malına dokunulmaması ve isteyenin burada kalabileceğini bildiren fermanını şehir ahalisine gönderdi ve kendisi de ordusuyla buraya geldi. Kânûnî Sultan Süleyman Han, kurban bayramını burada geçirdi. Böylece Macaristan'ın başşehri Budin Osmanlı idaresine girmiş oldu.
 
Kânûnî Sultan Süleyman Han, Budin'in idaresini tanzim ettikten sonra, Peşte'de Macar asilzadelerinden pek çoğunu huzuruna kabul ederek, onları çeşitli vazifelere ta'yîn etti.
 
Budin'in de alınması ile, Osmanlı Devleti Almanya'ya sınır oldu. Kânûnî Sultan Süleyman Han, bu sırada Erdel voyvodası Zapolyayı Osmanlı Devleti'ne tâbi kralı ve Erdel prensi ilân etti.
 
Kânûnî Sultan Süleyman Han, 24 Eylül'de Budin'den harekete geçerek yol üzerinde bulunan Segedin şehri, Baç kasabası alınarak 12 Ekim'de Belgrad'a gelindi. Burada bir takım icrââtta bulunan Sultan, 13 Kasım 1526'da İstanbul'a döndü.
Boğdan Zaferleri

Boğdan zaferi (I)

F
âtih Sultan Mehmed Han, ordusu ile 1476 baharında Boğdan topraklarına girdi. Üç yüz gemiden müteşekkil donanma da Boğdan sahillerini top atışları ile vurdu. 26 Temmuz 1476 günü Osmanlı ordusu Akdere mevkiinde Boğdan kuvvetleri ile karşılaştı. Yapılan muharebede, voyvodanın kuvvetleri tamamen yok edildi. 

Voyvoda Dördüncü Stefan güçlükle hayatını kurtardı. Boğdan ordusunda Leh ve Macar kuvvetleri de vardı. Bunların açtığı top ateşinden yeniçeri askerleri yere yatınca, Fâtih Sultan Mehmed Han, atı ile ileri atıldı. Bunu gören yeniçeriler de hücuma geçti ve düşman ağır şekilde mağlup edildi. Böylece Boğdan da Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Fâtih Sultan Mehmed Han, daha sonra da bu küçük devleti himaye eden Lehistan'a (Polonya'ya) gözdağı vermek için Hotin kalesini kuşattı. Böylece ilk defa muntazam bir Türk ordusu Lehistan'a girmiş oldu.

Boğdan Zaferi (II)

Sultan Selim Hân'ın son yıllarında, babası zamanında 1545'de Osmanlı hâkimiyetine alınan Boğdan prensliği; Almanya imparatorluğu, Lehistan krallığı ve diğer Hıristiyan devletlerin teşvik ve yardımlarıyla İoan cel Cumplit başkanlığında isyana teşebbüs ettiler. İoan, kırkbin kişi civârında asker ve seksen top ile harekete geçip, İbrail, Bender ve Akkerman kalelerini zabt etti. İsyan üzerine vezir Ahmed Paşa bölgeye gönderildi. 

Ahmed Paşa'ya Kırım Hân'ı Adil Giray da yardım edip, 9 Ekim 1574 tarihinde Boğdan zaferi kazanıldı. Boğdan zaferiyle, bölge tekrar Osmanlı hâkimiyetine alınıp, haraç miktarı arttırılarak, Petro Şiopul voyvodalığa tayin edildi.

Eğriboz Adası'nın Fethi
Y
eni ilhak edilmiş olan Mora ve Yunan sahilleri ile Anadolu sahilleri arasında gidip gelen Türk gemilerinin yolları üzerinde bulunan Eğriboz adası, Venediklilerin Ege üzerinde en mühim üslerinden birisini teşkil etmekte idi. Mora sahillerinde bulunan ve henüz Venediklilerin elinde olan bir takım şehirlerin güvenliği bakımından pek mühim olan Eğriboz, aynı zamanda Türk sahillerine ve denizlerde dolaşan Türk gemilerine saldıran hıristiyan korsan gemileri ile Venedik donanmasının sığındığı bir yerdi.

Eğriboz, Venediklilerin elinde kaldıkça, bu bölgede seyahat eden Türk gemicilerinin ve hatta ada civarında bulunan Türk topraklarının emniyet altında bulunması imkansız idi. Bütün bunları dikkate alan Osmanlı pâdişâhı, Venedik donanmasının adalarda ve Enez'de yaptığı tahribata karşılık olmak üzere Ege denizinde Türk topraklarına çok yakın ve onların ileri karakolu sayılan bu adayı almak için hazırlıklara başladı.

Nitekim eski sadrazam Mahmud Paşa'nın idâresi altında büyük bir donanma 1470'de Gelibolu'dan hareket ederek yol üzerindeki Şıra adasını zaptettikden sonra Eğriboz'u kuşattı. Öte taraftan bizzat Fâtih Sultan Mehmed Han da 70-100 bin kişilik bir kuvvetle karadan Eğriboz karşısına gelmişti.

Adanın karaya en yakın olan yeri üzerine gemilerini toplayan Fâtih Sultan Mehmed Han, üç gün geceli gündüzlü çalışmak suretiyle kara ile adayı birbirine bağlayan bir köprü inşa ettirdi. Bu suretle adaya yaya ve atlılardan başka top da nakledildi. Pâdişâh da bu köprüden geçerek surlara yakın bir yerde çadırını kurdurdu. Bu sırada Venedik donanmasının kalenin imdadına geldiği haberi alındı.

Fâtih Sultan Mehmed Han, bunun üzerine İstanbul ve Belgrad'da olduğu gibi gemilerden bir kısmını karadan yürüterek kalenin arka tarafına indirdi. Venedik donanmasının yolunu kesti. Nitekim Venedik donanması geldiğinde karadan da denizden de kaleye zorunda kaldı. Bununla beraber Venedik amirali Nicolas Canale, Türklerin kurmuş oldukları köprüye hücum etti. Fakat bir netice alamadı. Bu durum üzerine Venedik donanması bütün kuvvetiyle limana girerek Türk donanmasına saldırdı. Top, tüfek ve oklarla yapılan bu müthiş savaşta Venedikliler ağır bir hezimete uğradı.

Kaptan Zuan Longo ve Zuan Tran dâhil olmak üzere bir çok Venedikli öldürüldüğü gibi, gemilerinin büyük bir kısmı da batırıldı. Venedik donanmasının bu bozgununa rağmen kaledekiler büyük bir iştiyakla müdafaaya devam ettiler.

Nihayet yirmi güne yakın bir muhasaradan sonra 11 Temmuz 1470 Çarşamba günü gecesi başlayan hücum sabaha kadar sürdü ve 12 Temmuz Perşembe günü sabahleyin ada bütünüyle Osmanlı hâkimiyeti altına alınmış oldu. Uzakta bekleyen Venedik donanması kale burçlarında Osmanlı bayraklarının dalgalandığını görür görmez kalenin düştüğünü yakın adalara bildirmek üzere bir gemilerini ateşledi ve ada civarından uzaklaştılar.

Han-Yunus Zaferi
M
ısır'ı idare edenler elden çıkan yerlerin geri alınması maksadıyla savaşa karar verdiler. Mercidâbık savaşından canını kurtararak kaçma başarısı gösteren Canbirdi Gazâlî, beş bin kadar Çerkeş savaşçısıyla Gazze'ye gönderildi. Canbirdi Gazâlî kuvvetleri Gazze yönünde yürüyerek El-Âşir'e geldiği zaman, Sadrazam Sinan Paşa ve oğlu îsâoglu Mehmed Bey'in kuvvetlerinin Remle denilen yerde beklediği öğrenildi.

Osmanlı ve Mısır kuvvetleri Han-Yunus denilen yerde karşı karşıya geldiler. Osmanlı târihinde ilk Gazze savaşı burada yapıldı.

Sadrazam Sinan Paşa, dinlenmeden, toparlanmadan düşmana taarruz ederek hepsini yok etmek maksadıyla baskına karar verdi. Etrafa Şam'a döneceği haberini yaydı. Karanlık bir gecede Remle'den çıkarak Şam'a doğru yürüyüşe geçti. Bir süre yürüdükten sonra, yön değiştirerek Han Yunus'a döndü. Burada Çerkes-Kölemenliler ile karşı karşıya gelindi.

Osmanlı kuvvetleri hemen savaş düzenine geçirildi. Sağ yanda Teke beyi Ferhat Bey'in kuvvetleri, ortada Sadrazam Sinan Paşa, sipahiler ve yeniçeriler, sol yanda Gazze Beylerbeyi Mehmed Bey yerlerini aldılar. Bir tabur kadar da toplar mevzilendirilmiş ateşe hazır bulunuyorlardı.

Mısır kuvvetleri ise; sağ yanda Gazi Bey ve kuvvetleri, ortada Canbirdi ve kuvvetleri, sol yanda da İskenderiye Beyi Hüdâberdi Bey ve kuvvetleri yerlerini aldılar (21 Aralık 1516).

Topçu ateşi desteğinde taarruza ilk defa Osmanlı kuvvetleri başladı. Bu ilk taarruzda Osmanlı kuvvetleri başarılı oldular, Mısırlılar karşı koyamadılar, geride bir geçide doğru çekilmeye başladılar. Ve geçidi tuttular. Maksatları Osmanlı kuvvetlerini üzerlerine çekmek burada sıkıştırmak ve yok etmekti.

Durumu çok iyi gören ve kavrayan Sinan Paşa, karşı tarafın bu hilesini boşa çıkarmak için, yeniçerilerle diğer yayaları, boğazın açığından ve iki tarafından ilerletti. Osmanlı kuvvetleri boğazı aşıncaya kadar bu kuvvetler Mısır kuvvetlerini ok yağmuruna tuttular. Bir yandan da tüfek ateşleriyle on­ları kıpırdatmadılar. Topçunun da ateşleri karşısında burada hareketsiz kalıp, kıpırdayamayan Mısır kuvvetleri, çareyi çekilmede buldular ve daha geri­lere gittiler. Bu suretle açığa çıkmak zorunda kaldılar. Bu sırada Sinan Paşa kuvvetleri, düşmanın ensesinde sıkı bir takiple yakalarını bırakmadı.

Son durumda Han Yunus civarında iki taraf da yeniden toparlanarak karşı karşıya geldiler. Aynı zamanda iki taraf da taarruza geçtiler. Karşılıklı çarpışmalar akşama kadar devam etti. Her iki taraf inatla, boğuşuyor bütün savaş ustalıklarını gösteriyordu. Osmanlı topçularının şiddetli ateşi semeresini veriyor, Mısır kuvvetleri dağılıyordu. Savaş alanı ölülerle dolmaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayan Çerkeş Memlûkleri, canlarını kurtarmak için çöle doğru kaçmaya başladılar. Reisleri de arkasına bile bakmadan kaçtı ve ca­nını zor kurtarabildi.

Savaşa giren Mısır kuvvetinin ancak onda biri kaçabilmiş, kalanı da ya ölmüş ya da esir edilmişti. Ölenler arasında kumandanlar da vardı. Mısırlılar, savaş alanında çok miktarda ganîmet bırakmışlar bu sırada bir çok bayrak­ları da ele geçirilmişti. Zaferi kazanan Sinan Paşa bir gece yürüyüşü ile ertesi sabah Gazze'ye geldi. Burada Gazeliler ile Remlelilerin birleşerek, Osmanlı askerlerini pusuya düşürmek istedikleri öğrenildi. Sinan Paşa hep­sini yakalayarak cezalandırdı. Zafer haberi mektupla Yavuz Sultan Selim Han'a bildirildi.

Bu zaferlerden sonra Mısır'ın son kapısı da açılmış ve Suriye ile Filistin'in tamamı ele geçirilmiş oldu.

Bu esnada, Yavuz Sultan Selim Han, yanında musahibi Hasan Can ile tarihçi İdrîs-i Bitlisî ile beraber Kudüs'e gitti. Burada Peygamberlerin kabirle­rini ziyaret etti. Mescid-i Aksâ'da namaz kıldı. Hazreti İbrahim aleyhisselamın kab­rini ziyaret için Halilürrahman'a gitti ve bir gece içinde tekrar otağına döndü.
Dinboz Zaferi
O
smanlı Beyliği'nin bu hızlı büyümesi karşısında Bizans tarafı da yeni ittifak arayışları içinde idi. Osman Gazi ve Beyliği'nin ortadan kaldırılması için çalışıyordu. Bu gaye ile tekfurlar tekrar biraraya geldiler.

Bizans Kayseri İkinci Andronikos Paleologos toplantıya kumandanlarından Musolon'u gönderdi. Bursa tekfurunun çağrısı ile Atranos, Kete, Kestel, Bedinos tekfurları da Osman Gazi'ye karşı ittifak ettiler.

Bursa'da yapılan toplantıda Bursa tekfuru:" Türkler bizimle eski düşmandır, etrafımızda yurt tuttular. Aniden çıkarlar, sel gibi uğradıkları yerleri yıkarlar, bizi korku içinde bırakırlar. Eğer ittifak edip birbirimize yardım etmezsek bizim işimiz de biter" diyerek onların da desteğini alıp kuvvetli bir ordu hazırladılar.

Osman Gazi ve kumandanları hiç bir zaman, Bizans tekfurlarından bir taarruz gelmedikçe onların memleketlerine dokunmuyorlardı. İlk saldıran taraf dâima Bizans tekfurları oluyordu. Osman Gazi ile Bizans kuvvetleri İznik'in kuzeydoğusundaki Koyûnhisarı önünde karşılaştı. Osman Gâzi'nîn kuvvetleri Bizans kuvvetlerinden çok daha azdı. Buna rağmen karşılıklı çetin ve kanlı bir muharebe oldu.

Osman Gâzi'nîn bizzat ordusunun en önünde kılıç kullanması askerlerine cesaret veriyordu. Bu kahramanca mücâdele karşısında Bizans kuvvetleri birer birer kaçmağa başladı. Neticede savaş meydanı Osman Gazi ve askerlerine kaldı. Savaşta Osman Gâzi'nîn yeğeni Aydoğdu şehit düştü. Bursa ve Atranos tekfurları güçlükle kaçabildiler. Kete tekfuru da Ulubat tekfuruna sığındı.

Ulubat tekfuru kendi halkına dokunulmaması ve Ulubat köprüsünden geçilmemesi şartıyla Kete tekfurunu Osman Gazi'ye teslim etti. Bu şartı Osman Gâzi'nîn kabul etmesi ile de Osmanlı tarihinin yabancı bir hükümet ile ilk muahedesi yapılmış oldu.

Osmanlı neslinden hiç kimse o köprüden geçmemeyi, icap ettiğinde ise sudan kayıkla geçmeyi âdet edinmişlerdi. Osman Gazi harekâta devam ederek Dinboz zaferiyle de Kete ve Kestel kalelerini fethetti.

Bizans İmparatoru Andronikos, Sakarya'dan Marmara sahillerine kadar genişlemiş olan Osmanlı Beyliği'nin karşısında acze düştüğünü anlıyor ve devamlı kurtuluş çareleri arıyordu. Osman Gâzi'nîn bu mücâdelesi Anadolu'da birbirine düşmüş, kardeş kavgalarıyla uğraşan diğer Müslüman Türkler tarafından da hayretle takip ediliyordu. İslâm mücahidi ilan edilmişti ve herkes ona tâbi olmak için yanına geliyordu.

Osman Gâzi'nin mücâdele yapılacaksa bunun sahası olarak batıyı seçmesi onun hem İslâmî şuurunu hem de devlet idaresindeki basiretini göstermektedir. Bizans'ın taarruzu neticesinde Osman Gazi zafer kazanıyor ve ister-istemez topraklarını da genişletiyordu. Zamanla sınırlarını genişletmesi neticesinde zaten diğer Müslüman-Türk beyleri de onun emrine girmeğe mecbur kalacaklardı.

Eğri Kalesi'nin Fethi

G
inan Paşa, bu son sadâretinde hatalarını örtebilmek için pâdişâhı sefere çıkmaya teşvik ve ikna etti. Hoca Sa'deddin Efendi de pâdişâhın sefere çıkması taraftarı idi. Yeniçeriler de, başlarında pâdişâh olmadan sefere gitmeyeceklerini ilan ettiler. Bu durum üzerine Üçüncü Mehmed Han sefer hazırlıklarını başlattı. Sefer hazırlıkları sırasında Sinan Paşa vefat etti ve yerine Damad İbrahim Paşa getirildi.

20 Haziran 1596 günü Davudpaşa ordugâhına gelen Sultan Üçüncü Mehmed Han, ertesi gün buradan Eğri seferine çıktı. Yanında sadrazam ve serdâr Damad İbrahim Paşa, Hoca Sa'deddin Efendi, Cığalazâde Sinan Paşa, nişancı Hamza Çelebi, yeniçeri ağası Ali Aga, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri de bulunuyordu.

Orduy-u hümâyûn Edirne, Filibe, Sofya yoluyla 30 Temmuz'da Niş'e vardı. Bu sırada Bosna beylerbeyi Ahmed Paşa tarafından gönderilen esirlerin ordugâha gelmesi zafer müjdesi olarak kabul edildi.

Sultan Mehmed Han, 21 Eylül'de Eğri ovasına vardı ve otag-ı hümayun kuruldu.

Eğri kalesi, Budin'in 137 kilometre uzağında, Eğri suyunun kenarında müstahkem bir mevki idi. Sultan Mehmed Han, kale kumandanına ve halkına hitaben bir ferman göndererek, İslamiyet'e davet ile teslim olmasını teklif etti. Kale kumandanı bu teklifi reddederek, fermanı götüren askeri de hapsetti.

Bunun üzerine Pâdişâh, taarruz emrini verdi. Kale beş koldan kuşatıldı ve bu kollara sadrazam Damad İbrahim Paşa, Hadım Ca'fer Paşa, Rumeli beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ve yeniçeri ağası Veli Aga kumanda ediyordu. Yirmi üç muhasara topu bir an bile durmadan ateşleniyor ve gülleler bir biri ardına Eğri kalesine yağıyordu.

4 Ekim günü dış kale düştü. Üç kat surla çevrili dış kalenin düşmesi, düşmanın savunmasını büyük ölçüde sarstı. Ertesi gün iç kalenin muhasarası başladı. 12 Ekim günü de iç kale teslim oldu. Kale kumandanlığına Erzurum beylerbeyi Sinan Paşa ta'yîn edildi (12 Ekim 1596).

Pelekanon Zaferi
O

rhan Gazi, Bursa'yı fethedince, Beyliğin idaresini Bursa'ya taşıdı. Artık Bursa Osmanlı'nın başkentidir. Bursa'ın elinden çıktığını gören Bizans büyük bir endişeye kapıldı. Şimdi sırada İznik vardı. İznik, Bizans için olduğu kadar, Hıristiyan batı içinde mânevi ağırlığı olan önemli bir şehirdi. 

Orhan Gazi İznik'in üzerine yürüdü ve kısa bir kuşatmadan sonra şehri teslim aldı. Daha sonra Kocaeli yarımadasındaki kaleleri alıp Bizans'a yaklaşması Bizans İmparatoru III. Andronikos'u telaşa düşürdü.
 
Bursa'da olduğu gibi, sadece İznik Tekfuru ailesi ile birlikte Bizans'a gitti. Halktan şehri terk eden kimse olmadı. Her zaman olduğu gibi gayr-ı Müslim halk, şehrin Osmanlı idaresine geçtiğine sevinmişti. 

Orhan Bey'in İznik'i alması Bizans'ı iyiden iyiye çileden çıkarmıştı. Bizans'ın hazırladığı bir ordu boğazı geçerek Üsküdar'dan İznik'e doğru hareket etti. Orhan Gazi komutasındaki ordu da İznik'ten hareket etti, her iki ordu Darıca civarında karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğradı(1329). Yaralanan imparator canını zorlukla kurtarabildi. İmparator önce, karargah olarak kullandığı ve Darıca ile Tuzla arasında bulunan Tavşancıl Kalesine oradan da İstanbul'a kaçtı. 

Bu Osmanlı tarihinde kazanılan ilk meydan savaşıdır. Tarihçilerin verdiği bilgiye göre, Osmanlı ordusunun on bine yakın mevcudu vardı, karşı tarafın ise bunun iki katı idi.

İznik'in fethinden sonra Darıca'da "Pelekanon" mevkiinde kazanılan bu zafer neticesinde Marmara'nın Anadolu kıyı şeridinin büyük kısmı Osmanlılar'ın eline geçti. Şimdi Orhan Gazi'nin önünde Marmara'nın karşı yakası ve Bizans vardı.

Orhan Gazi, büyük oğlu Süleyman'ı Marmara'nın karşı yakasına bugünkü adıyla Trakya’ya; Konur Alp ve Abdurrahman Gazi’yi de İstanbul boğazının çevresindeki kalelerin fethine gönderdi. 

Olaş Zaferi
S
ultan Mustafa Han, 20 Nisan 1696 senesinde Avusturya üzerine ikinci seferine çıktı. Ordu Sofya'ya geldiği zaman, Alman ordusunun Budapeşte ve Erdel'e toplandığı öğrenildi. 3 Ağustos günü Sultan Mustafa Han Belgrad'a girdi.

Bu sırada Saksonya kralı Nalkıran Fredrik ile general Heisler kumandasındaki düşman kuvvetlerinin Tırnışvar kalesini kuşattığı haberi geldi. Bunun üzerine ordu Tımışvar'a hareket etti. Osmanlı ordusunun yaklaştığını gören düşman kumandanı, dokuz günden beri sürdürdüğü muhasarayı kaldırarak, Tisa suyuna karışan Belga boyundaki Olaş mevkiine geldi.

27 Ağustos günü Osmanlı ordusu da buraya gelerek mevzilendi. Muharebe, Türk taarruzuyla başladı. Sultan Mustafa Han ordunun önünde olduğundan, askerin şevki daha da arttı. Muharebenin en şiddetli anında sadrazam Elmas Mehmed Paşa on iki bin serdengeçti ile düşmana öldürücü darbeyi vurdu. Düşman ordusu perişan bir hale geldi. General Heisler ve Caprara ölüler arasındaydı.

Osmanlı ordusundan da sadrazam Elmas Mehmed Paşa'nın kardeşi Mustafa Paşa, yeniçeri ağası Baltazâde Mehmed Paşa şehid düştüler. Sultan Mustafa Han, Kırım atlılarını, düşmanın ardına göndererek, geri dönüş yolunu kapatmıştı. Gece, düşmanı tâkib eden Kırım atlıları, Almanlara pek çok zâyiât verdirdiler.

Bu zaferden sonra Osmanlı ordusu 31 Ağustos günü Tımışvar'a ulaştı. Buraya gerekli mühimmat bırakılarak kale tahkim edildi. 17 Eylül günü Daltaban Mustafa Paşa tarafından Morevik zaptedildi. Daha sonra Belgrad'a dönen Sultan Mustafa Han, buranın muhafızlığına Amcazade Hüseyin Paşa'yı ta'yîn ederek, 28 Eylül günü İstanbul'a dönmek için yola çıktı.

Girit'in Fethi
S
ultan İbrahim Han, Girid'in fethini kararlaştırdı. Sefer hazırlıkları için kapdân-ı derya Yusuf Paşa vazifelendirildi. Yapılan hazırlıkların, Malta üzerine düzenlenecek sefer için olduğu ince bir Türk propagandası ile Avrupa'ya duyuruldu. Sultan İbrahim Han her gün tersaneye giderek hazırlıkları kontrol etti.

19 Nisan 1645 günü sözde Malta üzerine yapılacak sefer resmen ilan edildi. Yetmiş binden fazla asker taşıyan donanma, 106 harb ve 300 nakliye gemisinden meydana gelmişti. 30 Nisan 1645'de İstanbul'dan ayrılan donanma, 21 Mayıs'ta Sakız adasına geldi ve gemilerle geçirilen Anadolu askeri donanmaya alındı. 

Rumeli askeri ise, Termis limanında donanmaya katıldı. 8 Haziran'da Navarin'e gelen donanmaya Tunus ve Trablus beylerbeyi de katıldı. 20 Haziran günü donanma Sakız adasında denize açıldı. Donanma personeli seferin Malta üzerine olduğunu zannediyordu.

Donanma denize açıldıktan bir süre sonra kapdân-ı derya Yusuf  Paşa, bütün kapdanları toplayarak seferin Girid üzerine olduğunu bildiren hatt-ı hümâyûnu açıp okudu ve Girid'in Hanya burnu üzerine hareket emri verdi. 25 Haziran'da donanma Hanya limanına girdi ve iki gün sonra şehir muhasara edildi. Yirmi iki gün süren muhasaradan sonra, kale sulh ile teslim oldu. Venedikliler yapılan anlaşmaya göre can ve mallarına dokunulmadan Türk gemileriyle Kandiye kalesine nakledildi (19 Ağustos 1645).

Fetih haberi İstanbul'a bildirilince, zafer için şenlikler yapıldı. Hanya'nın Osmanlılar tarafından fethi, Avrupa'da büyük akisler uyandırdı.

Almanya ve İtalya, asker göndererek Venedik'e yardım etmek kararını verdiler. Büyük Venedik donanması Girid sularında dolaştığı halde, Osmanlı donanması ile karşılaşmamaya dikkat ediyordu. Yusuf Paşa, on iki bin asker ile Hanya kalesi muhafızlığına Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa'yı bırakarak, 21 Ekim günü Girid'den ayrıldı.

Sultan İbrahim Han, bir süre sonra Hanya muhafızlığına Deli Hüseyin Paşa'yı ta'yîn etti. 2 Şubat 1646'da Hanya'ya varan Hüseyin Paşa, batı Girid'i tamamen fethetmek için derhal harekata başladı ve kısa zamanda Hanya'nın çevresini ele geçirdi.

Tatariçe Zaferi
S
 ultan II. Murat Han zamanında, Osmanlılar ile İngilizler arasında bir anlaşma yapıldığı sıralarda, Rus heyetiyle de bir sulh heyeti görüşme halinde idi. Fakat, İstanbul'daki duruma göre hareket eden Ruslar, son iç karışıklıklardan cesaret alarak, Osmanlı Devleti'nden kabulü mümkün olmayan Eflak ve Boğdan'ı talep ettiler. Ruslar bu şartlar kabul edilmediği takdirde muahedenin İstanbul yakınlarında imzalanacağını da bildirdiler.

Bunun üzerine Osmanlı heyeti İstanbul'a döndü. Ruslar İsmail, Yerköyü, İbrail taraflarına doğru ilerlemeye başladılar. Bu Rus ültimatomundan müteessir olan Sultan Mahmûd Han, yazdığı bir Hatt-ı hümâyûn ile Fâtih Câmii'nde büyük bir şura topladı. Burada Rus tekliflerinin ağırlığını ve devleti tehdit ettiğini bildiren Sultan Mahmûd Han, bütün milleti din ve devlet uğrunda seferber olarak Sancak-ı Şerîf altında toplanmaya ve orduya katılmaya davet etti.

Hatt-ı hümâyûnun eyâletlere de gönderilmesi neticesinde, bütün millet heyecan içerisinde kaldı. Yurdun dört bir yanından gelen gönüllüler ve medrese talebeleri bu cihada katıldılar. Sadrazam ve Serdâr-ı Ekrem Yusuf Ziya Paşa ordu ile İstanbul'dan 23 Temmuz 1809'da hareket etti. Sadrazam yaşlı, ordu ise düzensiz idi. Buna mukabil Rus ordusu gayet eğitimli ve sayıca da fazla idi.

Ruslar bir taraftan da Kafkasya tarafında Ahıska ve Kars üzerinde baskılarını arttırıyorlardı. Ayrıca devamlı Sırpları isyana teşvik ediyorlardı.

İbrâil üzerine gelen bir Rus ordusu Nazır Ahmed'in fevkalâde kahramanlığı ve mahareti sayesinde 5 bin ölü ve bir çok top ve çadır bırakarak kaçmaya mecbur oldu. Yerköyü üzerine saldıran diğer bir Rus birliği Fokşan'ı ve İslabozi'yi almalarına rağmen mağlub edildiler. Bu mağlubiyet üzerine Rus kumandan mareşal Prozorovski ağlamıştır. Onu teskin için de general Kutuzof:

-" Bütün Avrupa'yı sarsan Austerliç muharebesini kaybettim, yine de ağlamadım" diyerek teskin etmeye çalıştı.

Rusların ilerlemeleri karşısında cesaret alan Sırplar isyan etmişlerse de, serasker Hurşid Paşa tarafından derdest edildiler ve kaçmaya mecbur oldular. Bu sırada Rus Çarı Aleksandır, Yerköyü, ismail, Silistre ve İbrail kalelerini arkada bırakarak doğruca İstanbul üzerine yürüme emrini verdi. Daha evvel bilindiği üzere İstanbul'u kendisinin kabul ediyor ve bu emeli için de şimdi harekete geçiyordu. Fakat daha kalelerdeki savaşlarda yenilen Rus kumandanları böyle bir işe cesaret edemediler. Bu emre karşı gelmemekle birlikte sıra ile işgal ederek ilerlemeye başladılar. Bu sırada Silistre'ye bir saat gibi bir mesafede bulunan Tatariçe köyünde 60 bin kişilik bir Rus ordusu bulunuyordu.

Pehlivan İbrahim Ağa kumandasındaki bir Osmanlı fırkası bu büyük Rus ordusuna karşı harekete geçti. Osmanlı fırkası ile Rus ordusu büyük bir mücâdeleye başladı. Öğleye kadar top ateşleri ile devam eden savaşta, Osmanlı askerleri akıl almaz bir kahramanlık gösterdiler. Harp devam ederken Tepedelenli-zâde Muhtar Paşa kumandasında bir miktar yardım kuvveti geldi. Savaş çok kanlı bir halde devam etti.

Osmanlı ordusunda bine yakın şehit verilirken, Rus ordusunda 10 binin üzerinde ölü ve zâyiât vardı. Bu muazzam direniş karşısında Ruslar dağıldılar ve canlarını kurtarma yoluna düştüler. Binbir güçlükle Tuna'nın öbür tarafına kendilerini zor atabildiler. Bu mağlûbiyet üzerine Ruslar perişan bir vaziyette, Isakçı'dan Eflak taraflarına kadar çekilmek mecburiyetinde kalmışlardı.

Bu zaferde Dergâh-ı âli kapıcıbaşılarından Mirâhor-ı Evvel, Pehlivan İbrahim Ağa'nın büyük kahramanlıkları görülmüştür. İbrahim Ağa'ya vezirlik payesi verildi. O günden sonra da "Baba Paşa" diye anılmaya başlandı. Muhtar Paşa da "Hızır Paşa" adını aldı.

Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan'a kadar istila eden, Ruslar, Tuna'nın öbür yakasına kadar püskürtüldü.

 

Revan'ın (Erivan) Fethi
S
ultan Murad Han, Lehistan Kazakları'nın Karadeniz'de Osmanlı sahillerine ve Rumeli'de Tuna yalılarına yaptıkları saldırının önüne geçmek için 1633 Nisan'ında Lehistan seferine çıktı. Osmanlı ordusu Edirne'ye geldiğinde, Lehistan hükümeti sulh istedi. 1634'de imzalanan Osmanlı-Lehistan andlaşmasına göre; Kazak akınlarına son verilmesi, Leh krallarının Kırım hanlarına ve Osmanlı sultanına vergi vermesi, esirlerin karşılıklı değiştirilmesi kabul edildi.

 Safevi saldırılarının önüne geçmek için ordunun başında sefere karar verip, hazırlıkları tamamladı. 18 Mart 1635'de Revan seferine çıkan Dördüncü Murad Han; önceden tespit ettirdiği zorbalardan yolu üzerindekileri cezalandırdı. 27 Temmuz 1635'de Revan'a gelen Sultan, sefer boyunca ordunun başında bulunup, askerlerle alakadar olması, kuvvet, heybet ve dehşetinden dahi ürküten Sultan Murad Han'a karşı büyük bir emniyet ve hürmet hissi uyandırdı. 

28 Temmuz 1635 gecesi başlatılan Revan kuşatmasında zafere gidildi. Kuşatmanın ilk gecesi yaralanan askerler ateş hattından geriye çekilerek, Sultan Murad Han'ın huzurunda ve ordunun hastahane çadırlarında, cerrahlar tarafından tedavi edilip, ilaçlarının verilmesini emretmesi ve top atışlarında bulunması askerleri coşturdu. 

Revan kalesini düşürmek için yapılacak umumî taarruz öncesinde Safevîler  vire ile teslim olmak istediklerini bildirdiler. 8 Ağustos 1635'de Revan kale muhafızı Emirgüneoğlu Tahmasb Kulu Han, Sultan Murad Han'a kaleyi teslim etti. Revan kalesi tamir edilip, içine onikibin asker ve cephane konup, muhafızlığına Vezir Murtaza Paşa bırakıldı. 11 Eylül 1635'de Tebriz şehri tekrar zaptedildi. 

Safevî ordusu Osmanlılar ile meydan muharebesine cesaret edemediğinden karşılaşılmadı. Araş nehri taraflarındaki Zeynelli aşiretinden bin kadar nüfusun, Pasin-Erzurum, Tercan-Erzincan taraflarındaki boş arazilere iskân edilmesi emrolundu.

Van ve Diyarbakır'da kalan Sultan Murad Han, Revan seferine çıkışından on ay sonra 27 Aralık 1635'de İstanbul' a döndü.  Osmanlı  ordusunun doğudan ayrılmasıyla; Safeviler, hududa tecavüzle, 1 Nisan 1636’da Revan’ı işgal ettiler. 2 Şubat 1637’de Vezir-i  âzamlığa getirdiği Bayram Paşa’yı Doğu Seferi serdarlığına tayin eden Sultan Murad Han’ın kendisi de büyük hazırlıklara girişti

Kıbrıs'ın Fethi
İ
 kinci Bayezid zamanında Kıbrıs Adası Venedik hâkimiyetine girmiş ve bir meclis tarafından idare olunmaya başlamıştı. Venedikliler Kıbrıs için Memlûkler'e vermekte oldukları yıllık 8 bin duka altın tutarındaki vergiyi kabul etmişlerdi ve o zamandan beri bu vergiyi Osmanlılarca aksatmadan ödüyorlardı. Bu sebeple Kıbrıs'ın fethine teşebbüs edilmemişti. Fakat, vergi verdiği için serbest bırakılan Kıbrıs'ta Venedik donanması gittikçe kuvvetleniyor, bunlar ve burada üslenen korsan gemileri zaman zaman Türk tüccar ve hacı gemilerini vuruyor, Anadolu ve Suriye kıyılarında soygun yapıyorlardı. Batı Avrupa'da bazı ülkelerin kıyıları hariç olmak üzere Akdeniz'in bütün kıyılarına ve yüzlerce adasına sahip olan Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs Adası'nı serbest bırakması, hele bu adada üslenen korsanları cezalandırmaması, Doğu Akdeniz'de güvenliği bozan Kıbrıs'ı topraklarına katıp kontrol altına almaması düşünülemezdi.

Her Devirde Önemli

Stratejik ve coğrafî durumu bakımından her devirde büyük önem taşıyan Kıbrıs, Doğu Akdeniz'de geniş kıyıları bulunan Kuzey Afrika, Suriye, Filistin ve Lübnan'ı sınırları içine alan Osmanlı Devleti için çok önemliydi. Yılda 8-10 bin duka altın vergi vererek serbest kalması o gün için uygun olsa bile sonraki dönemlerde zararlı olabilirdi. Onun için bu adanın yönetimi mutlaka Türkler'in elinde olmalı, ne pahasına olursa olsun ada alınmalıydı. Gerçekten de o günlerde büyük fedakârlıklara mâl olacak Kıbrıs'ın fethi geniş yankı uyandıracak, hattâ bu fedakârlık lüzumsuz bile görülecek, fakat sonraki dönemlerde bunun en önemli fetihlerden biri olduğu anlaşılacaktı. Her bakımdan çok önemli olan Kıbrıs Adasının Osmanlı yönetimine alınması, Kanuni'nin oğlu ve 11. Osmanlı padişahı olan II. Selim zamanında gerçekleşti.

Ya Korsanlığı Bırakın Ya Adayı...

II. Selim, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'den de fetva alınca, sefer hazırlığına başlanılmasını emretti. Fakat önce meselenin barış yoluyla halledilip halledilemeyeceğini denemekte yarar vardı. Bunun için Venedik'e üst üste iki elçi gönderildi. Birinci elçi Tercüman Mahmud Efendi idi. Kıbrıs sularında meydana gelen olayları anlatarak bunların önlenmesini ve burada üslenen korsanların sebep olduğu zararın ödenmesini istedi. "Ya korsanlığı bırakın, ya adayı alırız!" dedi.

 Bu istek karşılanmayınca, bir süre sonra ikinci elçi gönderildi. İkinci elçi Kubad Çavuş idi ve açıkça Kıbrıs'ın Osmanlılar'a terkedilmesini istedi. Bu istek de kabul edilmeyince sefer kararı kesinleşmiş oldu. Venedikliler de bu seferin yapılacağını bildikleri için Avrupa'da müttefik aramaya başladılar. Tahmin edildiği gibi Almanya, Fransa ve Avusturya, Venedik'le işbirliğine yanaşmadılar. Fakat İspanya, Papalık ve Malta yardım edeceklerini bildirdiler. Yani Akdeniz'in en eski ve güçlü denizci devletleri Türkler'e karşı yine   birleşeceklerdi.

Türk Donanması Kıbrıs Kıyılarında

Sultan II. Selim Kıbrıs seferi için serdar (başkumandan) olarak beşinci vezir Lâlâ Mustafa Paşa'yı tayin etti. Kaptan-ı deryalığı da üçüncü vezir Piyâle Paşa yapacaktı. Donanmanın ikinci kumandanlığına da Müezzinzâde Ali Paşa getirildi. 180 kadırga, 10 mavna ve 170 küçük deniz aracından oluşan 360 parça gemiye 60 bin kara askeri bindirildi. Çıkartma başladıktan sonra Anadolu kıyılarından, Halep ve Şam'dan yeni asker sevkedilecek ve ordunun mevcudu artacaktı. Öte yandan, Venedik'in yardım isteğine olumlu cevap veren İspanya, Malta ve Ceneviz donanmalarına ait 206 gemi ve 36 bin asker Girit Adası'nda bir araya gelmişti. Bunlar Kıbrıs'taki Venedik kuvvetleriyle birleşeceklerdi.

Türk donanması 15 Mayıs 1570' te İstanbul'dan ayrıldı ve 1 Temmuz'da Limasol kıyılarına ulaştı. Ertesi gün karaya asker çıkarıldı ve hiç direnmeden teslim olan Leftari Kalesi alındı. Serasker Lâlâ Mustafa Paşa, halkın canına ve malına dokunulmayacağına söz vermişti. Fakat Venedikliler, direnmeden kaleyi boşaltan Leftari halkının erkeklerini öldürüp kadın ve çocuklarını dağa çıkardılar. Böylece, direnmeden teslime yanaşacak diğer kalelerin halkına gözdağı  vermiş oluyorlardı. 4 Temmuz'da Larnaka iskelesinden çıkarıldı. 9 Temmuz'da Anadolu'ya bakan karşıdaki Girne Kalesi yine direnmeden teslim oldu. Böylece Kıbrıs'ın merkezi olan Lefkoşe güneyden ve kuzeyden çevrik oluyordu.

Lefkoşa Kalesi Teslim Oluyor

Lefkoşe, 3 mil uzunluğunda yüksek surla çevrilmişti. Kuvvetli istihkâmları bulunan çok iyi savunulan bir kale idi. Herbiri 2 bin asker ve 4 top alan 11 tabyası vardı ve kaleyi 10 bin kişilik bir kuvvet savunuyordu.

Lâlâ Mustafa Paşa emrindeki askeri yedi gruba ayırarak tabyaların karşısına yerleştirdi. 22 Temmuz'da top atışlarını başlattı. Bombardıman günlerce devam etmesine rağmen, çok sağlam olan kalede gedik açılamıyordu. Yapılan üç genel taarruzda, kaleyi savunanlara büyük kayıplar verdirdiği halde içeri girilemedi. Bunun üzene Lâlâ Mustafa Paşa, 9 Eylül günü, büyük  bir hücum için donanmadan 20 bin asker getirtti.

Gün doğmadan önce dört tabyadan zaptolunmuş ve Türkler şehre girmiş, Kıbrıs genel valisi Nicola Dandolo hükûmet konağına çekilerek ümitsiz bir savunmaya geçti, ama binanın üzerine çevrilen dört topun atışları sırasında öldü. Böylece ele geçirilen Lefkoşe'den sonra dayanma güçlerini yitiren Baf, Limasol ve Larnaka kaleleri de birbiri ardınca teslim oldular. Venedik'in müttefikleri toplanmış oldukları Girit Adası'ndan 13 Eylül 1570'de Kıbrıs'a doğru harekete geçtiler. Fakat hareketlerinden 9 gün sonra Türkler'in Lefkoşe'yı zaptettiklerini öğrenince, artık bir şey yapamayacaklarını anlayarak geri döndüler.

Kış mevsiminin yaklaşması sebebiyle  kaleyi ablukaya almakla yetinen Türk ordusu 1571 baharında yardımcı birliklerin de gelmesiyle, Mağosa kalesini karadan ve denizden kuşatmaya başladı. Türk ordusunun yoğun taarruzu altında önemli kayıplara uğrayan Mağosa'daki Venedik garnizonu teslim olmak zorunda kaldı (4 Ağustos 1571).

Adanın imar ve iskânı için, 21 Eylül 1571 tarihli Padişah fermanı ile İç Anadolu'nun (Karaman vilayeti) belli şehir ve köylerinden adaya mecburi iskan yapılması kararlaştırıldı ve adaya Türkler yerleştirilmeye başlandı. Dört sancağa (Lefkoşa, Mağosa, Girne ve Baf) bölünen Kıbrıs, Alanya, İçel, Tarsus ve Sis (Kozan) sancaklarının da bağlanmasıyla bir eyalete dönüştürüldü ve adada Karaman vilayeti kanunlarının yürürlüğe konulması kararlaştırıldı.
Kut-Ül Amere Zaferi

1
914 sonlarında Irak’a asker çıkaran İngiliz ve Hint askerleri, General John Nixon ve General Charles Townshend komutasında 1915 sonbaharında Bağdat’a doğru yürüyüşe geçti. Albay Nureddin Bey ( Nureddin Paşa) 27 Eylül 1915’te İngilizleri Kut önünde karşıladı. İlk önce Bağdat’ın 30 km güneyine kadar çekilen Türk ordusu, İngilizleri püskürttü ve General Townshend etrafı Dicle nehri ile çevrili Kut yarımadasında kuşatıldı. Nureddin Bey’in yerine Irak komutanlığına getirilen 52. Tümen Komutanı Halil Paşa kumandasındaki kuşatmayı yarmak için Basra’daki İngiliz genel karargahının yaptığı üç taarruz da büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı. 

İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı. Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kut üzerine yaptığı saldırı da sonuçsuz kaldı. 

Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, Halil Paşa’ya 26 Nisan’da mektup yazarak Kut’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Paşa ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi. Townshend ise bütün silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu. 

40 Bin Kayıp Verdiler

Yaklaşık 5 ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kut ül Amare zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti. 

Kut ül Amare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli görevler yaptı. Keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etti. 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürüldü.  Kut-ül Amare'de İngiliz birliklerinin komutanı General Townshend de esir alınmıştı

Meşaleler Zaferi

Ö

zdemiroğlu'nun, Safevîler’e karşı verdiği 4. ve en büyük meydan muharebesidir.

 

İki ordu, Şirvan ve Dağıstan’ı ayıran, "Samur Irmağı" güneyinde Kuba civarında karşılaştılar. Safevîler 50.000 atlıdan müteşekkildi.

 

Osmanlı ordusunun miktarı tam olarak bilinmiyor. Fakat düşmanın, daha fazla olduğu muhakkaktı.

 

Osman paşanın sağ kanadına, Sivas beylerbeyi, sol kanadına Kefe beylerbeyi, kumanda ediyorlardı.

 

Düşman komutanı "İmam Kulu Hân" idi.

8 Mayıs 1583'te çarpışmalar başladı. Çok kanlı geçen muharebede Osman Paşa, kafi neticeyi almak istiyordu. Bu sebeple, geceleri de, çarpışmalara devam etti. Binlerce meşale yakıldı. Gündüz gibi aydınlanan Şirvan ovaları, "kanlı geceler" yaşadı.

 

Üç gün üç gece süren çarpışmalar, hiç bitmeyecek zannediliyordu. Nihayet 11 Mayısta, Özdemiroğlu'nun askerî dehâsı kendini gösterdi. Yorgunluktan bîtab düşen Safevîler üzerine, "toptan hücum" emri verdi.

 

Yeni Osmanlı yardımı geldiğini zanneden düşman, kaçmaya başladı. Bozgun halindeki askerlerine İmam Kulu:

— Şahın çöreği, sizlere haram olsun! Nereye kaçarsınız? Diye bağırıyordu.

 

Meş'aleler Savaşı ile Özdemiroğlu, bölgeyi tam olarak temizlemişti. Fakat bu gayretin asıl kazancı, Erivan olmuştu. Şimdi Ermenistan denilen bu bölge, Osmanlı hâkimiyetine geçti. O zaman bile Ermeniler küçük bir azınlık idiler.

 

Osman Paşanın, "Osmanlı Devletine" burası, son Kafkas armağanıdır.

 

Özdemiroğlu Osman Paşa, 300.000 km² büyüklüğündeki Kafkas fütuhatını tamamladı. Şimdi sıranın, Tebriz'e (batı İran) geldiğini söylüyordu. Fakat bunu Pâdişâha, Özdemiroğlu bizzat anlatması gerekliydi.

 

Kafkasyaya hareketinden 6 yıl sonra, derseadet'e döndü. 28 Haziran 1584 günü İstanbul halkı, bu "büyük askeri" çılgınca karşıladı...

 

Kahramanlığı dillere destan olan Özdemiroğlu, bir hafta sonra cihan sultanı tarafından kabul edildi. III. Murad Hân, kendisini "yalı köşkü"nde özel olarak karşıladı.

 

—Safa geldin Osman Paşam... Safâlar getirdin.. Buyur otur dedi.

 

Özdemiroğlu, ayakta duruyordu. Ancak 4 defa "padişah ısrarı"ndan sonra, oturabildi.

 

Sultan:

—Gaza ve cihâdlarını bir de senin ağzından dinlemek isteriz, dedi.

 

Osman Paşa mahcûbiyyetle:

—Bizim ne haddimize Devletlûm.. Heman, Cenabı Hakk’ın inayeti ve Sultan’ımın "helâl lokma yedirdiği" Gazilerin himmeti berekâtıdır...

 

—Hele şu "Meş'aleler Zaferi"ni tafsil eyle; deyince, Özdemiroğlu dayanamadı.

 

Mücahîdlerin "Özdemiroğlu karanlık gîceyi" nasıl aydınlattıklarını, bir bir anlattı. O söyledikçe Padişah, heyecandan yerinde duramıyordu.

 

Sultan belindeki murassa (mücevherli) kılıç ve hançerini çıkardı. Kavuğundaki "Padişah" sorgusuyla birlikte, bu eşsiz kahramana verdi:

—Anamın ak sütü gibi, helâl olsun Osman, dedi.

 

Bu sohbet ve kucaklaşma 4 saat sürdü.

 

20 gün sonra "Mührü Hümâyûn", büyük Kahramana emânet edildi. Artık Padişahtan sonra Devleti Aliyye’nin ikinci adamıydı.

 

Veziriazam olmuştu.

 

Alanya'nın Fethi
S

elçuklu Sultanı Alâüddîn Keykubâd, Moğollara karşı şehirleri tahkim ettikten sonra, ordu Moğollarla uğraşırken, arkadan vurma tehlikesi olan Hıristiyan prenslikleri ortadan kaldırmayı düşündü. Bunların en büyüğü Alanya’daki prenslikti. Rumların Kalonoros, Avrupalıların Candelere veya Scandalor kalesi dedikleri Alanya’nın fethi için, Antalya subaşısı Mübârizüddîn Ertokuş ve Eseüddîn Ayaz adlı beylerin topladığı bilgiler Sultan’a arz edildi. Kalonoros kalesi Kyr Vard’ın, Alara kalesi ise kardeşinin hâkimiyetinde idi. Belde, Akdeniz sahilinde siyâsî ve ticârî önemi hâiz, kışı bahar gibi hoş ve şirin, her taraf yeşil ve tabîat güzellikleriyle dolu idi. Kayseri’de bulunan Sultan, bütün bilgileri değerlendirdikten sonra, taşradaki emirlere ve uç beylerine fermanlar göndererek, bütün kuvvetlerinin Konya’da toplanmasını emretti.

Cihâd haberini duyan Türk beyleri, eğitimli askerleriyle vakit kaybetmeden gelip orduya katıldılar. Hazırlıklarını tamamlayan ordu, 1221 (H.618) senesi kış mevsiminde bir sabah tan yeri ağarırken hücuma geçti. Her tarafı kös sesleri inletiyordu. Sultan, orduyu üç bölüme ayırdı. Ordunun bir kısmı sahilden, bir kısmı gemilerle denizden, diğer kısmı da kayalık kısımdan şehre yaklaştı. Yalçın kayaları yumuşak kumlar gibi çiğneyen İslâm mücâhidleri, şehrin karşı tepesine mancınıkları yerleştirdiler.

Kale komutanı Kyr Vard, Selçuklu ordusunu şehrin önünde görünce, sâhib olduğu mülkün elinden gideceğini anladı. Bütün gece, kaleyi nasıl müdâfaa edeceğini düşündü. İslâm ordusundaki mücâhidler, bir taraftan muharebe hazırlıkları yapıyor, diğer yandan da düşman karşısında muzaffer olmaları için Allahü teâlâya duâ ediyorlardı. Ordugâhda okunan Kur’ân-ı kerîm sesleri semâya yükseliyordu. Şehâdet yolunda “Cennet-i âlâ” ya kavuşmayı arzulayan asker, gazaya hazırdı. Sabah ezanları okununca, İslâm mücâhidleri bölük bölük namaza durdular. Namazdan sonra el açıp, Allahü teâlâya yalvardılar.

Sultan Askerleri İle Helalleşti

Tan yeri ağarırken, Sultan Alâüddîn Keykubâd, kale komutanına bir elçi göndererek, ya İslâmiyet’i kabul, ya kaleyi teslim etmesini veya harbe hazır olmasını bildirdi. Kyr Vard, kaleyi ele geçirmenin çok zor olduğunu bildiği için, bu teklifi kabul etmedi. Sultan, ordunun harb düzeni almasını emretti. Harb düzeni alan ordusunu teftişten sonra, İslâm mücâhidlerine niyetlerinin Allahü teâlânın rızâsı olması gerektiğini anlatan kısa bir konuşma yaptı ve hepsinden helâllik diledi.

Sultan Alâüddîn’in işaretiyle kösler vurmaya başladı: İslâm mücâhidleri şimşek gibi ileriye atıldı. Her tarafı atların kaldırdığı toz bulutu kapladı. “Allah Allah” nidaları dağlarda yankılanıyordu. Mancınıklar kaleyi dövüyor, mücâhidler yol bulmanın zor olduğu sarp yerlerden kaleye girmeye çalışıyorlardı.

Kaleye ulaşmak çok zor olduğundan, kuşatma günlerce sürdü. Havaların soğuması da kalenin fethini güçleştiriyordu. Muhasaranın başlamasından iki ay geçmesine rağmen kale bir türlü düşmemişti.

Rüyada Fethi Gördü

Bir gece Sultan, âdeti üzere teheccüd namazını kıldı. Allahu teâlâya, kalenin fethini müyesser eylemesi için yalvardı. Yattıktan bir süre sonra, rüyâsında, güzel yüzlü bir genç şöyle söyledi: “Bu kaleyi, denizden ve karadan kuşatan hiç kimse ele geçiremedi. Ancak Allahü teâlânın yardımı ile sana kalenin fethi müyesser olacaktır.”

Uykusundan uyanan Sultan, derhal beyleri yanına çağırdı. Rüyâsını onlara anlattı. Yüz baş inek, bin baş koyun ve on bin dirhemi fakirlere ve gazaya katılan İslâm mücâhidlerine sadaka olarak dağıttı.

Sabah olduğunda, kalenin uzun süre daha dayanamayacağını anlayan kale komutanı Kyr Vard, önceden tanıdığı Antalya subaşısı Mübârizüddîn Ertokuş’a adam göndererek; kaleyi teslim edeceğini ve Sultan’la arasında aracılık yapmasını istediğini bildirdi. Sultan bu duruma çok sevindi. Allahu teâlâya şükretti.

Sultan ile Kyr Vard arasında yapılan anlaşmaya göre, Alâüddîn Keykubâd, kaleyi teslim alacak ve Kyr Vard’ın kızı ile evlenecek, buna karşılık Kyr Vard’a Akşehir ve yakınında bulunan birkaç köy iktâ olarak verilecekti. Kyr Vard, kaleden çıkıp, Sultan’ın otağına giderek özür diledi. Müslüman Türklerin kaleyi aldıktan sonra kimseye eziyet etmediklerini görünce, Müslüman oldu. Daha sonra kızı da Müslüman olup, Mâh-ı Peri Hâtun ismini aldı ve çok hayırlar yaptırdı.

Şükür Secdesi Yaptı

Sultan Alâüddîn Keykubâd, kös sesleriyle kaleye doğru ilerlerken, şehrin ileri gelenleri onu hediyelerle karşıladılar. Kaleye giren Alâüddîn Keykubâd, bu güzel beldeye sâhib olduğu ve ilk seferinin muzafferiyetle neticelendiği için Allahu teâlâya şükür secdesine kapandı.
Daha sonra kalenin Kalonoros olan adının kendi ismine izafeten Alâiyye’ye çevrilmesini emretti.

Alâiyye’den sonra Alara kalesi de teslim alındı. Şehre on iki kapılı saray, sûr ve burç yapıldı. Alâiyye’deki inşâ ve îmâr 1223 (H.620) senesinde tamamlandı. Yapımına daha önce başlanan Alâüddîn Câmii bitirilerek ibâdete açıldı. Şehir, medrese ve diğer eserler ile süslenip, Sultan’ın kışlık merkezi hâline getirildiği gibi, devlet erkânına ait konaklar da yapıldı. Tersane inşâ edilerek, denizciliğe önem verildi.

İktisâdî ve ticârî hayâtın gelişmesi için şehir ve hâricinde tedbirler alınıp, Türk ve Müslüman tüccarlara sanatkârlara çeşitli imkânlar tanındı. Alâiyye ile Antalya arasına Şerofzan Han’ı ve kervansaraylar inşâ edildi. Ticâret kervanları, tacir ve mâiyyetinin ihtiyaçları sağlanıp, emniyete alındı.

Şamahı Zaferi

Ş

irvan'ın fethi, Derseadet(İstanbul)'te büyük sevinçle karşılandı. Meşhur şâir Bakî, bir "Gazel-i müzeyyel" ile bu "fethi" kutladı.

 Safevîler ise, Osmanlı zaferlerini bir türlü hazmedemiyorlardı. İki ay içinde bütün Gürcistan, Şirvan ve Dağıstan' in işgali; onları çileden çıkarmıştı.

Serdârın, "kışlamak üzere" Erzurum’a çekilme kararı, Safevîler’i ümitlendirdi. Şirvan’a girebilmeleri için, Kür Irmağını geçmeleri gerekliydi. Özdemiroğlu bunu önlemek istiyordu. Bir ince donanma yaptırmaya başladı. Tıpkı Tuna nehrindeki gibi olacaktı. Henüz gemiler bitmeden, düşman harekete geçti. Kür Nehrini kuzeye doğru atlayıp, Şirvan topraklarını girdiler.

Başlarında Urus Hân (ki, eski Şirvan Beyi idi) vardı. 25.000 kişilik bir Safevî ordusu, Şamahı civarına geldi.

Özdemiroğlu Osman Paşa,14.000 askeriyle burada bekliyordu. Diğer bir Safevî ordusu da, 15.000 mevcuduyla, Ereş Kalesine taarruz etti... Kalede, genç Kaytas Paşa ve 300 Mücahîd mevcuttu. Tereddüt etmeden düşmana saldırdılar... Yardım bekleyebilirlerdi... Fakat hepsi de Şehîdlik mertebesini tercih ettiler.

Sıra, Özdemiroğlu'na gelmişti. İki Safevî Ordusu, Şamahı'da birleşti. 9 Kasım 1578 sabahı, kanlı bir Meydan Muharebesi başladı. 10 Kasım ve 11 Kasım günleri korkunç çarpışmalar oldu. Son gün ikindi saatlerinde, Kırım Süvarileri yetişti. Zaferi Osmanlılara kazandırdı.

Urus Hân ve oğlu esir oldular, Özdemiroğlu onları cellata teslim ederken:
— Kaytas Paşa ve 300 Mücahide, 15.000 kişiyle yüklenmek, erkeklik miydi? Cezanızı çekin... diye söyleniyordu.

Bağdat'ın Yeniden Fethi
9
0 yıldır Osmanlı hakimiyetinde bulunan Bağdat'ın Safeviler eline düşmesi İstanbul'da ve bütün Sünnî İslâm dünyasında üzüntüye sebep oldu. Sultan IV. Murad'ın çocuk yaşta olmasına ve İstanbul'da zorbaların çıkardığı karışıklıklara rağmen Bağdat'ı geri alabilmek için derhal harekete geçildi.

Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Kasım l625'ten 3 Temmuz 1626'ya kadar Bağdat'ı kuşatma altında tuttu. Şehrin düşmesi an meselesi iken Osmanlı askerleri arasında başgösteren hastalık ve yorgunluk sebebiyle netice alınamadı. 1629'da Sadrâzam Boşnak Hüsrev Paşa ikinci kez Bağdat seferine çıktı. Kırk gün süren bu kuşatmadan da bir netice elde edilemedi. Merkezdeki karışıklıklar da Osmanlı ordusundaki gayret ve sebatı kırıyor, kesin bir sonuca ulaşmaya mâni oluyordu.

Belinde Hz. Ömer Kılıcı!

İran hükümdarı Şah Safi'nin sulh tekliflerini şiddetle reddeden genç Osmanlı Hükümdarı kendisinden önce Sadrazam Bayram Paşa 'yi gerekli tertibatı alması için Anadolu'ya gönderdi. Sefer hazırlıklarını gören padişah da Sivaslı Abdülmecid Şeyhî Efendi'nin elinden Hazret-i Ömer'in kılınanı beline kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar ordugâhından, yanında 86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, alimler ve veliler olduğu halde Bağdat'ı fethetmek niyetiyle hareket etti. Padişahın yapmış olduğu sefer hazırlıkları o kadar mükemmel ve zengin ve o kadar ihtişamlı idi ki bunlar kaynaklarda sahifelerce anlatılmaktadır. Nitekim Nefi de güzel bir kasidesinde bu hususu belirtirken şöyle demektedir:

Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir nizam ve disiplin içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb'e doğru hareket etti. Ordu Birecik'te iken Sadrâzam Bayram Paşa vefat etti. Padişah bu kıymetli devlet adamının vefatına çok üzülüp ağladı. Sadarete Tayyar Mehmed Paşa getirildi.

Delinmez Denilen Kalkan

Musul'a varıldığında orduya gelen Hindistan elçisi huzura kabul olundu. Hind padişahı Murad Han'a gönderdiği mektupta kendisinin de Kandahar  üzerine yürüdüğünü beyan ediyor ve Cenab-ı Hakkın her ikisini de muzaffer kılması için dua ediyordu. Hind elçisinin getirdiği kıymetli hediyeler arasında 150.000 guruş değerinde murassa bir kemer ile fil kulağından yapılmış ve üzerine gergedan postu geçirilmiş: tüfek, kılıç ve kargı kâr etmez diye inanılan bir kalkan dahi vardı.

Sultan Murad bu kalkanı önüne koydurarak mızrak ile öyle kuvvetli bir darbe vurdu ki mızrak kalkanın bir tarafından öbür tarafına geçti. Kalkanın içine 500 altın konularak elçiye teslim olundu. Osmanlı ordusu, İstanbul'dan hareketinin yüz doksan yedinci günü Bağdat önlerine ulaştı.

Haya Ederim!

İmam-ı Azam türbesinin bulunduğu kısım surların dışında olduğundan daha önceden ele geçirilmişti. Padişaha öncelikle İmamı Azam Hazretlerinin türbesini ziyaret etmenin iyi olacağı söylenince genç ve haşin hükümdar ağlamaklı bir şekilde:

"Bağdat şehri sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken yüce imamımızın kabrini ziyarete gitmekten haya ederim" cevabını verdi.

Padişahın otağı Dicle'ye yakın bir tepenin üzerinde, İmamı Azam kalesi karşısına kuruldu. Ancak Murad Han otağına girmeden her gruba bulunacağı yeri göstermek üzere asker arasına karıştı. Daha önce Hafız Ahmed Paşa Bağdat'ı, aşağı tarafındaki Karanlık Kapı'dan ve Hüsrev Paşa ise İmamı Azam Kapısı tarafından kuşattıklarından bu mevkiler daha ziyade tahkim edilmişti. Veziri azam Tayyar Paşa bu durumu padişaha arz ile kuşatmanın, pek muhkem olmadığı haber alman Ak Kapı tarafından yapılmasını arzeyledi. Mütalaası kabul olunarak hemen o gece asker siperler kazıp metrislere girdi. Diğer kale kapılan da kuşatıldı.

Ak Kapı tarafında veziri azam, yeniçeri ağası ve Rumeli beylerbeyi yerleşmişti. Bu mevkiden Karanlık Kapı'ya kadar Kaptan Paşa, Sivas Beylerbeyi, Samsoncubaşı, Köstendil ve Avlonya beyleri ve Mısır askeriyle beraber Anadolu Beylerbeyi emrindeki kuvvetler dizilmişlerdi.

Bağdat'ın müdafii Bektaş Han'ın emri altında 40 bin kişilik bir Safevi garnizonu bulunuyordu. Şah Safi ise atlı kuvvetleriyle Kasrı Şirin'e gelerek gün be gün muhasaranın gidişatını takibe başladı. O Bağdat'ın güçlü surlarına ve müdafaa kuvvetlerinin çokluğuna güveniyordu. Kuşatma uzayıp kış mevsimi gelince padişahın geri çekileceğini ümid ediyordu. Sultan Murad Han 12 bin kişilik sipahi kuvvetini Iran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği halde Şah'ı savaş meydanına çekemedi.

Bu arada 18-20 okka gülle atan Osmanlı topları kaleyi şiddetle dövmeye devam ediyorlardı. Muhasaranın sekizinci günü metrisler hendek kenarına kadar vardı. Padişah devamlı olarak siperleri gezip askerleri teşcî ediyordu. İranlılar ise siperlere karşı yoğun taarruz ve baskınlarda  bulunuyorlar ve bunlar Osmanlı askerinin gayretleriyle defediliyordu.

Şecaatin Bu mudur?

Muhasaranın 37. gününe gelindiğinde hendekler dolmuş kale duvarları pek çok yerden yıkılmış bulunuyordu. Genç padişah veziri azamim huzuruna davet ederek; "Hendekler doldu niçin yürüyüş edilmiyor" diyerek tekdir etti. Sadrâzam:

"Padişahım sabrolunsun. Yakında şehir fetholunur. Yürüyüşe zaman vardır. Acele ile askeri kırdırmayalım" deyince Padişah:

"Senin namın, dilaverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?" deyince Veziri âzam:

"Ben canımı pâdişâhıma feda etmişim. Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz. Hemen Cenâb-ı Hakk kalayı ihsan buyursun" sözleriyle ertesi gün kaleye yürüyüş ilan ettirdi.

Bütün gece Osmanlı dilaverlerinin gözüne uyku girmedi. Geceyi dua, niyaz ve yakarışla geçirdiler. Sabah namazım kılıp güneşin doğması ile beraber Allah Allah! sadalanyla yayından fırlayan ok gibi Bağdat üzerine aktılar. Vezirler, yeniçeri ümerası, beğlerbeği ve sancak beğleri hendeklerden çıkarak en önde kuleler üzerine gittiler. Şiddetli çarpışmalar sonucunda bazı kuleler ele geçerek bayrak dikildi. Tayyar Paşa da daima ilk safta olmak üzere kılıcıyla Acemler'in başlarını uçurmakta iken, alnına bir kurşun isabetiyle şehid düştü.

Sultan Murad bunu duyunca teessür içerisinde kalarak:

"Ah Tayyar! Bağdat gibi bin kale-ye değerdin" dedikten sonra vezirine rahmet okumuştur.

Tayyar Paşa imamı Azam türbesinde, eskiden Bağdat valisi olan pederinin ayak ucunda defnolundu. Naima onun için "Said olarak yaşadı, şehid olarak öldü" ifadesini kullanmaktadır.

Göreyim Seni

Sultan Murad Han, Tayyar Paşa'dan boşalan Vezir-i Azamlık Makamına Kemankeş Kara Mustafa Paşayı getirdikten sonra:

"Göreyim seni! Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle Bağdad fethini senden beklerim. Bu hizmet için can ve başla çalışmalısın. Allah muinin olsun" dedi.

Mustafa Paşa Yer Öperek:

"Padişahın kalbî teveccühlerini ve hayırdualarını isterim"
 dedikten sonra ağlayarak çıktı. Kemankeş Mustafa Paşa, Tayyar Paşa'nın şehadetiyle askerin bir an için kesilen kahramanlıklarım yeniden alevlendirmek üzere hendek üzerine yürüdü. Mustafa Paşa'nın levendlerinin ve ağalarının önünde bu şekilde ileri atıldığım gören askerler hep bir ağızdan;
"Ölmek bu gün içindir" diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.

İşte Bir Avuç Kanımla Başım

Nihayet muhasaranın 40. günü Bağdat Hanı, muhafızlarından bir Acem vasıtasıyla Sultan Murad'i teslim olmayı kabul ettiklerini ve huzuruna varmak istediğini bildirdi. Genç Padişah başında levend varî bir keşmir şalı, onun üzerinde murassa bir iğne ile tutturulmuş sorgucu ve dizlerinin üzerinde kılıcı olduğu halde altın bir taht üzerine oturmuştu.

Şeyhülislâm, vezirler ve şâir erkan da yerlerini alınca Bektaş Han korkusundan aklı başından gitmiş bir halde titreye titreye huzura girdi ve yer öperek el pençe durdu. Hünkâr; büyük bir şevketle:

"Neden bana karşı koydun? Bu kadar direnmek neden gerektir Daha evvel aman dilesen olmaz mıydı?" deyince Bektaş Han tekrar yer öptükten sonra:

"Velinimetimiz olan şahımız uğruna elden geldiği kadar direnmek lazım idî. Nitekim saadetlü padişahımın kulları da uğrunuzda ellerinden geleni yaparlar. İşte bir avuç kanımla başım ve canım. Huzurunuza geldim. Dilerse katletsin, dilerse affetsin. Ferman padişâhımındır."

Bu cevabı beğenen Hünkâr:

"Elbette öyledir. Efendine hizmet etmek ise ancak bu kadar olur. Sana ve sana tabi olanlara aman verdim."

Böylece, muhasaranın 40. günü Bağdat bir kez daha Osmanlı Türkleri'nin idaresi altına giriyordu (24 Aralık 1638).

Bağdat kalesi bu şekilde teslim olduğu ve içinde bulunanlara aman verdiği halde, iç kaledeki bazı mutaassıp Safevi Paşa'nın şehadetiyle askerin bir an için kesilen kahramanlıklarım yeniden alevlendirmek üzere hendek üzerine yürüdü. Mustafa Paşa'nın levendlerinin ve ağalarının önünde bu şekilde ileri atıldığım gören askerler hep bir ağızdan;

"Ölmek bu gün içindir" diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.

Prut Zaferi

1
2-21 Temmuz 1711 Osmanlı-Rus Harbi. Rus çarlarından Birinci Petro(1682-1725), İsveç kralının Lehistan’da harp etmesinden faydalanarak, 1702 yılında ilk defâ Fin Körfezine çıkarak Petersburg (Leningrad) şehrinin bulunduğu kıyıyı, zaptetti. 1703’te bu kıyıda Deli Petro’nun adı ile Petersburg diye anılan şehir kurulmaya başlandı. Lehistan Seferini bitirdikten sonra, Rusya’ya harp îlân eden İsveç Kralı Demirbaş lakaplı XII. Şarl (1697-1718), 1709’da Poltava Muhârebesinde yenilince, ric’at yolu kesilmiş olduğundan maiyetiyle berâber Osmanlı topraklarına en yakın olan Bender Kalesine sığındı. XII. Şarl’ı tâkip eden Çar Petro’nun ordusu da Osmanlı sınırını geçerek tahrîbâtta bulundu.

Gerek bu tecâvüze karşılık vermek, gerekse İsveç Kralının Bender Kalesinden İstanbul’a gönderdiği yardım dileyen mektupları ve Rusya’nın emellerine set çekmek için Sultan Ahmed Han, Rusya’ya sefer açtırdı. Vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa, sefere Serdâr-ı ekrem (Başkumandan) tâyin edildi. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusu, 9 Nisan 1711’de sefere çıktı. Osmanlı donanması da üç yüz altmış gemiyle Karadeniz’e açılarak, Azak Denizindeki Rus donanmasını imhâ ve Azak Kalesini zaptetmek vazîfesiyle denizden sefere katıldı. Osmanlı ordusu, Prut adındaki Kıpçak boyunun adını taşıyan Prut Nehri kıyısında Rus ordusuyla karşılaştı. Çar Deli Petro kumandasındaki Rus ordusunun mevcudu altmış bin kadardı.

Ruslara Ağır Kayıplar Verdirildi

Osmanlı ordusunun öncüleriyle, Rus öncü kuvvetleri Prut Nehri karşı kıyısında nehir geçiş hazırlıkları içinde karşılaştılar. Osmanlı öncü kuvvetleri karşı kıyıda bir köprü başı ele geçirdi. Emniyetle nehrin karşı tarafına geçti. Bu sırada düşman öncülerinin geri çekilme hareketini sezen Baltacı Mehmed Paşa, kuvvetli bir süvârî kolunu ileri göndererek Ruslara ağır kayıplar verdirdi. Diğer taraftan Kırım Hanı Devlet Giray da, 20 Temmuz günü Rus nakliye kollarını basarak epeyce kayıp verdirdi. Ayrıca çeşitli eşyâ ile dolu 600 arabayı da ele geçirdi. Bu sûretle Rus ordusu ağırlıklarını tamâmen kaybetti. Öğleden sonra Rus askerine verilen istirâhatten faydalanan Devlet Giray, Tatar birlikleriyle Yaş yolunu kesince, Rus ordusu çok kötü duruma düşürüldü.

Kuzey, yâni ric’at hattı, Kırım atlıları; sağ kanat da Çerkez Mehmed ve Sâlih paşaların emrindeki sipâhîler tarafından tutulunca, Rus ordusu artık tamâmen sıkıştırılmış bulunuyordu. Ruslar ilk gün yalnız topçu desteği olmadan açıktan yapılan yürüyüşü yeniçerilerin gayretsizliği sebebiyle durdurmaya muvaffak oldular. Fakat bu çarpışmalar sonunda, çarın hareket imkânları da tamâmen önlendi. Prut Irmağının karşı kıyısına da Cin Ali Paşa komutasındaki Bender askerleri yerleştirilince, çevirme işi tamamlanmış ve Osmanlı topçusunun mevzîlere girmesiyle de Ruslar büyük zâyiât vermeye başlamıştı.

Ruslar Sulh Teklif Etti

Ordusunun gıdâsızlık yüzünden fenâ bir durumda olduğunu, çemberden kurtulmanın imkânsızlığını ve zâyiâtının da git gide artmakta olduğunu gören Petro, bir meclis topladı ve bu mecliste Türklere sulh teklifinde bulunmayı kararlaştırdı. Çarın müsâdesiyle Mareşal Şeremitiyev bir mektup yazarak, resmen sulh teklif etti. Baltacı Mehmed Paşa mektubu getiren Rus subaylarının karnını doyurup tevkif ettirdi ve Rus ordusunun bombardıman edilmesini, top ateşine fâsıla verilmemesini emretti.

Bunun üzerine Şeremitiyev, ikinci bir mektup yazarak daha ziyâde kan dökülmeksizin sulh için bir karar vermesini Baltacı Mehmed Paşaya tekrar ricâ edip, aksi taktirde canla başla tekrar harp edeceklerini bildirdi. Serdâr-ı ekrem 21 Temmuz’da Şeremitiyev’den ikinci mektubu aldıktan sonra bu husûsu görüşmek için Kırım Hanı ve ordu erkânını toplayıp, sulh yapılıp yapılmaması hakkında görüştü. Topladığı hey’ete; “Rus çarı sulh istiyor ve her ne talep edilirse vermeyi kabul ediyor, ne dersiniz? Arzumuz gibi hareket ederse sulhe mi müsâade edelim, yoksa amanına bakmayıp harbe mi devâm edelim?” diye sordu.

Antlaşma Yapıldı

Kırım Hanı sulhe muhâlif olmasına rağmen, ordu erkânının ekserisinin; “Eğer istediğimiz kaleleri bize teslim eder ve tekliflerimize râzı olursa, sulh yapmak kazançtır. Ayrıca yeniçeriler arasında savaşa karşı bir isteksizlik sezilmesi ve mâzallah fenâ bir durumda savaşın bozgunla netîcelenme ihtimâli vardır.” diye mukâbele ettiğinden sulhe karar verildi. Ertesi gün ordugâha dâvet edilen Rus murahhası Petro Şafirov ile görüşmelere başlandı ve 22 Temmuz 1711’de antlaşma imzâlandı.

Baltacıya İftira

Bu antlaşma sırasında Rus Çariçesi Katherina ile Baltacı Mehmed Paşanın buluşmaları tamâmen hayâl mahsûlüdür. Devrin hiçbir Türk ve Avrupa kaynağında böyle bir iddiâ yoktur. Prut Seferinden hemen sonra Baltacı’yı sadâretten düşürmek için çalışan devlet adamları dahi böyle bir iddiâda bulunmamışlardır. Bu nevi iftirâlar edeb, ahlâk ve vatanperverliğin nümûnesi olan bâzı Osmanlı paşalarını gözden düşürmek isteyen veya onları da kendileri gibi zanneden romancıların kaleminden çıkmış uydurma hikâyelerden öte gidemez.

 

Rodos'un Fethi
K
ânûnî Sultan Süleymân Hanın, Rodos şövalyelerinin elindeki Rodos ada ve şehrini 29 Aralık 1522’de ele geçirmesi.

Anadolu’nun güneybatısında bulunan Rodos Adası, ilk olarak 672 yılında hazret-i Muâviye zamânında Bizanslılardan alındı. Ada, 680’de tekrar Bizanslılara geçti. Daha sonra Akka’dan kovulan Hospitalier şövalyeleri buraya yerleştiler (1291). Hıristiyanların en kuvvetli ileri karakolu oldu. Anadolu ve Mısır’a yönelik Haçlı seferlerinde üs olarak kullanıldı. Fethi için birçok seferler düzenlendiyse de muvaffak olunamadı. Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında fethe yaklaşıldı ise de yine muvaffak olunamadı (1480).

Cem Sultan’ın Rodos şövalyelerinin eline geçmesi, onları daha da azgınlaştırdı. Bâyezîd Handan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır’ı fethetmesiyle Rodos’un önemi daha da arttı. Anadolu’dan Mısır’a giden deniz yollarının emniyetinin tam olarak temin edilmesi artık kat’î bir zarûret hâlini almıştı. Yavuz Selim Han bu maksatla hazırlıklara girişilmesini emretti. Ömrünün vefâ etmemesi yüzünden, Rodos’un fethi oğlu Kânûnî Sultan Süleymân Hana kaldı.

Kânûnî, Belgrad’ı fethettikten sonra, Avrupalıların kendi içişleriyle uğraşmalarından da istifâde ederek, Rodos’u fethetmeye karar verdi.

Kânûnî’nin bu niyetini öğrenen şövalyelerin başı Vilye dö Lil Adam, hazırlık yaparak, şövalyeleri topladı ve yiyecek stoku yaptı.

Seferin serdârlığına İkinci Vezir Mustafa Paşa tâyin edildi. 300 harp ve 400 nakliye gemisinden meydana gelen donanmanın sevk ve idâresi ise, Barbaros Hayreddîn Paşanın yanında yetişen meşhur amirâl Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’e verildi. 4 Haziran 1522’de İstanbul’dan donanmayla harekete geçen Mustafa Paşa, 24 Haziran’da Rodos’a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân ise, 16 Haziran’da kapıkulu ve eyâlet askerleriyle birlikte İstanbul’dan kara yoluyla harekete geçti.

Mustafa Paşa, Rodos’a gelince, gemi kaptanlarıyla ve Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’le görüşerek, adanın yardımına gelmesi muhtemel Avrupa gemilerine karşı limanın îcâb eden yerlerine muhâfaza gemileri koyduktan sonra, Öküzburnu mevkiinden karaya asker çıkardı. Rodos şehrinin etrâfına metrisler kazılıp getirilen büyük muhâsara topları yerleştirildi.

Şovalyeler Teslim Teklifini Reddedince...

Kânûnî, Kütahya yoluyla Marmaris’e, oradan da gemilerle Rodos’a çıktı (28 Temmuz). Teslim teklifinin şövalyeler tarafından reddi üzerine, Ağustosun birinci günü kale dövülmeye başlandı.

Bütün Ağustos ayı, karşılıklı top ateşi ve yine karşılıklı lağım açmakla geçti. Açılan top ateşiyle kalede mühim tahribât yapılmasına rağmen, bu tahribât kısa zamanda düşman tarafından kapatılıyordu. Türk lağımcılarının devamlı Rodos burçlarının altına açtıkları lağımlar, Avrupa’nın en meşhur mühendisi olup, şövalyelere yardıma gelen Gariele Martinengo’nun mukâbil lağımlarıyla karşılaşıyor ve yer altında korkunç boğuşmalar oluyordu.

Bu sırada, 4 Eylül günü İleki Adasının da Kara Mahmûd Reis tarafından zaptı haberi geldi. Kahraman Reis, kendisi de ön saflarda çarpışırken şehit olmuş, fakat ada ele geçirilmişti. 6 Eylülde ise Rodos’un kuzeybatısında bulunan İncirli Adası teslim oldu.

Mısır Beylerbeyliğine tâyin edilen Mustafa Paşanın yerine Ahmed Paşa serdâr oldu.

Burca Zafer Bayrakları Dikildi

Bu günlerde Rodos Kalesinin İngiliz Burcunun güney kısmı başarılı bir Türk lağımı ile havaya uçuruldu. Şövalyelerin topçu generaliyle Üstâd-ı âzam (Rodos şövalyelerinin başı)ın alemdârı da ölüler arasındaydı. Eylülün 12’sinde yapılan bir hücumda bu burca beş zafer bayrağı dikildi. 24 Eylülde yapılan umûmî hücumda Yeniçeri Ağası Bâli Ağa, İspanyol Burcuna girip, Türk bayrağını burcun tepesine diktiyse de netîce alınamadı.

10 Aralığa kadar şiddetli top atışları, lağımlar ve sık sık tekrarlanan umûmî hücumlarla kale iyice yıpratıldı. 18 Aralıkta yapılan bir umûmî hücumda şövalyeler şehir içindeki istihkâm ve hendeklerin arkasına çekilmeye mecbur kaldılar ve artık mukâvemet etmenin imkânsızlığını da anladıklarından kaleyi teslim etmeyi kabul ettiler (20 Aralık 1522).

Camiye Çevrilen Kilisede Kanuni Sultan Süleyman Cuma Namazı Kıldı

Teslim şartları arasında; şövalyelerin eşyâ ve top dışındaki silahlarını alıp, on gün içinde Rodos’tan ayrılmaları; bu günler zarfında şehirdeki istihkâmların 4000 yeniçeri tarafından emniyete alınması ve asıl kuvvetlerin iki kilometre mesâfede beklemesi yer alıyordu. Kalenin boşaltma işlemlerinden sonra şövalyeler, Üstâd-ı âzam gemilerine binip gittiler. Rodos Kalesiyle berâber Oniki Adanın tamâmı ve şövalyelere âit olan Bodrum da Osmanlı Devletine bırakılmıştı.

Osmanlı Devletine 20.000’den fazla şehide mâl olan bu fetihten sonra, Kânûnî Sultan Süleymân Han, 29 Aralıkta şehre girip kaleyi gezdi. 2 Ocak Cumâ günü ise, câmiye çevrilen Saint Jean Kilisesinde Cumâ namazını kıldı. Nâmına okunan hutbeyi dinledi. Aynı gün adadan ayrılıp Marmaris’e geçti.

3 Ocak günü Aydın, Midilli, Karasi, Menteşe, Saruhan sancakbeylerine, Anadolu Beylerbeyi Kâsım Paşanın nezâretinde Rodos’taki inşâat, îmâr ve iskân işleri bitinceye kadar adada kalmalarını emredip, İstanbul’a döndü. Rodos’a derhâl Türk göçmenleri yerleştirilmeye başlandı. Ada bir sancak yapılıp, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd eyâletine bağlandı. Sancakbeyi olarak Mehmed Bey tâyin edildi. Bundan sonra birçok câmi, imâret, mektep, medrese ve yol yapılıp ada îmâr edildi.

Aziziye Müdafaası

D
oksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Muharebesinde, Erzurum’daki Aziziye Tabyasında Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa. 24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devletine savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi.

Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” ünvanını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.

Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır.” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kafirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında;

“Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.

Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaadlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..

Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.

Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.

Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıcayı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.

Gece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kafirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hatun da vardı.

Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkamından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka birşey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkamlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi.

Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkamının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hala devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkamın içine girdiler. Düşmanla muharebe göğüs göğüse cereyan ediyordu.

Bu arada, tabyanın birinci kısmından hala çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takib eden Topdağı’ndaki istihkamlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemiyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler.

O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.

 

Belgırad'ın Fethi
O
rta Avrupa'nın kilidi sayılan müstahkem Belgrad şehrinin 29 Ağustos 1521'de Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından Osmanlı Devletine katılması, Belgrad'ın ilk muhasarası, buranın stratejik önemini anlayan Sultan İkinci Murad Han tarafından gerçekleştirildi. 1441 senesinde Avranosoğlu Ali Bey komutasında bir ordu gönderen Murad Han, sonra kendisi de giderek kaleyi altı ay kuşattı. Ancak salgın hastalığın artması ve zayiatın fazla olması, muhasaranın kaldırılmasına sebeb oldu.

İkinci muhasara, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapıldı. Padişah, 150.000 kişilik bir ordu, 200 gemi ve toplarla 13 Haziran 1459'da Belgrad önlerine vardı. Papanın teşvikiyle Haçlı ordusu kalenin yardımına gelip içeri girmeye muvaffak oldu. Yapılan taarruzlardan sonra 22 Temmuz günü kaleye girildi. Fakat kale içindeki tedbirsiz hareketler sonunda yapılan karşı hücuma dayanılamayarak geri çekilindi. Fatih, askerin başına bizzat geçerek kaleden gelen taarruzu durdurdu. Padişahın bu muharebede yaralanması, askerlerin yorgunluğu, Belgrad muhasarasının kaldırılıp geri çekilmeye sebeb oldu. Osmanlılar bundan sonraki zamanda devamlı olarak Belgrad'ın fethi için zaman kolladılar.

Kanuni Sultan Süleyman, Macar Kralı İkinci Lajos'a gönderdiği elçiye yapılan kötü muameleden dolayı sefer açılmasına karar verdi. Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı Sabach zaptına, Semendre beyi Hüsrev Beyi Belgrad'ın ablukasına gönderdi. Kendisi de o tarafa doğru 18 Mayıs 1521 günü İstanbul'dan hareket etti. Ayrıca Karadeniz Tuna yoluyla bir donanma sevkedilmişti.

Kanuni Sultan Süleyman ordusu ile Belgrad yakınlarına ulaşıp Zemun yakınlarında yüksek bir yere otağını kurdurup, muhasara emrini verdi. Günlerce süren şiddetli ateşten ve çarpışmadan sonra Osmanlı kuvvetleri 8 Ağustos, Ramazanın beşinci günü dış kaleye girdi. İç kalenin fethi ise biraz daha uzadıysa da Ramazan'ın 26. Kadir gecesi orası da alındı (29 Ağustos 1521).

Fethin ertesi günü Belgrad'a giren Kanuni Sultan Süleyman kiliseden çevrilen camide Cuma namazını kıldı. Kale halkından Macaristan'a gitmek isteyenlere müsade edildi. Cizye vermeyi kabul edenler ise yerlerinde bırakıldı.

Tuna ile Sava'nın birleşme noktası olan Belgrad'ın Osmanlılar eline geçmesi ile,Macar Ovası Türklere açılmış oluyordu. Belgrad'ın düşmesi ile etrafındaki bütün kale, palanka ve kasabalar teslim olup, Osmanlı Devletine katıldılar. Belgrad'ın fethi, Avrupa'da büyük yankılar yaptı. Çünkü burası Hıristiyanlık aleminin ele geçirilemez kalelerinden biri kabul ediliyordu. Avusturya elçisi bu fetihten otuz sene sonra şunları yazmıştır: "Belgrad'ın alınışı, Macaristan'ın daha sonra içine düştüğü acı durumun başlangıcı olmuştur."Gerçekten de birkaç sene sonra Kanuni yeniden Macaristan üzerine yürüdü, Hıristiyanlar bir defa daha yenildiler ve Macaristan ortadan kalktı.

Kanva Meydan Muhârebesi

H
indistan’daki en büyük Türk- İslam devleti olan Gürgâniye Devleti’nin kurucusu olan Babür Şah Panipüt Muhârebesini kazandıktan sonra fetihlere devam edip, içerde ve sınır boylarında emniyeti sağlamaya çalıştı. Mültan’ı ilhak ederek, hudutlarını İndus’tan Bihâr’a kadar ulaştırdı. Biyana kalesini zabt etti.

Hindular üzerine yürümek için 1527 senesinde Agra’dan çıktı. Bu haber üzerine, Hindular aralarında ittifak kurup, yüz bin kişilik bir ordu, bir kaç yüz zırhlı fil ile karşı koymak için yola çıktılar. Çok kritik ve târihî bir an başlamıştı. Zîrâ Müslümanların Hindistan’daki beş asırlık hâkimiyeti, Hindular tarafından hazırlanan bir ordu ile ilk defa tehdit ediliyordu.

Bu tehlikeli anda Bâbür, on üç bin beş yüz kişilik çok seçkin atlı birliğinin başında harbe girdi. Ateşli silâhlara ve Osmanlı sultânı tarafından gönderilen Mustafa Rûmî Bey’in kumandasındaki top ve topçu birliğine sahip Bâbür ordusu, mükemmel bir muharebe taktiği ile gâlib geldi ve düşman ordusu imha edildi.

Bu Müslüman Türk’ün Pânipüt zaferinden daha büyük bir zaferiydi. Biyana civarında geçen ve “Kanva Meydan Muharebesi” diye adlandırılan bu muharebe, Bâbür’e, Gazneli Sultan Mahmûd derecesinde şöhret kazandırdı. Hindistan’daki Türk-İslâm idaresi kuvvetlendi. Şeyh Zeynüddîn Hafî’nin kaleme aldığı Zafernâme, bütün Müslüman hükümdarlara gönderildi. 1528 (H.935)’de Şanderi’ye varıp, şehri Rajput ve Hindulardan kurtardı.


 

Dandanakan Zaferi

Ç
ağrı ve Tuğrul beylerin Gaznelilere karşı Dandanakan’da kazandıkları, Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşuna yol açan zafer. Bu zafer, Türk milletinin istikbalini değiştirerek, kapalı kıtalardan açık denizlere ulaşmasını temin etmiştir.

Selçuklu liderleri Dâvûd Çağrı ve Tuğrul beyler, Oğuz boylarını yerleştirecek bir yurt bulup, devlet kurmak için geçici olarak kaldıkları Horasan’da, o bölgelere hâkim olan Gaznelilerle mücâdele hâlindeydiler. Yirmi seneden fazla devâm eden bu mücâdelelerin çoğunu Selçuklular kazanmış ve Gazne şehirlerinden bâzılarını ele geçirmişlerdi. Gaznelilerin baskıları, Selçukluları daha çok mücâdeleye sevk ediyordu.

Selçukluların, Gazneli Sultânı Mes’ûd’un 70.000 süvâri, 30.000 piyâde ve 60 muhârebe filinden müteşekkil ordusunu 1038 yılında Serahs’da yenmeleri, Gaznelileri haklı olarak endişelendirmişti.

Nitekim Sultan Mes’ûd büyük bir hazırlıktan sonra 1040 senesinin Mayıs ayında, ordusunun tekrar Serahs’a doğru harekete geçirdi. Selçuklular, Gazne ordusunun geçeceği yerlerdeki su kaynaklarını, kuyuları körelterek geriye çekiliyorlardı.

Selçuklu ordusunun baş komutanı Dâvûd Çağrı Bey, arasıra süvârî birlikleriyle baskınlar yaparak Gazne ordusunu hırpalıyor, sonra çöle doğru çekilerek, Gaznelileri kendisini tâkibe mecbûr ediyordu. Sultan Mes’ûd, Merv ve Serahs şehirleri arasında Kum Çölü kenarında, suları ve kuyuları bol Dandanakan Kalesine doğru savaşarak ilerleyip, askerin susuzluğunu gidermek istiyordu. Lâkin Dandanakan Kalesine geldiklerinde, bütün su kuyularının köreltildiğini gördüler.

Kuyuları tekrar işler hâle getirmek teşebbüsünü kabul etmeyen Sultan, daha ileride suya yetişmek üzere harekete devâm edince, susuzluk, açlık, yorgunluk Gazne ordusu arasında fikir ayrılıklarına sebeb oldu. Hattâ birbirleriyle kavgaya başladılar. Hâdise büyüdü. Askerler arasında Sultan Mes’ûd’a karşı bir soğukluk meydana geldi. Sultânın yanından ayrılmak ve onu kendi hâline bırakmak için birbirlerini teşvike başladılar. Bu durumu fırsat bilen Dâvûd Çağrı Bey, askerlerini topyekün hücûma geçirdi. Kanlı bir çarpışma başladı.

Bitkin hâlde bulunan Gazneli ordusu dağılmaya, hattâ kaçmaya başladı. Sultan Mes’ûd’un hassa ordusunu teşkil eden Gulamlardan bir kısmı Selçuklular tarafına geçince, Gazne ordusu iyice dağıldı. Sultan Mes’ûd ve vezîri, kaçan askerlerin geri dönmeleri için var güçleri ile çalıştılar. Fakat bozgun bir defâ başlamış asker dağılmıştı. Bütün çabalara rağmen toplamak mümkün olmadı. Artık Selçuklu akıncıları sultanın karargâhına kadar yaklaşmıştı. Harp meydanında sebatla direnmeye çalışan Sultan Mes’ûd’a:

“Sultânım! Bekleyecek zaman değildir. Ordu dağıldı, hassa askerleri bizi terk edip karşı tarafa geçtiler.Tehlikeli bir duruma düştük. Önümüz ve arkamız sarılmış durumda. Beklemenin ne faydası var. Acele burayı terk edelim!..” dediler.

Bunun üzerine Sultan Mes’ûd, yüz kadar askeriyle harp meydanını terkedip güçlükle kurtuldu.

Gazne ordusunun bütün hazîneleri, malları ve silâhları ele geçirildi. Bu zaferden sonra kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Horasan ve Harezm’in en güçlü devleti hâline geldi.